Okuma süresi: 35.54 mintues

Aydınlanma döneminden sonra Rönesans ve aydınlanma hareketlerinden sonra da birey ve bireycilik önemli bir şekilde Avrupa dünyasında parladı. Bu bireycilik sorunsalı toplumculukla dengelenmiştir ve birey ve birey olma, kalıcı modernitenin temel ilkesi olmuştur. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma, üç temel ilke, aydınlanmanın doğurduğu ilkelerdi ve bunların topluma yansıması, toplumda karşılık bulması tabii ki bir devrim niteliğinde olmakla birlikte tarihî bir birikimi de gösteriyordu. Ben, toplum ve teori arasındaki ilişkiyi anlamak bakımından, “Değişme yeteneği olmayan toplumlar değiştirilemezler” ifadesini şiâr edinmişimdir yani keyfî bir irade ile toplumlara istediğimizi yaptıramayız. Nasıl ki doğa karşısında insan iradesi doğanın dirençlerini, doğanın kendi yasaları ile iş birliği yaparak aşabilirse ve kendi için kılabilirse, bu toplum için de geçerlidir. Toplum, evet, her ne kadar doğa kadar bir sebep-sonuç zinciri, determinasyon kilidi içinde değilse de bir yanıyla doğaya bir yanıyla da özgürlüğe bağlı insan ilişkilerinde dirençler vardır ve bu dirençler tarihsel birikimlerle desteklenmiş de olabilir, yenilenmeye açık olmayı da tarihsel gelişim sürecinde elde etmiş olabilir ve bu potansiyel eğer bir toplumda yoksa istediğiniz kadar üstten jakoben ya da devrimci nitelikte girişimlerde bulunun o toplumda değişim olmaz. Hatta bunun için bazı filozoflar, “Değişme niteliği geri kalmış toplumları dış güçler müdahale etmedikçe kendi iç dinamikleri çalışmaz” diyerek sosyolojik bir kural önermişlerdir.

Avrupa’da bu bireyleşme hareketi, modernitenin ortaya çıkması, kilisenin egemenliğine karşı başlatılmış bir şeydir. Yani kilise (ekklisía), her ne kadar bir cemaat, bir inanırlar topluluğu anlamındaysa da bu giderek kurumsallaşmış ve toplum üzerinde egemenlik sağlamış, tarih içinde bir kurum yani din kurumu haline gelmiştir. Bu bir inanç değildir. Din kurumu, hatta giderek de bugünkü biçimiyle papalık bir devlettir aynı zamanda. Yani hukuku, devleti, yaptırımları olan bir kurumdur. Şimdi bu kurum Hıristiyanlık temelli kendi söyleminden dolayı Katolik’tir yani evrenseldir. “Evrenseldir”; bu söyleminin ruhlanma temelli “Ruhu’l kudüs”; insanların ‘Tanrısal ruhu’ alabilmeleri temelli bir öğretinin tüm dünyaya egemen kılınması anlamını taşıyor. Dolayısıyla bunun için dünyevi güçlerle de iş birliğine ihtiyaç var. Nitekim Papalık, krallarla iş birliğine gitmiştir ve giderek kralları tayin eder duruma gelmiştir. Tarihsel sürece baktığımızda bu görünür ve artık tacı krallara giydiren Papa’dır, papalık kurumudur ve bu evrenselci öğreti, kralların eliyle bütün dünyaya, Amerika’nın keşfinden sonra Güney Amerika’ya, Çin’e, Japonya’ya kadar, önce misyonerler, arkasından askeri güçler ve çeşitli etkileşimler yoluyla ─buna haçlı seferlerini de katabilirsiniz- bu Katolik yani evrensel inancı yayma girişiminde bulunmuşlardır. Fakat bu modernitenin, Rönesans’ın sanatsal ruhunun giderek felsefî söyleme dönüşmesi, sonra ideolojilere dönüşmesi, toplumda karşılık bulmuştur. Yani kilise, topluma vaat ettiği cennet hayalini topluma zindan etmiş, tarih içinde de görüldüğü gibi, özellikle engizisyonla karşı inançları telef etmiştir. Özellikle Yahudi toplumunu aşırı derecede taciz etmiş hatta “kabalist” oldukları için Yahudi kadınları cadı diye direklere bağlayıp yakmışlardır. Cadılar bayramı da hala bu espri üzerine kutlanır. Şimdi bu, üzerine çok çalışma yapmak gereken bir konu ama egemen güçlerin birlikte organize olarak yaptığı bu toplu hareketin karşısında tek tek bireylerin ne gücü olabilir? Bu bir inanç ve bir tutku meselesidir. Yani insanların sadece düşünerek, tefekkür ederek, fikirlerini geliştirerek toplumsal etkileşimde bulunmaları, bir nevi, düşünceyi pratiğe dökecek kişileri aramayı gerektirir.

İşte Avrupa’da bunun bir inanç hareketine dönüşebilmesi için fikirlerin felsefe boyutunda kalması yeterli değildi. Bunu ideolojiye dönüştürmek lazımdı yani bu fikirlerin etrafında insanların toplanması ve bunu eyleme koyup hayatlarını değiştirmeleri gerekiyordu. O zamana kadar, hayatlarını değiştirme fikri insanların kendilerinde yoktu çünkü yöneticiler vardı, krallar, papalık vardı, kararları onlar verirlerdi. Ne istiyorlarsa öyle olurdu ama halk da böyle bir değişimi kendisi üstlenecek yetkinlikte, düzeyde değildi. Ta ki bu modernite ve onun temel söylemi olan Immanuel Kant’ın söylemine dek; “Aklını kullanma cesaretini göster”. Tek tek her bireye söylüyor bunu; “aklını kullanma cesaretini göster ve düştüğün çukurdan kendin çık. Başkası seni oradan çıkaramaz. İnsan kendi düşüncesi, eylemiyle, düştüğü yerden kendisi ayağa kalkarsa aydınlanmıştır” diye düşünüyor Kant. Dolayısıyla, aydınlanma insanlara dışarıdan verilemez. Bu ideolojilerde de böyledir biliyorsunuz; Marx’ın öğretisinde de başlangıçta böyleydi ama daha sonra Lenin, aydınlanmanın aydınlar tarafından proleter sınıfa dışarıdan verilmesi önerisinde bulunmuştur. Burada söylemek istediğimiz, felsefenin o verimli düşünce sahasından, eylem sahasına çıkabilmesi için fikirlere tutku ile bağlanmanın gereğidir. Ama tutku ile bağlanılacak fikri içselleştirmiş olmamız gerekir. İçselleşmemiş bir fikir, dışımızda bir obje gibi duran, varlığımızla katılmadığımız, varoluşsal olmayan bir lojik, rasyonel bir kuram, eyleme dönüşemiyor. Bu bakımdan modernitenin başlangıç noktasındaki düşünürleri, özellikle Fichte, o zamanın gençlerini ateşleyen konuşmasını yapıyor üniversitenin açılışında; “Siz yapacaksınız” diyor. “Gençler siz yapacaksınız”.  Neyi? “Bütün bu aristokrasinin baskılarını, kilisenin evrenselci baskılarını siz kıracaksınız ve özgürlüklerimizi, kendi kendimizi idare edebilme özgürlüklerini siz kazandıracaksınız” der. Bu ünlü bir konuşmadır ve ateşler Avrupa gençliğini. O kanları kaynayan gençler akıllanır, üniversitede eğitim görerek dünyalarını değiştirmeye karar verirler. Hatta Immanuel Kant’ın o dönemdeki kilise karşıtlığı ─kendisi de oradan geliyor yani teolojiden geliyor- saf inancın öğretisine karşı değil, bunun bir kurum haline gelip totaliter bir şekilde birilerinin eliyle uygulanmasına karşı ve bunun karşıtı olarak nasıl başa çıkılacağını çözümlerken üniversiteyi öneriyor. Dünyanın her yerinde üniversiteler açılacaktı yani eğitimi bütün dünyaya yayma, bu da bir anlamda kilisenin, katolizmin karşıtı bir davranıştı yani “universal city”, evrensel devlet, evrensel şehir, evrensel ülke modeli üniversite olacaktı ve dünyanın her yerinde bu açılırsa ve orada eğitime girmiş insanlar birbirleriyle doğrudan tanışmasalar da aynı kilisenin üyeleriymiş gibi ortak bir şuur, ortak bir akıl elde edebileceklerdi. Bunun için Kant şöyle der; “görünmez kilisenin üyeleri olacağız”. Bu görünmez kilise, üniversite ama üniversitenin kurumu değilde, onun arkasındaki akıl. Bu akla iye olmak, o akıldan pay almak, o akla katkı vermek. Nedir bu akıl? Ortak akıl. İşte bu ortak aklın ilk tezahürü insanların kendi kendilerini yönetmeleri ile ilgili, baştan beri söylenen; söz kurallara bağlanmalı. İşte bu kurallar hukuk. O halde, ortak aklın söyleme çıkışı hukuk, görünüşe çıkışı da bu hukukun kurumlarıdır.

Peki, kilise ne yapıyordu? Kilise, “Tanrı buyruğunu egemen kılacağım” diyordu ve bu çok sempatik bir söz ve insanlar da inanıyor.  İyi de kim? Birtakım din adamları, onlar diyor ki; “Tanrının buyruğunu biz egemen kılacağız”. Ruhban sınıfı. Peki, tanrı sizi nereden görevlendirdi, nasıl oluyor yani bu iş? Efendim “İncil’i biz iyi okuyoruz” dolayısı ile biz okuyalım. “Siz okuyamazsınız, bu çok yüksek bir kelamdır. Bunu teoloji, felsefe alanlarında eğitilmiş insanlar ancak anlayabilir ve hatta Ruhu’l Kudüs’e mazhar olmuş olması da lazım. Siz öyle misiniz? Hayır ama biz öyleyiz”. Buna “Klarikos” diyorlar yani ruhbanlar ve bu ruhbanlar Tanrının sözcüleri. Tanrının sözcüleri ama Tanrı’yı onlar konuşturuyorlar; “Tanrı şunu demek istiyor, Tanrı bunu istiyor, Tanrı şunu istiyor”.  Bunu söyleyen onlar. İnsanlar aslında “Tanrı” diye görünmez bilinmez bir mefhuma, görünür bilinir despotlardan aldığı fikir, bilgi ile ulaşmak istiyor. Meyancılık da denir buna. Şimdi bu masum da olabilir, kasıtlı da olabilir. Ama her iki durumda da ister masum olsun ister kasıtlı olsun, her iki durumda da insanın kendi inisiyatifini, kendi iradesini kullanması söz konusu değil.

Şimdi, bu ayrım İslām dünyasında, bu uygarlığın içinde pek anlaşılır bir şey değil. Yani bizde, dini dogmamızda klarikos yok. “Lâ ruhbâne fiddîn”, “Lâ klarikos” demek. Klarikosu reddediyor İslām dini Kur’an’da. Klarikosu reddedince aslında dini halka kim anlatacak, halk ile din arasındaki ilişkiyi kim üstlenecek, madem klarikos yok? Klarikos, Hıristiyanlıkta bunu yapıyordu. İslām’da bunu ulemā yani alimler yapıyor. Şimdi bu bir sorunsal. Kimler kast ediliyor? Ālimler. Kur’an’ın öz metninden destek alınmaya kalkıldığında ulemā tanımlanıyor: “Ulemā-i rāsihūn” yani kök salmış ālimler. “Ālim” dediğim Arapçası, Türkçesi “bilgin” olan bir söz. Bugün “bilginler” diyoruz ama rusūh bulacak, kök salacak. Bugünkü anlamı “uzmanlık”. Kur’an “Ulemā-i rāsihūn’a danışın” diyor. Sadece danışın. “Onların emri altına girin” demiyor. Danışın. Danışmanlık alabilirsiniz. Fetvā buna deniyor. Şimdi modernler bunu bilmediği için, Batı aydınlanmasını okuyup Rönesans’ı, oradaki gelişmeleri, oradaki kurumsal dine yapılan karşıtlıkları baz alarak, aynen dönüp İslām dini için de aynı bunları kullanıyor. Hâlbuki İslām’da klarikos yok, ruhban ret ediliyor, zorlama yok; hâlbuki Hıristiyanlıkta var. “Lâ ikrâhe fiddÎn”: Dinde zorlama yok. Bu danışmanlık, yani fetvā dediğimiz şey bugün bütün bilim dallarında var. Yani danışırsınız yazılı şekilde, size yazılı şekilde cevap verir. O danışmanlık illa benim dediğimi gidip yapın anlamına gelmez. Ama klarikos öyle değil. Klarikos emir kipinde. St. Augustine’ne kadar dağınık olan ve bir anlamda yaptırımı olmayan kilise inancı, St. Augustine’den sonra karşıtlarını, karşıt görüşleri tasfiyeye giderek,” bunlar yanılsamalı bilgi” diyerek diğer görüşleri ortadan kaldıran kilise, sonra tek tip düşünceyi egemen kıldı ve onu bütün dünyaya yaymaya kalktı. Aztekler katledilirken oradaki İspanyollar, Portekizler çok insan öldürüyor; askerler rahatsız oluyor. Duyarlı davranıyorlar ama Cortez, Aztek kralının iki eliyle ağzını açıyor; “Onun içinde ruh yok” diyor, Ruhu’l Kudüs’ü kast ederek. Yani Ruhu’l Kudüs bir insanda yoksa o hayvan mertebesindedir, dolayısıyla, İsa’nın öğretisinden anladıklarına göre o, çöpe atılabilir. Ruhu’l Kudüs almayanlar, daldan kopmuş yapraklar gibidir. Kuruyan yaprakları da ne yaparlar? Gehenna’ya atarlar. Bu gehenna biliyorsunuz, Kudüs’te çöplerin yakıldığı yerin ismi. İşte “cehennem” sözü oradan geliyor. Gehenna, çöplerin yakıldığı yer. Bu demek ki sembolik bir anlatım. Gehenna, cehennem. Şimdi, “Ruhu’l Kudüs’ü biz veriyoruz, birileri de alıyor” durumunda, ruhbanlar kendilerinde, ruhlama, affetme, bağışlama yetkisini görüyorlar ve şirk dediğimiz şey ortaya çıkıyor. İslām dininde “şirk” diye söylenen budur. Aforoz edebiliyorlar, kabul ediyorlar, ret ediyorlar, ruhluyorlar ama şimdi eğitim yapıyorlar, işte bir üniversite hocası gibi eğitim veriyorlar. Üniversitede eğitim veriliyor ve sınıf geçip geçmemeyi de hocalar karar veriyor. Doğru ama bir yöntem ile. O yönteme bağlı olarak keyfi değil. Şimdi diyeceksiniz ki, “Hıristiyanlıkta da böyle bir yönteme bağlı, tek tek papazlar kendi keyiflerine göre bir şey yapmıyorlar”. Ama benim, bir dönem papaz efendiye sorduğum gibi, dedim ki; “Efendim siz günah çıkartıyor musunuz?” “Evet” dedi. “Peki, aynı günahtan insanlar tekrar geliyor mu?” “Ohoo” dedi, “Hem de kaç kere”. “O zaman çıkartamıyorsunuz” dedim; çünkü İsa çıkartıyordu ve İsa’nın günahını çıkarttığı ünlü Maria Magdalena bir daha günah işlemiş değil. Demek ki o, çıkartıyormuş. “Ben dua ediyorum, O ise Rabbi, günahı O çıkartır”. O zaman seni tayin eden birisi mi var? Yani Tanrı mı, peygamberin kendisi mi? Hayır. Sen kendini tayin ediyorsun bir örgüt olarak. Toplanıp karar veriyorsunuz ve o hakkı kendinizde görüyorsunuz. İşte buna, İslām hareketi çok önceleri karşı koyuyor, ruhbanlığı yadsıyor; Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Kur’an’ın kendisi de yaptırım gücü taşımaz. Kendisi, kendini tanımlıyor; Kur’an bir nasihattir yani danışmanlıktır. Ālimi varsa ondan danışmanlık alabilirsin ama fiili sen yaparsın. Sorumluluk doğrudan doğruya bireyin kendisindedir. Batıda 18. yüzyıl, daha sonra günümüze kadar gelen bu modernite hareketi -“modernizm” biçiminde sistematize olmuş tarafı sorunlu da olsa-  aslında ruhbanlığa, dini zorbalığa ve klarikos-laikos ayrımına karşı yapılmış hareketlerdir. İslām’ın kendi ruhunda bu yok. Böyle karşı koyacak bir kurum, bir baskı bu anlamıyla yok; mahalle baskısı var, yöneticilerin baskıları var ama dinin kendi içinde herhangi bir baskı unsuru yok. Yani modernitenin söyleminin kökleri aslında Medine Sözleşmesinde var; Kur’an’ın söyleminde de var. Biz bugün böyle mi anlıyoruz? Hayır. Çünkü aynı Batıdaki gelişmeler gibi…  İncil’de yoktu bunlar; kurumlaştıktan sonra oluştu. İncil’de söylem olan kurumda yaptırıma dönüştü. Din adamları yok deniyor Kur’an’da; “Lâ ruhbâne fiddîn”: din adamı yok, evet ama maaşlı din adamlarımız var, dini onlar öğretiyor yani ruhbanlığın bir nevi kopyası. Öyle bir yetkileri yok, bu konuda maaş almaları imkânsız Kur’an’a göre birçok yerde şöyle deniyor: “Bu āyetleri ücret karşılığı satmayın”. Bitti. Açık, net: “Lâ ruhbâne fiddîn”. Ama birileri bu görevi üstleniyor ve bunun ücretini alıyor, bunun eğitimini veriyor, bunun fetvāsını yaptırım biçiminde vermeye çalışıyor. Yani demek istediğim şu; söylemin kendi özü ideal de olsa uygulama onu bozar.

İncil Latince yazılmıştı, diğer dillere çevrilmemişti biliyorsunuz, halkta Latinceyi bilmediği için bu aracı kurumlar İncil’i onlar anlatıyordu, halk da öğreniyordu. Aynısı İslām âleminde de Arapça. Arapça bilenler, aracı kurumdan, tercümanlıktan, giderek ruhbanlığa, giderek otoriteye dönüştüler. Şimdi bu diğer dinler için de söylenebilir ama özellikle Batı dünyasında bu iki din hem çatışır hem ortaklaşa yanları ile birleşir. İki din yani Hıristiyanlık ve Müslümanlık tartışmanın göbeğinde yatar. Yahudilik burada rol almıyor mu? Yahudilik her ikisinin de ilk söyleyicisi, eski kadim söyleyicisi olmasına rağmen dinde yayılmayı istemediği için, başkalarının o inancı benimseyip aralarına katılmaları söz konusu olmadığı için yani Yahudi doğan Yahudi olur aileden gelen genetik bir kodlamayla. Hıristiyanlıkla Müslümanlığın taşıdığı iddiayı bunlar taşımıyorlar. Onlar diyorlar ki; “Biz Tanrı’nın seçkin evlatlarıyız, bizim yaptığımız kimseyi ilgilendirmez”. “Tanrı’ya şöyle taparız, böyle taparız, bu kimseyi ilgilendirmez”. O zaman sorun değil, kendi inancı. Grup tek bir kişi imiş gibi kendi vicdanının hareketlerini yapıyor, başkasına dayatmıyor, başkasına bunu zorlamıyor. Ama Katolik olan, evrenselci olan din ve ideolojiler bunu dayatır. Şimdi bu, totaliterizme karşı birey. Kurumların totaliter egemenliğine karşı birey. İslām’da, Kur’an’ın bireyi öne çıkaran söylemi Emevî saltanatı ve daha sonra gelen saltanatlar yoluyla gölgelenmiştir; birey, ferdî hikmet gölgelenmiştir. İslām’ın kaynağında ferdî hikmet var, birey var ama giderek gölgelenmiştir. Batıda ‘ben’, felsefenin doğurduğu bir şeymiş gibi görünüyor, Rönesans’ta sanatçılar ve filozofların bireyi ortaya çıkarttıkları var sayılıyor ama hâlbuki bireyin motivasyonu İncil’den geliyor. İncil’de, İsa’nın öğretisi, doğrudan doğruya ruh-birey, bireyselliği anlatıyor. O yüzden İsa mîlāttır. O güne kadar bütün dini, ideolojik hitaplar kitlelere yapılırken ilk defa İsa ile bireye hitap başlıyor, sonra İslām bunu sürdürüyor. Hâlbuki daha önce baktığımız zaman Tevrat belirli bir kavime hitap eder, öğretisi evrensel değildir. İncil ise tüm insanlığa hitap ettiği için bireyi aidiyetleri ile değil kendi edimleri ile sorumlu tutmuştur. Dolayısı ile din vicdana bırakılmıştır. Kilise kurumu ise sistematik olarak bu vicdanları ele geçirme projesidir; despotizimdir.

Şimdi, “Kendi aklını kullan” ne demek? Ruhbanlar sana bir şey söylüyor, öyle yaparsan hayırlı, iyi olur cennete gidersin, Tanrı seni beğenir vs. bunlara sen karar ver. Karşıda durabilirsin, takip de edebilirsin; “Kendi vicdanında bunu oluştur” demek. Bunları sana birileri, ebeveyn gibi sürekli birileri öğretmesin. Yani bir nevi rüşt, gelişmişlik düzeyi ortaya çıkmış olmalı ki modernite, değişme olanağı olan toplumda karşılık bulabilsin yani taraftar toplayabilsin. Bu da o dönemde, sanayinin başlangıcı, eğitimin yaygınlaşması ve hakikaten insanlığın ─hem sanat ve felsefenin de yaygın olması ile- belli bir düzeye geldiği söylenebilir ki bu maya orada tutabilmiş.

Şimdi bu eyleme geçtiğinde, bu görüşler eyleme geçtiğinde, Fransız devrimi, Amerikan devrimi de söz konusu ama Fransız devrimi üç ilke ile bütün hayatı yeniden örgütlenmeye kalkışıyor. Nedir? Kanun önünde eşitlik bununla başlıyor. İlk önce egalite ile başlıyor. Üç tip insan var: ya aristokratsınız ya ruhbansınız ya da üçüncüsü. Avrupa’da böyle bir terim kullanıyorlar: üçüncüsü. O kim? “Ayak takımı” diyor, halkın tamamı. Ruhban niye bu kadar yüksek? O, eğitimli, belirli yasalar içinde örgütlenmiş bir kaliteyi ifade ediyor. Aristokrat; miras yoluyla tarihte yüzyıllar boyunca, yemeyi içmeyi, oturmayı kalkmayı, sanata değer vermeyi filan öğrenmiş kişiler. Halk dediğin zaman, o dönemde köylü ve küçük el sanatları. Bunlar serseri kabul ediliyor. Eğitimli değiller, aristokrat değiller, miras almamışlar ama eğitim de görmemişler, “üçüncü kişi”. İşte bu üçüncü kişi büyük ölçekte köylü. Ne üretiyorsa aristokratlar el koyuyor, kilise el koyuyor. Kendisi kendi yiyeceğini çalışıp, çalışıp onlara veriyor, o kadar acıklı durumlar var ki… Avrupa’nın neredeyse tamamında var bu. Şövalyelik oradan türüyor. Derebeyleri evliliklere de el koyuyor; gelinler ilk gerdek gecesini derebeylerinle yatmaya zorlanıyorlar. Şimdi buna şövalyeler karşı çıktı. Şövalyeler, yasaların olmadığı, bir yönetimin olmadığı yerde, tek tek bireyler, halkın yanında aristokratlara karşı, ruhbanlara karşı, kötülere karşı savaşıyorlardı. Bu romantik dönem. Romantik dönem şövalyelerin dönemidir ve incelemeye değer. Şimdi modern insanın, bireyin, kendi aklını kullanma cesareti hem eğitim gerektiriyor hem örgütlenme gerektiriyor. Bunun hayata geçirilişinin başlangıcında eşitlik istiyoruz sonra bu eşitlik için özgürlüklerin genişlemesini istiyoruz sonra bunları nasıl yapacağız? Dayanışarak. “Kardeşlik” sözcüğü Türkçeye öyle çevrilir, kardeşlik aslında böyle “brotherhood” anlamında bir kardeşlik değil belki bir sendika gibi dayanışma. Örgütlü bir dayanışma olmadan fikirler hayata geçmiyor. Bu Fransız devrimi ile o serseri ayak takımı dedikleri, üstelik de hapishanedeki siyasi tutukluların da salıverilmesiyle hayata geçirildi. Çok kanlı oldu Fransız devrimi. Fakat bireyi ortaya çıkartan çok güçlü bir devrim. Bunun öncülü Napolyon Bonapart yani bugünkü Avrupa’yı, bugünkü bizim yaşam biçimimizi dizayn edenlerin bir tanesi de Napolyon Bonapart. Aristokrat değil, ruhban değil, bir general. Halkın içinden gelmiş fakat muzaffer bir general. Ta Mısır’a kadar gidiyor, fethediyor. Büyük bir fatih, zenginlikler de getiriyor, herkesi memnun ediyor. Bugünkü Paris’i inşa ettiriyor; olağanüstü bir kent kuruyor. Fakat asıl mühim durum şu; Papa’ ya diyor ki; “Ben kral olacağım” yani “tacı benim kafama koyacaksın”. Papa da diyor ki; “Sen asil değilsin, aristokrat değilsin, bu mümkün değil”. Peki, nedir mümkün olmayan aristokrat meselesi? Merovenj ailesi diye bir aile var, bu aile, İsa’nın soyu olarak kabul edilmiştir. Kaybolmuş kutsal kāse sembolik yorumunda Mecdelli Meryem’dir. Mecdelli Meryem’in rahmi kadehtir ve İsa’nın kanını yani çocuğunu taşıdığına inanılmaktadır. Şövalyeler İsa’nın çocuğunu bulduk ve Avrupa’ya getirdik. Çocuğunun çoğunun çocuğunu, o soydan gelen kutsal kâseyi bulup getirdik. İşte bu, Merovenj ailesi ve bütün Avrupa kralları onun kanından olmalı. İsa’nın kanından oldukları için kutsal oluyorlar, buna “mavi kan” deniyor ve bütün Avrupa kralları birbirleriyle akraba oluyor bu yöntemle ve bu gizli tutuluyor. Dan Brown da buna benzer şeyler yazdı biliyorsunuz. Şimdi, burada “Sen aristokrat değilsin” derken, bunu kast ediyor Papa. Papa; “sende İsa kanı yok ki, sen yönetemezsin. Yönetici ancak Tanrı’dır. İsa da Tanrı adına yönetiyor. İncil’i şerif böyle der. Böyle olunca sen yönetemezsin, sen sıradan bir adamsın, sana taç yok” diyor. O sırada papalık borç içinde ve Napolyon da haber yolluyor; “Borçları ben öderim”. Tacı satın alalım; borçları ödeyelim, biraz da fazla verelim, şu tacı giyelim. Tamam, anlaşıyorlar. Çok önemli olduğu için anlatıyorum, bugünkü hayatımızın inşa edildiği bir nokta. Tören düzenleniyor; papa tacı tam Napolyon’un başına giydirecek, Napolyon Papa’nın elinden tacı alıyor ve herkesin önünde kendisi başına geçiriyor. Olağanüstü bir şey; birey doğuyor, dünyaya kafa tutuyor; “Kendi tacımı kendim giyerim”.

Kant’ın “Aklını kullanma cesaretini göster” dediğini Napolyon bilfiil yapıyor; koyuyor başına ve Papa’nın bütün otoritesini kırıyor. İşte fitilin ateşlendiği nokta budur, ondan sonrası çığ gibi… Papa’nın tavassutuyla kral olmuş imparatorlar yani çoklu halklara hükmedenler çözülüyor; çözülünce Fransız devrimi de bunun en büyük örgütçüsü. İmparatorluklar çöküyor. İmparatorluklar çökünce ulusal hareketler… Ulusal hareketler temelde dil birliği istiyor; dil ontolojisi. Dil birliği, kültür birliği tarihi, macera yani tarihi akışı birlikte, ne derler; “Kaderde, kıvançta, tasada bir olmak”. Bu kültür dediğimiz şey yani o imparatorluklar ve din temelli dünya tasarımı, yerini kültür temelli dünya tasarımına bırakıyor ve bugünkü uluslar doğuyor.

Şimdi, bu bütün dünyaya sirayet eden bir hareket olduğu için Osmanlıya da geliyor ve Osmanlı, kendi dışından, tamamen kendi iç dinamiklerinin zayıflıkları, borçlanmalar filan birçok nedenler biliyoruz, ama imparatorluk olarak kendini sürdürebilme gücünü belki gene kendi içinde değişimlerle bulabilirdi ama birinci dünya savaşı onun parçalanmasına sebep oldu, bütün dünya saldırdı ve parçalandı. Arkasından tekrar imparatorluk var olabilir miydi? O günkü koşullara dönüp baktığımızda bütün dünya için, sadece onlar için değil yani Rusya’daki Çarlık aynı dağılmaya uğradı, Avusturya aynı şekilde, Cermen İmparatorluğu çökmüş, İspanyol İmparatorluğu… Yani imparatorluklar çöktüler. Dolayısıyla Osmanlı’da imparatorluk çöküyor. Fakat burada ebedî devlet sözü vardır: rejim değişir, halk, kültür taşıyan halklar, rejim değişebilir, yeni rejimle devlet gene sürmektedir. Devlet devam eder, devletin sürekliliği var orada. Biz rejimi devlet zannettiğimiz için o devlet yıkıldı yerine başka devlet kuruldu filan… Öyle bir şey yok. Bir rejim değişikliği fakat bu rejim ulusal kültüre dayalı rejim. İmparatorluğun hanedana dayalı veya Batıdaki gibi dogmaya dayalı bir görüş değil. Şimdi bu anlattığımı, kendi tarihsel referans sistemi içinden bu toplum doğurmuş mudur? Yoksa hakikaten jakoben, Batıdan bir taklit olarak Fransız devriminden ithal mi etmiştir? Bu tartışma çok var. Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar felsefî tartışmalarda, teolojik tartışmalarda da var, siyasi tartışmalarda da bu süre gidiyor.

Ben size doğrudan doğruya kaynağından, devrimlerin önderi olan Kemal Atatürk’ün kendi sözlerinden örneklerle bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum. Batıyı şu şekilde tanımladıktan sonra burada nasıl bir devrim yaşandı bir daha anımsayalım. Daha özlü bir anlatım için kısaltmalar yapacağım. Şimdi Kemal Atatürk’ün önemli gördüğüm bir tespiti var. Temelde bu görüşler var. Çok basit üç beş paragraftan oluşan ama çok derin, benim üzerimde etkileri büyük olan görüşler ve yazının tamamını bulabilirsiniz, yazılı belgeler de var ama ben içlerinden bazı şeyler, böyle anlam kaydırma çabasıyla değil daha özlü anlatım için, kısaltmak için alıntılar yaptım. Bizzat kendi ifadesi:

Efendiler! Tanrı birdir ve büyüktür! İnsanlar: İki sınıfta, iki devirde incelenebilir. İlk devir: Beşeriyetin “Çocukluk” ve “Gençlik” devridir. İkinci devir: Beşeriyetin “Rüşt” ve “Kemâl” devridir.

Bakınız Batıyı anlatırken bireyin ortaya çıkabilmesi için, belli bir reşit, yani reşit demek, kendi sorumluluğunu alabilen insan demek; vesayetten çıkan, velayetten de hatta. Şimdi biz mesela vesayeti, velayeti çok abartıyoruz. Tasavvuf terimleri, dini angajmanlarımız; “Veli efendim, O çok büyük Veli”. “Veli; koruyucu” demek. Hani okula gidersiniz bir veliniz vardır orta öğretimde ama aslolan reşit olmaktır. Reşit olduğunuz zaman velayetten kurtulursunuz. Vali ile veli aynı terimdir. Vali, zāhir dünyada; dış dünyada, koruyucu kollayıcı demek. Veli de manevi koruyucu kollayıcı demek. Ama velayetten mezun olmak icap eder. Velayet altındaki bir insan reşit değil, rüştünü ispat etmemiş. Ne demek? Sorumluluk alamaz, hep danışmak zorunda. İnsan hakikaten reşit değilse, reşit olmadan reşitmiş gibi yaparsa ne olur? Kakofoni olur. Gerçekten reşit olan bir toplum veya bir birey reşit olduğu zaman sorumluluğu alabilir. Yoksa daha çocuk bilincinde bir topluma sorumluluk verseniz ne yapar? Tarih gösteriyor. Şimdi burada ─bir de ben espri yapıyorum, kendisinin böyle bir kastı yok- “Beşeriyetin rüşt ve kemal devri” diyor. Bir de kendisine “Rüştiye’li Kemal” derler. Böyle miladî bir şey de var; orada bir nokta koyuyor.

Beşeriyet; Birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla, kendisiyle iştigal etmeyi istilzam eder.

Yani insanlığın çocukluk ve gençlik dönemine dair tespiti, vesayet ve velayet işte. Korunmaya kollanmaya ihtiyacı vardır ama maddi vasıtalarla da. Hem bilgi hem maddi bir şey hem otoriteler olacak ki, o toplum, toplum olabilsin. Ama reşit olunca da onu sırtından atmaya kalkmıştı. Şimdi Atatürk devam ediyor:

Allah, kullarının lâzım olan nokta-i tekemmülüne vusûlüne kadar, kullarıyla iştigâl-i lâzımeyi, ulûhiyyetten addeylemiştir.

Bakın çok net bir şey söylüyor. Şimdi bu din adamı değil, asker olduğu söyleniyor. Muzaffer bir komutan olduğunu biliyoruz, devlet adamı olduğunu biliyoruz, devrimci olduğunu biliyoruz, dünyanın en şık insanı olduğunu biliyoruz fakat öyle derin teolojik kelâm ediyor ki burada, şaşırtıcı. Allah, kullarının lâzım olan nokta-i tekemmülüne vusûlüne kadar, kullarıyla iştigâl-i lâzımeyi, ulûhiyyetten addeylemiştir.

Nokta-i tekemmül”, reşit olmak. Sorumluluk alıncaya kadar kullarına, peygamberler, veliler, azizler vasıtasıyla yardım etmiştir diyor. Peki, nokta-i tekemmül, yani reşit olunca ne olacak? İşte o zaman şöyle diyor:

Artık, beşeriyetle bivâsıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir.

Ne zaman? İkinci devir. “Rüştiye’li Kemal” devri. Rüşt, reşit olan, sorumluluk alan yani halk, kendi yönetimini kendisi üstlendi, bak, reşit oldu. “Reşit olmak” bu. Halk kendi yönetimini kendi seçmeyi kabul etti. Bütün o geçişin zorluklarına rağmen, işte alışkanlıklara rağmen, tarihsel birikimin büyük bir devrim ile sarsılmasına rağmen halk bunu kabullendi çünkü bir muzaffer ordu, onun ön değeri işgal altında, hayatî noktaya gelmiş bir toplum, ölüm-kalım noktasına gelmiş bir toplum ve oradan kendi çabasıyla ─birileri gelip kurtarmadı, padişahın orduları gelip kurtarmadı ya da dışarıdan başka güçler gelip onları kurtarmadı- kendileri çete haline geldiler. Bu çeteler Kuvā-yı Milliye’ye dönüştü, sonra bunlar örgütlendi ve halk kendi kendini kurtardı. Kant’ın söylediği, Napolyon’un başına taç olarak giymesi gibi, halk kendi egemenliği için kendisi savaştı ve dünyadaki güçlerle de savaşarak kendini yönetmeye, bir meclis ile kendini yönetmeye karar verdi. Şimdi bu noktainazarda Atatürk diyor ki; “Artık beşeriyet bilvâsıta; vasıtasız, temas edecek” diyor, vasıtaları kaldırdı diyor. Kim? Cenāb-ı Hakk. İlginç değil mi? Devamı bakın; “Beşeriyetin dereceyi idrak, tenevvür ve tekâmülü, her kulu doğrudan doğruya ilhamat-ı ilâhiyye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur”. Ben dünyada hiçbir teologdan, hiçbir ilahiyatçıdan böyle net bir tespit görmedim. Şimdi bu ferdî hikmet konusu Kur’an’ın özüne, ruhuna tam uygun. Ama Emevî, Abbasî, Selçukî, Osmanlı gölgesi altındaki İslām dini, bu ferdiyetini, başlangıcında var olan özgürlüğünü yitirmişti. Ona bu özgürlüğü hatırlatıldı. Kendi özgürlüğü için bizzat halkın kendisi savaşarak kendi egemenliğini eline aldı, rüşt, reşit oldu. Şimdi o zaman ilginç bir nokta başlıyor; “artık hiç kimse senin vicdanını yönetemez” diyor. “Vicdanın doğrudan doğruya ilhāmat-ı rabbaniye ile temas halindedir” diyor. Şimdi artık sen bir sorumluluk aldın ve bireysin. Bakın ilahiyat ile de temellendiriyor. Fransız devrimi kopyalayıcısı bu kelamı etmez, edemez. Kendi tarihsel köklerinden besleniyor. Burada örnek veriyor çok ilginç bakın.

Bu toplum tipolojik Hermeneutik ile tanışıktır. Tipolojik Hermeneutik her ne kadar Dilthey’den sonra disipline edilmişse de peygamberler tarihi tamamen budur. Kur’an da bir bakıma peygamberler tarihi gibidir; içinde yirmi yedi tane ad geçer, -yorumla da çoğaltılabilir- yirmi yedi peygamber tiplemesi vardır ve bu tipolojiktir. Örnek kişiliklerle eğitim, kavramsal değil, felsefî değil, tipolojiktir; örnekleme iledir çünkü bu toplum, sezgisi ile bu tipoloji üzerinden anlamaktadır. Bakın tek tip değil dikkat edin, peygamberler çoklu, her biri farklı bir tipi temsil ediyor, her biri farklı bir tanrısal ismin mazharı kabul ediliyor. Kur’an-ı Kerim’de bu tipolojinin toplumu nasıl oluşturduğu veya topluma nasıl etki ettiği anlatılıyor. Bunu Atatürk içlerinden iki tane önemli figürü öne çıkartarak bu konuşmasına ekliyor;

Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan eğilimlerini açığa vurdu.

Gene biraz önceki vurguladığım, değişme yeteneği olmayan toplumlar değiştirilemez. Bunu tekrar anımsayalım. Yani bir Mısır dönemini hatırlayın ve Mısır dünyada o dönem için dünyada tek egemen devlet. Bugün Amerika Birleşik Devletleri bile onun gücünde değil çünkü karşısında Çin var Türkiye var bir yığın. Ama o zaman Mısır’ın karşısında daha sonra biraz Hititler kafa kaldırıyor ama onlar dünya hâkimi ve bu toplumun içinde köleleştirilmiş ama o köleleştirilmiş olanların içinde bürokrasiye de geçebilenler olmuş tabi. Ama geniş kitleler köleleştirilmiş ve efendilerine çalışıyorlardı. Şimdi bu insanların, özgürlük istemini kendi üzerinde temsil eden Musa ile gerçekleştiğini ve o toplumdan çıkıp tehlikeli bir yol olduğunu, 40 yıl çölde yolculuk yaparak ve nehirleri, denizleri aşarak Kenan diyarına gittiğini biliyoruz. Bunu, Atatürk, dinî bir şey olarak bilmiyor mu? Biliyor. Hazreti Musa’nın peygamber olduğunu biliyor. Bu kavme Allah tarafından gönderildi ve o kavme Allah emirlerini verdi. Bunları zaten herkes biliyor ama Atatürk bambaşka bir yerden bakıyor; gerçeklikten almış, o insanlar, köleydiler eziliyorlardı ve onlar özgürlük istemi ile yanıp tutuşuyorlardı. İşte esaretten kurtuluşun önderi oldu Musa. Şimdi böyle bir okuma, böyle bir tipolojik okuma. Kurtulanlar neyi kurtardılar? Nelerini kurtardılar? Bugünkü dil ile söyleyecek olursak; kendi yaşamlarını, varoluşlarını kurtardılar, kendi özgürlüklerine göç ettiler, kölelik evinden özgürlük evine göç ettiler. Tamam ama bir dinî öğretinin içinde ilginç bir şey var. “Neşemah” diye bir şey var. “Neşemah”, ruah değil yani ruh değil. İşte bu daha sonra İsa’nın söyleminde “Ruhu’l Kudüs; kutsal ruh” diye bildiğimiz şeyi o zaman “neşemah” diye söyleniyor. Bu ne? “Tanrının emri” demek. Ruhu’l Kudüs; Tanrı’nın emri, Tanrı’nın iradesi. Kim Tanrı’nın iradesini kabul ediyorsa onun “Neşemahı var. “Nefeş”, Arapçası; “nefs” İbranicesi; nefeş, nefslerini kurtarmadılar. Bedenlerini tabii ki alıp gittiler. Tabii ki nefsleri vardı; evleniyorlardı, yiyip içiyorlardı; nefsleri vardı.  Bireysellikleri de vardı ama “Neşemah”larını kurtardılar yani imanlarını kurtardılar bu insanlar.  Şimdi aynı kurtuluşu bu kez Musa’nın önderliğinde bir toplum yapmışken bu kez İsa örneğinde birey yapıyor. İşte “bireyin doğuşu ve Atatürk şöyle söylüyor:

İsa; zamanının nihayetsiz sefaletlerini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde, âlemde tahakkuk etmeye başlamış olan şefkat severlik lüzûmunu, din halinde anlatmak yolunu tuttu.

Nasıl tespit? Nihayetsiz sefalet var, zülüm var. Romalılar bütün her tarafı darmaduman ediyorlar. İnsanlar inim inim inliyor. Mısırlı kendi içine aldığı kölesini zalimce kullanıyordu. Roma her tarafa gidip köleleştirip aynısını yapıyor ve oradaki sefaletin içinde Musa gibi yeni bir toplum oluşturma, devlet oluşturma, hukuksal bir bağlam ile yönetim kimin olursa olsun o baskı altında ruhların serbest bırakılabilmesi, özgürleştirilmesi olanağını arıyor. Atatürk bunu böyle okuyor ve İsa için; “zamanın nihayetsiz sefaletini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde, âlemde tahakkuk etmeye başlamış olan şefkat severlik lüzumunu, din halinde anlatma yolunu tuttu”. Din, yaşam biçimi demek. Din halinde demek, yaşam biçimini şefkat severlik üzerine kurmak istedi. Yaşam biçimi şefkat. İncil-i Şerif’e bakarsanız, din tanımı orada üç ilkeye bağlanmıştır: “İman, ümit, sevgi” diye yazmışlar, şefkat olması lazım. Şimdi onu sevgi diye söylediniz mi, Türkçede özellikle, anlamını yitiriyor. Oradaki “charity” aslında Meryem Sūresinde var yani, feminen, şefkat, anne şefkati demek. Mesela Kur’an-ı Kerim, Meryem Sūresinde, Hazret-i Meryem’i “kadınların en hayırlısı” diye söylüyor. İsa, Rūhu’llāhtır; Kur’an’a göre bireyselliktir. O’nun annesi, özgürlüğün doğurucusu olan annesi yani şefkat, annenin şefkatidir ki tanrısaldır, öğrenilmiş değildir yani. “Tanrısaldır” lafını, ister tanrısaldır deyin, ister doğasaldır deyin, içgüdüdür deyin, öğrenilmiş değil. “Kadınların en hayırlısı anne olandır”; Meryem Sūresi budur. Ama “Meryem” diye bir kadın var, o en hayırlıdır, diye düşünürsek o zaman tipolojiden çıkıyoruz, hermeneutikten çıkıyoruz, mutlaklaştırıyoruz. Bir peygamber; bir tip, bir karakter. Her birimizden o karakter üzerinden onun fiilleri gibi fiiller yapmamız isteniliyor. Biz onu kutsayıp kendimizi o fiillerin dışına attığımız zaman şirke düşüyoruz. Şirk onu yüceltip kendinin katılmadığı bir hal. Şimdi sonuç, bu konuşmasının sonucunu şöyle bağlıyor:

Hülâsa, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; fikirler ve bu fikirleri şekillendirip yayan kimselerdir.

İşte Atatürk bu. Bakın fikirlerin bütün dünyayı yöneten ana unsurlar olduğunu ve bunu yayanların, eğitimciler, filozoflar, ideologlar bunlar en güçlü olanlardır. Aslında çok önemli bir şey söylüyor, yani siz, tanklar, tüfekler, uçak gemileri filan bunlardan korkuyorsunuz, ne yapabiliriz diyorsunuz, hâlbuki fikirler daha güçlüdür, diyor. Nitekim kendisi çarıklı kişilerle istiklal savaşını kazanıyor. Fikri inceliyor. Bir filozof değil biliyoruz ama fikri inceliyor bakın diyor ki:

Fikrin hassâsı da (hususiyeti); hiçbir itirazın bozamayacağı mutlak bir şekilde kendini kabul ettirmektir, bu ise, fikrin yavaş yavaş duygulara dönüşerek inanç haline gelmesiyle mümkündür.

Çünkü diğer fikirler tartışmalıdır, değiştirebilirsiniz, başka fikir alabilirsiniz; felsefe böyle bir şeydir, ama ideoloji, o fikrin inanç haline gelmiş biçimidir ya da din. İnsanın duygularına edebiyatla, şiirle, romanla, diğer edebi eserlerle insan duygularına bürünmeyen felsefe yaşama adım atamaz. Onun için Jean Paul Sartre büyük bir felsefî metin yazmasına rağmen, edebiyat eserleri, şiir, tiyatro eserleri yazarak toplumu felsefî kavramların dirimli biçimleriyle, imgelem ile de buluşmuş biçimleriyle de tanıştırıyor. İşte bu ancak, yani tahayyülāt ile ma’kūlāt buluşursa gücü olur. Ma’kūlāt, akılsallık, sadece yargılarımızı besler, hayata geçiremeyiz. Tutku gerekiyor; tutku içinde inanmış olacaksınız, o fikre güveneceksiniz. O fikre inanmak, güvenmek. Bir kez daha burayı alayım:

Fikrin hassâsı da(hususiyeti); hiçbir itirazın bozamayacağı mutlak bir şekilde kendini kabul ettirmektir.

Mutlak lafı burada koşullu değil, hani kategorik emperatif dediği Kant’ın; hiçbir zorlama olmaksızın, kendi iradeniz ile ahlāklı olmayı istemektir. Özgürce ahlāklı olmayı istemek erdemdir. Dinin vaaz ettiği ahlākı benimsemek erdem değildir, diyor Kant. Şimdi, bakın sanki dine hakaret ediyor, dini reddediyor. Hayır, bir ideolojinin, bir dinin yani bireyin kendi dışında kendisine vaaz edilmiş, kendi vicdanında bulmadığı vaaz edilmiş bir ahlāka uyması erdem değildir diyor. Anlaşılmaz bir şey mi? Tam anlaşılır bir şey. Erdem, kendi vicdanında bulduğuna bağlanmaktır. Erdem, kendi vicdanında kaynağını bulduğumuz değerleri hayata geçirmektir. Erdemli olmak, bilge olmak budur. Şimdi bütün bu anlatımları yaptı, bu ise fikrin yavaş yavaş duygulara dönüşerek inanç haline gelmesiyle mümkündür ve böyle olduktan sonradır ki onu sarsmak için, bütün başka mantıkların, başka muhākemelerin hükmü kalmaz.

Şimdi, bizim sevk ve idâre edeceğimiz insanların emelleri, fikirleri ve ruhlarında saklı kuvvetler nedir? Bizim idare edeceğimiz insanların, hangi emellerini şahıslarımızda tecellî ve tecessüm ettirerek, onların kalplerini ve onların güvenlerini kazanacağız ve onlara mânevi kuvvetler ilham vasıtalarını tavsiye edeceğiz ve insanlarda ancak, hayalinin, ülkünün merkezleştireceği, görünmez hassalar, görünür vasıtalarla mı hitab edeceğiz?

Şu analizi her Türk gencinin incelemesi ve belki de makale ya da kitap yazması benim arzularından biridir.

Herhalde insanlarımızın rûhunu kazanmak bir vazife olduğu gibi, önce onlarda bir rûh, bir emel, bir karakter yaratmak.

Bakın üç şey; ruh, bireysellik; emel, toplumsal katılım ve karakter, güvenilirlik.

Ruh bir emel ve karakter yaratma Tanrı’dan ve Medine’de yatan Cenab-ı Peygamberden sonra bize düşüyor.

Bu alıntılar “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”, Türkiye İş Bankası Yayınları, cilt iki. Açıp kendiniz de okuyabilirsiniz. Türkiye’de son yirmi yıldır bunu çevremizle paylaşırız ama en az bilinen fikirlerindendir. Kendisi kitapta yazıyor ve yayımlıyor. 33 yaşındayken bunu yayımladı. Sofya ateşe militeriyken. Bunu alın, çalışın bakın bu kadar derin, bu kadar özlü, teferruata dalmadan, yormadan ne yapılması gerektiğini ifade eden çok nadir bir anlatım var. Şimdi bakınız;

Bilinen hakikat olarak kalbi vicdanında, manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk tanımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun maddi makamatın hiçbir önemiyeti yoktur.


* Bu yazı Metin Bobaroğlu’nun 30 Ekim 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı’ndaki konuşmasından alıntılanmıştır.

Metin Bobaroğlu
+ Son Yazılar