Korkutulmuş İnsan
Ahlak’ın temellerinin ne olabileceğini düşündüğümde, bu temelin farklı referanslara göre değiştiğini fark ettim. Toplumsal insan için ahlak, aile içi birey için ahlak, toplumdan bağımsız tikel birey bağlamında ahlak, tinsel varlık olarak insan için ahlak…
Ahlak, öncelikle ailenin çocuğa öğrettiği yasaklar bütünü olarak vardır. Aile çocuğu yaşama hazırlamak için doğruları öğrettiğinde, çocuk ilk kez yasa ile karşılaşır. Bu doğrular ailenin kendi doğrularıdır şüphesiz. Ailenin ahlakı, içinde yaşadığı toplumun ahlak anlayışına göre biçimlenir ve bu tarihin farklı zaman dilimleri içinde değişiklik gösterir. Toplumun içinde bulunduğu yaşam koşulları, törel bağlar, savaş ve barış durumları, din, kültür vs. bu ahlaki temeli hazırlayan nedenlerdir. Ama bütün bu nedenselliklerin altında korku yatmaktadır. Tarihsel insanın korkuları değiştikçe, toplumsal ahlak kuralları da değişir.
İnsan bir ailenin içine doğar ve bilinci o ailenin doğruları ile şekillenir. Çocuk, gelişimini annenin gözetimi altında gerçekleştirir, baba ise onun için bir bilinmeyendir. Çocuğu yetiştiren olarak anne; sevginin ve şefkatin sembolüdür. Çocuğun olumsuz olanı yapmaması için korkutma nesnesi olarak kullanılan baba ise çocuk için sadece annenin söyleminde yer alır. Bu nedenle çocuk yasayı, yani sınırlarını bilmeyi ve neyi yapıp, neyi yapmaması gerektiğini “şefkatli anne” üzerinden “korkulan baba”da bulur. Yani ahlak bu ilk formuyla korkunun sevgi yoluyla içselleştirilmesidir.
Ancak insan, belirlenimli fizik doğası içinde, belirlenimsiz bir bilinç varlığıdır da. Bu nedenle hiçbir anne birbirine benzemediği gibi, annesi ile ilişkisindeki hiç bir çocuk da birbirine benzemez. Bu anlamda toplum denildiğinde, aslında birbirinden farklı, hatta birbirlerine hiç benzemeyen psişik varlık olarak insanı da anlayabilirim. Bu nedenledir ki her toplum, içinde yaşayan fertlerin uyması gereken yasalar yaparlar. Yasanın bireye uygunluğu imkânsız olduğundan, bireylerin ortak kabulünü taşıyan bir yasaya itaatleri istenir.
Bireyin bundan sonraki hayatı, ailesinden öğrendiği doğrulara uymak, toplumun kabul ettiği doğrulara itaat etmek ve kendi doğrularını bulmak yolunda sürer. Ancak bu birçok soruyu da akla getirir; Birey kendi doğrularını bulmada çocukluğunda içselleşmiş olan korkudan ne kadar bağımsız olabilir? Onu kendi doğrularını bulmaya iten nedir? Birey toplumun bu güdümlü doğasını hangi ilişkilerle ve ne yolla aşabilir?
Bu noktada fark ettiğim bir şey var. Doğanın kendisindeki belirlilik, yani ne ise o olma zorunluluğu insanın psişik doğası içinde geçerli midir?
*Örneğin bir organ olarak göz, görme eyleminin nesnesidir ve organizmadan (bütünden) bağımsız olarak işlevsiz ve tanımsızdır. Gözün kendisi organizma bağlamında gözdür ve organizmanın diğer üyeleriyle olan ilişkisinde tanımlanır. Yaşayan bir organizma içinde göz görmeye mecburdur. Yani organlar kendilerine hayat enerjisini veren organizmanın güdümündedirler. Gözün kendisi görmenin neden olduğu herşeyden soyuttur. Yemeği görürüm ve ona yönelirim, ancak bu ilişkide yemeğe yönelen tikel bir varlık olarak göz organı değildir. Göz yemeğin bendeki duygulanımına dışsaldır ama bu duygulanım bende göz, burun, ağız vs. yoluyla gerçekleşir.
Bu yönelmenin sonunda karnım doyar ve bendeki yaşam içgüdüsü kendisini sürdürür. Göz de diğer bütün organlar gibi doyumun kendisine dışsaldır. Ne ağız, ne mide, ne kalp doyar, ama hepsi dolaylı olarak bu yemekle beslenir. Sonunda doyan vücudun tek tek üyeleri değil ama organizmanın bütünü olur.
Doğada hayat ilkesi kendini böyle sürdürür ama hayat ilkesi, dirimselliğinin nedenini (organizma) kendinde bulamaz. O sadece olur, gözün sadece görmesi gibi, hayat da sadece kendini var eder ve sürdürür. Yaşıyor olmasının ve yaşamın ilkesini sürdürüyor olmasının nedeni ise ona dışsal olan bir istencin göstergesidir. Böylece zorunluluklar alanı olan doğa örtük olarak, iradî olanı gösterir. Ancak öznesi bu aşamada gaybîdir. Bu istencin gaybî öznesinin tek belirlenimi, tikelleri kendi altında tanımlı kılan bir tümelliğin ifadesi olmasıdır.
Bu noktada benim merakımı uyandıran şu oluyor; istencin istemesini sağlayan nedir? Çünkü aynı nedensellik korkutulmuş bireyin, tüm tedirginliğine rağmen ailenin öğrettiği doğrulara karşı çıkmasına da neden oluyor.
Tinsel insan
İnsan tinsel bir varlıktır. Onun aynı zamanda sosyal bir varlık olduğunu, kültür varlığı olduğunu, ussal bir varlık olduğunu, psişik bir varlık olduğunu vs. de söyleyebilirim. Ancak bunların tümü tinin kendini gösterdiği farklı alanlardan ibarettir. Yani aslında insanın tüm bu belirlenimleri ve ilişkileri tinsel bağları yoluyla vardır. Tinsel olduğu için ussaldır, toplumsaldır, psişiktir…
Tin, insan beyninin bir enzimi değildir, düşüncesiyle ürettiği bir olgusallıktır. İnsan kendini tinin içinde, onun yoluyla var eder. “İnsan” kavramı buna işarettir. Yani düşünce insanın, fizik varlık olarak bir ürünü değildir, tinselliği yoluyla gerçekleştirdiği bir etkinliğidir. Tin düşüncedir ve dirimselliğini insanda sergiler. Bu anlamda doğa tini barındırmaz. Kanımca Tin doğayı kapsayıp aşmış bir varlık olarak insanda bulunur. Eğer insan doğa kavramının dışında düşünülebilirse. Sezgilerim bana doğadaki determinasyonun asla tini barındıramayacağını söyler. Oysa doğanın dirimliliği onda örtük olan tinselliktir.
Örneğin bir çiçek doğanın içinde tikel bir varoluş nesnesi olabilir, ama o kendi içinde (duyulara) örtük olarak tümellik taşır. Çiçek idealdir. Onda ideal olan içindeki tekil varoluşları bir araya getirmesidir.
Çiçek ayrımlarına ayrıldığında yaprağı, kökü, sapı …vs onun parçaları değildir, çünkü parçalar biraraya geldiğinde bütünü oluşturmaya yetenekli değildirler. Onları çiçek kavramı altında birarada tutan, birliğe getiren ilke olarak ideadır. Yaprakları ve kökleri koparılmış bir çiçek tekrar bir araya getirilemez, çünkü bu ayırma esnasında, onu bir arada tutan ilke yiter.
Yaprak ve kök bu anlamda parçalaşır. Ama organik olarak dirimsel olan bir çiçeğin yaprağı, o çiçeğin bir parçası değil, uzvudur. Göz gördüğünde, kalp attığında insanın uzvudurlar. Bedenden söküldüğünde veya beden öldüğünde onlar da birer parça haline gelirler. Ve inorganik doğaları gereği hayat esması onlarda yiter. Hayat esması tikel üyeleri bir arada tutan tinsel bağdır.
Bu nedenle rahatlıkla söylenebilir ki, tin, doğayı ve içinde fizik varlık olarak insanı da üretmiş ve zatını, yani ‘yasalılığı temelindeki indetermine doğasını özgür insanda sergilemiştir. İnsan bu anlatım içinde yiter gibi görünür, oysa bu olgusallığın bütünü insandır. İnsan bu tinsel varoluşu gereği doğaya zorunlu olarak aşkındır ve tinin kendisi ondan bağımsız olarak var değildir. Bu anlamda insan tindir ve varoluşu gereği doğayı kapsayarak aşar. İnsan kavramı ile dünya içi bir varlığı anladığım sürece, tine tanrı demek zorunda kalırım, çünkü ayrımları içinde tümel tikelin her zaman tanrısıdır.
Bu temel bağlamda korku, yitme ve yitirme korkusudur. Özgürlük ise bu korkudan özgürlüktür.
Ahlakın Gerçek Temeli
Buna göre ahlak tüm varolanların tözlerinde ne iseler o olmalarıdır. Bitki ve hayvanda bu zorunluyken, insanda sancılı bir sürece işarettir, çünkü insan varolan değil kendisi tarafından üretilen bir varlıktır.
Örneğin bitki tikel bir iradeye sahip değildir. O büyür, çiçek açar, ödünç aldığı tohumunu toprağa geri sunar ve ölür. Bunu iradesiyle yapmaz. Doğa bu anlamda tümel tek bir iradedir ve bitki bu iradeden bağımsız davranamaz. O kadar ki doğanın iradesi çiçeğin açmasıdır. Dünyanın dönmesi, ateşin yakması kendi tikel iradelerinden değildir. Bu nedenle nebati doğa katıksız iradedir de denebilir. Çünkü irade onda tikel hiçbir dolayıma sahip değildir.
Yani bitki genel bir varoluşa sahiptir ve irade onda tümel bir belirimdir. Bir doğa nesnesi olarak tek başına bir çiçeğin, örneğin bir papatyanın cüzî iradesinden bahsedilemez. (Papatyanın güzelliği karşısında takdirin doğaya yönelmesinin sebebi budur. Anlak papatyayı hiçbir zaman doğadan ayrı düşünemezken, insanı da doğa içi bir varlık olarak kavrayamaz. Çünkü anlak kendini ben-olmayan üzerinden belirler). Ondaki beslenme, kendi iradesiyle büyüme gibi algılanamaz. O büyür, tohum verir, kendini sürdürür ve türüne hizmet eder. Ama bu hizmet onun cüzî iradesinden gelmez. Bitkide tikel bir varoluşa sahipmiş gibi görülen tüm hareketler, tümelin tikel üzerindeki farklı görünümleridir.
Bitkide itiraz ahlakı, direnme ya da kendini sakınma yeteneği (fakülteleri) yoktur. Onun büyüleyen bir güzelliği olduğunu, etrafa muhteşem kokular yaydığını söyleyen insanın algı ve duyumlarıdır. Öyle ki, bitkinin kokusu kendisine dışsaldır, çünkü kendisinde bu kokunun algısı yoktur. Bitki hem kendine bu dışsallığı bakımından, hem de kendini sürdürmesi bakımından, kendi-dışındaki-için bir varlıktır.
Hayvan ise içgüdüsel bir varlıktır. İrade onda kendini yaşatma ve sürdürme olarak görülür, ama ondaki bu yöneliş bitkidekinden farklı olarak çabayı gerektirir. Hayvan bitki gibi genel bir yaratılışa sahip değildir ve rahmetini hiçbir bitkiden esirgemeyen toprakla beslenemez. O yiyeceği için emek çeker, ama onda da çektiği emek kendisine dışsaldır ve çabasının farkındalığı onda yoktur. Bu yüzden örümceğin avını yakalamak için ördüğü sanat eseri, hayvanın kendi tinsel varoluşuna bakıldığında yararcıdır ve örümcek beslenme için çektiği bu zahmetin adaletsizlik olduğunu düşünmez. Doğanın kendisine bahşettiği içgüdülerle beslenir ve yapmakta olduğu kurgunun farkında olmadan yaşar. O çabalar ve hayvanlığını (dirimselliğini) sürdürmek için tüm hayatını harcar ve bunu yaparken amacı doğaya karşı bir üstünlük elde etmek değildir. Hayvana yakıştırılan egemenlik, adalet, kurnazlık, kırallık, sefillik vb. yine insan usunun belirlenimleridir ve hayvanın kendisi bunların tamamen dışında yaşar.
Hayvanlar bitki gibi ortak bir yaratılışa sahip değildir. Onlar kendi türünün korunma alışkanlıklarına ve besin ihtiyaçlarına göre gruplaşırlar. Yönelimleri ve kendini sürdürme içgüdüsü onu bu yolda eğitir. Bu eğitim kendisine yeni bir bilgi katma değil, örtük bilgilerini kullanma ustalığına eriştirir. Hayvan buna zorunludur ve bunu başarabildiği ölçüde hayatta kalır. Yönelimleri tıpkı bitkideki gibi yaşamın kendisinedir. O, tikel bir amacı olmaksızın iye olduğu dirimselliğini sürdürür ve ne pahasına olursa olsun yaşar. Burada birliğe getiren kavram hayattır. Hayatın kendisi bitkide ayrımsızken, hayvanda türün devamlılığı olarak görülür.
İnsan ise iradelidir. Seçer ve seçtiğinde yaşar.
İnsan her ne kadar nebatî bir dirimselliğe ve hayvanî (anima) içgüdülere sahip olsa da bunları kendinde kapsar ve aşar. Bu aşkınlıktan kasıt insanın doğanın dirimliliğini ve hayvanî nitelikleri barındırması olarak anlaşılmalıdır. Her biri onunla anlamlıdır ama o asli varoluşu nedeniyle ne birisidir ne de ötekisi. Özü itibariyle tüm varoluş tektir, ancak sadece insan bu varoluşun özüne katılabilir ve ona yön verebilir. Katılmak, aslî bir ayrılığı değil, idrakin bir derecesine işarettir. İnsan aslî varlığını idrak ettiği düzeyde yaratıma katılır ve kendini üretir. Bu, tinin içgüdüsüdür. İnsan buna zorunludur ve bundan kaçamaz ve bu nedenle özgürlüğe, özgürleşmeye zorunludur.
Kendini üretmek tam da bu özgürleşme edimidir. O ne bitki gibi kimliksiz yaşayabilir ne de hayvan gibi salt kendi içine dönük, kopuk bir hayat sürebilir. İnsan kendini üretmediği ve tanrılığına kavuşmadığı sürece yüreğinde yazgılı doğası ona kendini sürekli hatırlatır. Ve bu sessiz çığlık kendine öylesine derinden seslenir ki, dışarıdaki gürültü ne kadar çoğalırsa çoğalsın, içteki inlemeyi bastıramaz.
Bu nedenle toplumsal düzeydeki kaygıların ve bireylerin içsıkıntılarının nedeninin özgürlüğe yazgılı doğalarından geldiği düşüncesindeyim. Bu sıkıntı (Schophenauer’in söylediği gibi) olumsuz bir yaratılışın göstergesi değil, ilahi olana veya kişinin kendi biricik ilahiliğine çekilmesi olmalıdır. Sıkıntı ise doğum sancısıdır. Doğum kendini sancılar içinde gerçekleştirir, ama doğan hep sevinç olur.