İnsan tek doğar sonra yalnızlaşır, eğer becerebilirse tekrar kendi tekliğini bilir-bulur-olur. Bu süreç insanın başlangıçta sadece sonsuz bir potansiyel, her türlü insani olanak ve yetenekle donanımlı, kendiyle özdeş saflık aşamasıyla yol alır.
Başlangıçta ‘tek’lik bebeklik aşamasıdır: biyolojik olarak tam, ancak bilinç olarak bir ‘tabula rasa’, boş levhadır. Bu anlamda doğan her bebek ‘insan’ kavramının evrensel bir sureti, insanlığın bütün hallerini içinde barındıran “kadiri mutlak” olarak dünyaya gelmiş olur.
Tanrı’nın Musa’ya “ben benim”, “ben olan ben” buyruğundaki birinci ‘Ben’dir: Soyut, evrensel, tanrısal özle donanımlı, ancak bunların bireysellik yoluyla, kendi etkinlikleri ile edimselleşeceği “gizli hazine” bir olarak “Ben”. Hani Tanrı’nın “kendi suretimde yarattığım” dediği Âdem. Başlangıçta bu “boş levha” bizzat kendi eylemleriyle yazılacak, ama saflığını bozup kirlenecektir. Bebeklikten olgunluğa, belirsiz saflıktan görünüş kazanmış kirlenmiş kişiliğe, yani tekliğin potansiyel bütünlüğünden oluşan kişiliğin yalnızlığına evrilecektir.
İsa’nın havarileri üzerinden tüm insanlığa yönelik “Tekrar süt emen çocuklar gibi olmadıkça Allah’ın melekûtuna giremezsiniz” sözü insanın yaşamı süresince kirlenip yalnızlaşmasından çıkıp, içsel bütünlüğüne, kendi iradesi yoluyla erişmesi gerektiğinin değerini ifade eder.
İbn Arabi “Füsusul Hikem”de Âdem’i ele alır ve onu Kuran bağlamında “Safiyullah” olarak kavramsallaştırıp anlatır. Hegel, Mantık Bilimi’nde düşünceyi Varlıkla başlatır; hiçbir belirlenimi olmayan soyut olarak kabul ederek aynı zamanda bunun Yokluk olduğunu da söyler. Ancak varlık-yokluk diyalektiğini işleterek sürecin sonunda tekrar “Varlık” kavramına varır, bu kavram baştaki olan gibi içi boş, soyut değil, oluşa geçmiş içerik kazanmış, etkin ve nesnel “Varlıktır”. Bu “ben olan ben”in felsefi düzeyde yansıması, her bilinç tarafından anlaşılır, çıkarsanabilir ussal olarak tanıtıdır.
Bunları söylemenin anlamı nedir? Düşünce bir şeyi gündemine aldığında o nesne öncelikle bir ‘şey olarak var’ kabul edilir; ilişkileri gösterilmemiş, içsel süreçleri ortaya konmamış soyut bir nesne olarak. Düşünce nesnesinin içeriğine daldıkça onun niteliklerini, olanaklarını, içsel zorunluluklarını açığa çıkardıkça bu soyut nesneyi somutluğa taşır.
Doğadaki her şey kendiyle barışık, uyumlu ve doğal sürecinin yoluna sadıktır. Fakat insana geldiğimizde bu uyumda, sürece sadakatte sapmalar ortaya çıkar; hem yaratım hem yıkım, hem adil hem zalim, hem sevgi hem nefret dolu olarak kendini ortaya koyabilir. Bir yandan “eşrefi mahlûk”, bir yandan “esfeli safilin” birisi olarak kendini var edebilir: “Biz insanı en güzel kıvamda yaratık sonra aşağıların aşağısına attık” hükmü insanın sonsuzca insani potansiyelle ‘kâinatı dürülü bükülü halde içinde taşıyan’ olarak yüceliğini, ama bunları aşağılık bir biçimde kullanabileceğini de söyler.
İnsanın insana ait tüm hallerini içinde taşıyor olması onun iç dünyasında pek çok çelişkiyi ve karmaşayı yaşamasına zemin olur. Genel olarak iki dünya arasında bir uçtan diğerine salınarak yaşamak zorunda olmak söz konusu karmaşanın dinamiğini oluşturur. İnsan bir yandan gereksinimleri, zamanın koşulları, arzularının ve amaçlarının yönlendirmesi, doğal içgüdülerinin ve hırslarının itkisi ile sürüklenir; diğer yandan yaşamının anlamını, değerinin ne olduğunu, içsel doyumunu ararken her türlü doğal dürtülerden arınmanın arayışı içinde bulur kendini.
Bu iki uç arasında salınımın içinde başka yaşamsal karşıt kutupların gerilimini de duyumsar: özgürlük-güvenlik, olduğu haliyle-olması gereken, etkinlikleri ile anda olup-zihinsel olarak anda olamamak gibi karşıtlıklar, insanı kendinden uzak, habersiz, farkındalıksız hallere sokar. Sağa-sola savrulmalar kendini, insanın iç dünyasında tedirginlikler ve korkular biçiminde duyumsatır. İçten gelen bu uyarıların yarattığı şaşkınlık, dağınıklık, anlamsızlık onu kaçınılmaz olarak arayışa zorlar.
Yaşamını anlamlı kılma arayışında güç ve olanakları, ilkeleri ve yöntemleri; insanı, bunları bizzat kendisinin belirleyeceği, yolunu kendisinin bulacağı, bireysel varlığını kendisinin yapılandıracağı gerçeği ile yüz yüze getirir; kısaca sorumluluk üstlenmek zorunda olduğunu görür. Bu noktada karar mutlak anlamda insanın kendine aittir; ya kendi belirlediği niyet ve yolda özgür iradesiyle yürüyecek ya da korunacağı zannıyla onaylanıp kabul gördüğü güç odaklarına teslim olacaktır; din, ideoloji, gelenek, “reis” vb. bilincini uyuşturacak oyalanmalara tutunarak kendinden kaçmanın aldatıcı, yapay güvenliğine sığınacaktır.
Yaşam deneyimlerimiz başkalarıyla birlikte ve ilişkide olmak üzerine kuruludur. İlişkiler insanın kendini ortaya koyduğu, açık ettiği, deneyimler edindiği olanaklardır: Bir yanımızla bağımsız, özgün, biricik bir özneyiz, diğer yanımızla öz-bilinç sahibi toplumsal bir varlığız. Bu yanlar birbirini etkisiz kılan, karşılıklı olumsuzluklar üreten değil tersine birbirini var eden ve var etkilerini bizzat kendileri için nesnel ortam kılan yaşamsal güçlerdir.
İnsan olmaklığımızı hazır bulmayız, bulduğumuz nesnel-tarihsel koşullar ölçüsünde varoluşsal yeti ve olanaklarımızı kullanarak kendimizi var ederiz. Bu varoluşsal yolculuk bitmez, çünkü yaşam insanın karşısına sürekli sorunlar çıkarır ve her yeni sorun kendine özgü çözüm yöntemleriyle aşılabilir. Sadece dışsal dayatmaların zorlaması ile değil, duygusal ve düşünsel arayışlarla da bu süreç bitimsizce insanı içten içe uyarır, edimselliğe çağırır. Şu veya bu şekilde karar vermek, seçimde bulunmak, bir biçimde eylemde bulunmak zorunda kalışı insanı “son sayfası yazılmamış bir kitap, bitimsiz bir süreç” oluşuna kaynaklık eder.
Delf tapınaklarının kapısında yazılan “Kendini bil” uyarısı bir öğüt ya da emir değil, bir sorumluluk duyurusu, özvarlığımızın bitimsiz bir akış olduğunun hatırlatılmasıdır.
Bilgi nesnenin bilgisidir; hazır, verili bir varlık üzerine oturur. Ancak ‘kendini bil’mekte durum farklı, çünkü hazırda verili bir “kendi” yoktur. Hem hazırda bir “kendinin” yokluğu hem de kendini bilmenin varoluşsal bir uyaran olması insanı yüzleşmekten kaçınamayacağı, yok sayamayacağı gerilim ve kaygılarla yüz yüze getirir. Bir bilge özdeyişi şunu hatırlatır: “Kendinde kendini ara-bil-bul.” Yunus Emre’nin şu dizelerini hatırlayabiliriz.
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır”
Bilinç dışta ne varsa onu bilmeye yetkindir. Öz-bilinç ise kendini bir başka bilinç karşısında bilebilir. Başka bir bilinç karşısında kendini bilmek onun yargılarına, kaygılarına, taleplerine, beklentilerine kısaca düşünsek ve pratik tüm varlığına muhatap olmaktır.
Her insan kendine rağmen iç dünyasında bir “kalabalıktır”, pek çok kaygı, beklenti, korku, anılar ve hayallerle doludur. Özellikle modern dönemin yaşam biçiminin hareketli, sınırsız enformasyon akışı, tüketim çılgınlığı, emeksiz yaşam özentisi, kolay yoldan hayallere erişme hevesleri insanların içini gürültülü bir kalabalık, zihinlerini çöplüğe çeviriyor.
Çıkar çatışmalarının, kıskançlıkların, rekabet duygularının, pek çok hoyratlığın, bencilliklerin yarattığı kaotik bir ortam bireyi, karşılıklı olarak birbirini besleyen tedirgin edici, umut kırıcı, tehditkâr anlayış ve davranışların yarattığı kirli atmosferi solumak durumunda bırakıyor. Bu durum insanı kendine dönük, tedirgin, tatminsiz kılıp yalnızlığa itiyor.

Yalnızlaşan insan kendi değerleri, kendi gerçekliği ile değil başkalarının kendisi hakkında ne diyeceğine, başkasının vereceği değer ve yargılara bakarak yaşar; varlığının değerini, kim olduğunu, sevinç ve üzüntülerinin kaynağını başkalarında arar, dışarıdan talep eder. Böylesi bir bilinç parçalı olmaktan ve dağılmaktan yakasını kurtaramaz. Başkalarının beğenisi ve onayı onun tek yaşam gücü haline gelir. Ancak dışarı dediğimiz kaynaklar geçici, değişken ve her an yok olabilirler. Buradan çıkacak sonuç şu olacaktır: dışa bağımlı, talepkâr bir bilinç huzurlu olamaz.
Duyu organlarımız dışa açılan pencereler gibidir; uyaranlarla ve nesnelere bağımızı kurarlar, ilgimizi ve bilincimizi hep dışa doğru çekerler. Duyusal algılar hem dağınık hem değişken hem de sonsuzdur. Zihin her gün bunlarla dolup taşar. Algılara bağlı olarak yargılar, amaçlar ve ilgi odakları oluşur.
İç dünyamızda inişli-çıkışlı dalgalanmalar, farklı istek ve arzular, neye niçin yöneldiğimizi, neyi niçin onaylayıp neyi niçin reddettiğimizi görünüşte özgürce belirlediğimizi varsayımında bulunsak da bu zihinsel kirlenmenin farkında olmak kolay olmuyor. Ne var ki içten içe bu karmaşanın yarattığı yalnızlaşma, anlam kaybı, tedirginlik, genel olarak depresif kaygılar insanı bunlardan bir çıkış yolu arayışına itiyor.
İlişkiler bağlamında varoluşumuzun üç katmanı olduğu söylenir. İlki nesneler dünyası; duyularımız yoluyla bize sürekli uyarılar gelir. Varlığımızın dış dünyayla kurduğu ilişki, en alt ve en yakın aşama. Burası bilim dünyasıdır. İkincisi zihinsel-düşünsel katman, sanatsal-felsefi düzey; düşünceler, duygular, inanç ve alışkanlıklar dünyası. İlk aşama nesneldir, çünkü bu aşamadaki varlıklar her insana, her bilinç tipine ve anlayışa eşit mesafede dururlar, herkese aynı nitelikleri ile konu olurlar. İkincisi bireyseldir, kişiye özeldir, yaygın değildir. Bu katmanın konularına, olgularına duyularımızla şahit olamayız, dokunamayız; ancak davranışlar, mimikler, tavırlar üzerinden yaptığımız gözlemler sonucunda belirlemelerde ve yargılarda bulunabiliriz. Bu katman değişkendir; çünkü düşünceler, duygular ve inançlar da akışkandır. İnsan bu katmanda da kendi bütünlüğünü, içsel uyumunu ve merkezini bulamaz; tekliğini inşa edemez.
Üçüncü katman tanıklık aşamasıdır. Farkındalık, varlığının kaybolmayan merkezi, aşılamayan, ele geçirilemeyen “dünyaya sonsuzca açılmış olarak davranabildiği X” noktası. İnsan bir şeyi kendisinden ayırıp bilincinin önüne koyduğu nesne ve soruna aşkındır, ondan ayrıdır, çünkü o bilincinin önünde bilmeye, üzerinde etkinlik göstermeye ve kullanılmaya adaydır. Her biliş, her farkındalık deneyimi tekrar bilince konu olur, böylece insan kendi farkındalığını doğrudan yakalayamaz. İnsan pek çok haller uğrar, sürekli birinden diğerine geçer; sevgiyi, nefreti, mutluluğu, acıyı, bencilliği ve cömertliği yaşar; ama bu yaşadıklarının farkına da varır, ayrıca dönüp bunlar üzerinde belirlemelerde, yargılarda bulunur. Yaşayanla fark eden ve değerlendiren aynı kişi (ben)’dir. İşte bu tanık olan farkındalık yetisi merkezdir.
Bu ne anlama gelir? Farkındalık-tanıklık insanın kendisiyle tanık olduğu şey arasına ayrım koymasıdır, çünkü o, tanık olduğu şey değildir. Farkındalık yetisi tanıklık deneyimi ile; gözlemlenen, dokunulan, hissedilen her şeyi içine alır, onlara bitişiktir, ilişkilidir, ancak bağımlı değildir. Bu yeti özünde bireyin özgür olduğunun kanıtı, dönüşümünün enerjisi, “dünyaya sonsuzca açılmış olarak davranabilen” belirsizliğini belirli kılabileceğinin kanıtıdır.
Kendi varlığında bunu bulan insan artık içsel özgürlüğüne kavuşmuş, bütünlüğüne ermiştir: önceleri “boş bir levha” (tabula rasa) olarak yaşam yolculuğuna çıkan insan soyut tekliğini kaybedip yalnızlığa, içsel bir kalabalığa düştükten sonra somut, belirli, kendini kendinde bulup tek’liğine ermiş demektir.
İşte bu noktada “Ben varım” demeyi hak etmiş olur, ama bu egosal bir şişinme değil, insanlığın evrensel değerlerini varlığına katmış, “vicdanını kendine karşı en üst yargıç edinmiş”, kendine ve kendi olmayan her şeye hak’la bakan, yaşayan ve edimde bulunan özgün ve özgür birey olmuştur.
Pek çok haksız yoruma konu olmakla beraber Nietzsche’nin “üst insan”, sufilerin “İnsan-ı Kamil” dedikleri ideal insan tipi, ama simgesel olarak. “Kendinde kendini ara bil bul” bildirimi. Anadolu bilgelik geleneğinde şiirlerle, türkülerle sazlı-sözlü olarak ozanların dilinden bu insanı heyecanlandıran, uyaran nice hazineler var. Yüzyıllardır gücünden, etkisinden bir şey kaybetmeden günümüze kadar etkilerini sürdürmeleri zamana ve mekâna aşkın olan insanın özüne dair hakikatleri dile getirmelerinden olsa gerek. Yazının sonunda bir örnek olarak Niyazi Mısri’den bir dörtlük:
“Dermân aradım derdime
Derdim bana dermân imiş
Bürhân aradım aslıma
aslım bana bürhan imiş.”