1. Güncel edimlerimizin alanı ile sanat, yazın, bilim, vs. yapıtlarının oluşturulduğu alan arasındaki “bağlantılı ayrım”a şimdiye dek az değindik. Birincisini “kurumsal alan” diye, ikincisini de “kültürel alan” diye belirtebiliriz. İkisine birden “kültürel alan” demek de olanaklıdır, daha geniş bir açıdan. Ayrıca alanların birbiri üstündeki etkinliği ve özellikle “kurumsal” denilen alanın “kültürel” alanı nasıl daha işin başından sarıp sarmaladığı da dile getirilmelidir.
2. Kurallar: Kurumsal alan
İki alan için de Kurallar söz konusudur. Güncel alan, kurumlardan değişik biçimlerde yayılan Kuralların etkinliği alanıdır. Kurumsal düzeyde, düşünce ve eylem bu Kurallar tarafından belirlenmiştir. Bu Kuralları düşünürüz ve eyleriz. Bu konuda ayrıntılı bir inceleme, toplum denilen “nesne”ye yönelik “pratik” bir felsefenin işidir. Genel anlamda felsefe’nin “geleneksel” diye adlandırdığımız sorularından birkaçı da bu incelemeyle birlikte değişik yanıtlar alacaktır (örneğin: “özgürlük nedir?” sorusu).
3- Kurallar: Kültürel alan
“Kültürel” alan, daha doğrusu “kültürel” diye belirlediğimiz düzlem içindeki çeşitli alanlar (yazın, felsefe, resim, müzik, matematik, fizik, vs. gibi) da Kurallar içermektedir. Her alanın, belirli bir tarihsel dönemde, etkin ya da geçerli duruma erişmiş Kavramları, Tanımları, Biçimleri vardır; bunlar onun Kurallarıdır, ve doğal olarak “kurumsal” Kurallardan ayrıdırlar. Değişik alanların Kurallarının, belirli bir çağda, birbirleriyle ve “kurumsal” alanla ilişkilerinin sorgulanması da ayrı bir düşünsel etkinliğin işidir.
4. Felsefe
Peki Felsefe nedir? Felsefede Kurallar, onun etkin olan Soruları, Kavramları, Tanımları, Biçimleri vs.dir. Felsefi söz, yalnızca soru sorduğunda bile, yalnızca soru sorulabileceğini belirttiğinde bile, “kuralsal”dır. Kural oluşturmaya yöneliktir, felsefi çaba. “Kuralsal” olanın— örneğin bir Tanımın—etkin olması, yani Kural değerinde olması, onun onaylanmasına bağlıdır. Elbette, “herkes”in onaylaması gerekli değildir. Kural durumunda diye niteleyebileceğimiz bir “söz”, “herkes” için Kural olmayabilir. (Felsefeyi, değişime açık, oluş içinde bir Kurallar alanı olarak ele alan bakış açısı, bir bakıma “yansız”, şu ya da bu Kurallar topluluğunu geçerli görüp, öbürlerini dışlamak gibi bir tutumdan kaçınan bir bakış açısıdır.)
5. Felsefi söz
Felsefi sözün onaylanması, belirli koşullara bağlıdır. Bunlardan bir bölümü, kendi içinde uyması gereken koşullardır. Felsefi sözün kendi içinde uyması gereken koşullar nelerdir, eğer onaylanmayı umuyorsa? Felsefi söz nedir, ilk önce bunu yanıtlamak gerekir. Belirli soruları, belirli bir biçimde sorup, yanıtlamak çabasına, felsefi olan’a katılıyor diyebiliriz. Bu sorular, başlangıçtan beri felsefi olan’ı belirleyen kimi “temel” sorulardır: Varlık sorusu, Zaman sorusu, Düşünce sorusu, İdea sorusu, Nedensellik sorusu, Güzel sorusu, Doğru sorusu vb. gibi. Bunların belli bir sınırlaması yoktur, elbette, ama felsefe bunların çevresinde dolaşıyor olarak ayrı bir söz türüdür ilkin. Sonra felsefenin kendine özgü sorma ve yanıtlama biçimini, yani söyleme biçimini belirlemek gerekir, yaklaşık olarak. Sokrates öncesi felsefe, şiir ile iç içe idi: doğanın ve şeylerin gizine coşkulu, büyülenmiş bir durumda, imgelerle ve sarp kesinlemelerle yaklaşırdı. Sonra, özellikle Aristo’yla birlikte, felsefe, kavramların soğuk ve kuru dili olmak özelliğini aldı. Sıçramaların, imgelerin, yaklaşıklığın ve duygulanımın dili olmaktan uzak, felsefe art ardalığın, düzenliliğin, tanımlamaların, kesinliğin nesnel dili oldu. Sokrates öncesi yaklaşımın modern örneklerini artık kimi şairler ortaya koydu: Holderlin, bunların en başlıcasıdır. Nietzsche ile birlikte felsefenin kendini söz konusu etmesiyle beraber (metafizik olarak söz konusu etmesiyle), Sokrates öncesi yaklaşımın önemi ve ayrıcalığı, özellikle Heidegger ile vurgulandı. Ancak, biçim olarak, klasik dil önemli ölçüde korundu. Bu Heidegger yorumcularında da belirgindir. Çağdaş yazının (Artaud’nun, Blanchot’nun) korkunç etkinliği altındaki felsefe bile, klasik dediğimiz dili zorlamasına, yıpratmasına karşın, “kesin olma” (kesinlik: rigueur) vs. gibi özellikleri korumaktadır (bkz. Deleuze, Derrida).
6. Onay: Dış koşullar
Felsefi sözün onaylanmasının koşulları nelerdir? Burada, “onay”dan ne anladığımızı belirtmeliyiz. Onay, “Kural değeri”nin onayıdır; onayı veren yayıncılar ve sonra okuyuculardır. Onayın dış koşulları, böyle bir “çevre” ile kurulmuş uygun ilişkidir. Bu uygun ilişki, konumsal tutumun bir başarısını gerektirir. Bu başarıyı kolaylaştırıcı etken, genel konum içinde, yapıtın yazarının aldığı “yer”dir: örneğin “önemli” olarak görülen bir öğretim kurumunda öğretim üyesi olarak bulunması, başarısını kolaylaştırır, ya da “ünlü” bir yazar olması, vb… Bunlarla ilgili olarak, bir başka noktaya da bakmak gerekir: Felsefe, Batı Felsefesi olarak vardır (bir Çin düşüncesinin, bir İslami Felsefenin olması, bu durumu değiştirmez: bugünkü kurallaşmış anlamıyla Felsefe, Sokrates öncesi Yunan düşünürleriyle başlamıştır; İslami Felsefe de—Tasavvuf değil—Platon ve Aristo yorumlarıyla varolmuş, temel olarak Yunanlılar ile başlayan Batı Felsefesinden ayrı tutulamaz). Buna göre, Felsefenin dili, ilkin Yunanca, sonra Latince, Arapça, ve yaklaşık 17. yüzyılın ortalarından beri Fransızca, İngilizce ve Almanca’dır. Bunlara İtalyanca ve İspanyolca’yı ekleyebiliriz. Felsefe yapıtlarının büyük çoğunluğu bu dillerde yazılmıştır ve yazılmaktadır. Bana göre, etkin “çevre”ler (yayıncılardan ve okuyuculardan oluşan), bu dillerin konuşulduğu ülkelerde bulunmaktadır. “Kural değeri”nin onayı, bu “çevre”lerce verilmektedir. Felsefi düzey, bu “çevre”ler tarafından belirlenmiştir. Öyleyse, onayın dış koşulu, bu “çevre”ler ile kurulmuş uygun ilişkidir. Şiirin ve genel anlamda yazın’ın aksine, felsefenin yerelliği ya da yerel yeterliliği gibi bir şey söz konusu değildir. Bilimler için olduğu gibi, felsefi düzey tek’tir, ve uluslararası bir düzeydir. Örneğin şiirde olduğunun aksine, felsefede yerel düzeyin pek bir anlamı yoktur. Etkin “çevre”lerden birinin dilinde yazılmamış olsa bile, yapıt, yerel dilinden bu dillerden birine çevrilirse ancak, içerdiği “kuralsal”ı “Kural değeri” olarak onaylatmak şansına sahiptir (Kierkegaard için bu durum söz konusu olmuştur).
7. Onayın iç koşulları: “Yapısal güçlülük”
Felsefi sözün onaylanmasının iç koşullarına değinebiliriz şimdi. İlk başta “yapısal güçlülük” koşulunu ele alabiliriz. Felsefi sözün “güçlü” bir “yapısı” olması ne demektir? Felsefi sözü belirleyen özelliklerin (yukarıda söz etmiştik) “güçlü” denilebilecek bir biçimde, felsefi sözde bulunmalarıdır. Buna göre, felsefi sözü bir “yapıt” olarak görecek olursak, onun tematik bir programı uyguluyor olması gerekmektedir, ilkin. Bir düzen içinde, birbirinin ardından gelen tema’lar, ya da Soru’lar, belirlenip, açıklanacaktır: bu, kavramlara ilişkin bir çalışmadır. Gerekli olan, tematik bir programın uygulanmasıyla birlikte, kavramsal açıklıktır; böyle bir açıklık olmaksızın, felsefi sözün kesinlik özelliği gerçekleşmez.
8. Onayın iç koşulları: “Eleştirel bağ”
Sonra, önceki kimi tanınmış, kimi daha az tanınmış “önemli” yapıtlarla “eleştirel bağ” koşulunu ele alabiliriz. Bu, doğrudan bir ilinti olmayabilir. “Önceki”, “önce gelen” atılımlar ile ilinti kurmayan bir felsefi sözün onaylanması oldukça zordur. Başka bir deyişle, “hiçbir şey olmamış gibi” düşünmek, felsefe için olanaksız sayılabilir. Felsefe bir gelenektir; felsefe tarihini unutarak ya da yok sayarak felsefe yapılamaz. Bu tür “yok saymalar” ancak felsefe için “yeniden başlangıç”lar oluşturan kimi temel yapıtlarda söz konusudur-yine de “bir ölçüde” söz konusudur (bkz. Husserl, Heidegger ve Wittgenstein; özellikle, birincisinin Descartes ile bağlantısı; ikincisinin, Sein und Zeit’da, metafizik olarak felsefe’ye sırt çevirmesiyle beraber, yola çıkış noktasının metafizik geleneğin Varlığı unuttuğu saptaması olması —ki bu da bir bağ çeşididir…).
9. Onayın iç koşulları: “Yenilik”
Çok önemli bir koşul da yeniliktir: felsefe yapıtının, diğerlerine göre yenilik oluşturmasıdır. Birkaç yenilik çeşidinden söz edilebilir. Örneğin “tematik” yenilikten: “tematik” yenilik, henüz ele alınmamış ya da önem verilmemiş bir tema’nın seçilip, işlenmesidir. Gilles Deleuze’ün Cinema (83-85) yapıtı, felsefi sözden çıkmayarak, felsefe için yepyeni sayılabilecek bir tema’yı ele almasıyla, “tematik” yeniliğe örnek gösterilebilir. Başka bir yenilik çeşidi, içerik açısından yeniliktir. Buna, Emmanuel Levinas’ın Totalite et Infini (61) yapıtı örnek gösterilebilir. Bu yenilik çeşitlerine biçimsel yeniliği de katabiliriz. Felsefenin, kimi uzun süre etkinliğini korumuş (Diyalog gibi), kimi belirli ölçüde hâlâ etkinliğini korumakta olan (Tractatus gibi) “klasik” biçimleri vardır. Genelde, Felsefe “sistematik expose” olarak biçimlenmiştir. Oysa, yüzyılımızın kimi en “yeni yapıtlarında hâlâ egemen olan “klasik” biçimin (bkz. Husserl, Ideen; Heidegger, Sein und Zeit\ Wittgenstein’in Tractatus’u…) yanı sıra, yaklaşık son 30 yıldır, yeni biçimlerin belirdiğini görüyoruz felsefe yapıtlarında. 34 Diziden oluşan Deleuze’ün Logique du Sens’ı (69), Jacques Derrida’nın Glas (72) yapıtı ya da Jean-François Lyotard’ın Le Differend (84) yapıtı, buna örnek gösterilebilir. (Bu yeni biçimler, felsefenin “sistematik expose” niteliğiyle bir bakıma özdeşleşen “yapısal güçlülük” koşuluyla büyük ölçüde çelişebilmektedirler.)
10. Felsefenin kurumsallığı: “Dışarıdan gelen sorular”
Elbette ki düşünce, Felsefe olarak belirlediğimiz alanla sınırlanmamaktadır. Felsefe’den ayrı düşünsel deneyler hep varolmuşlardır. Mistisizm gibi. Felsefi sözün, onu diğerlerinden ayıran özelliğine değindik. Belirli sorular, ve bu sorulara ilişkin belirli bir yaklaşım biçimi, felsefi sözün özelliği olarak ortaya çıktı. Kültürel alan olarak Felsefenin, “kural-değerler”den oluştuğunu söyledik. Bütün bunlara Felsefenin, “kural-değerler”den oluştuğunu söyledik, bütün bunlara göre, Felsefeyi kendi içinde, bir “kurumsallık” ya da bir “iktidar” biçimi olarak görebiliriz. Felsefe ile uğraşmak, kaçınılmaz olarak bir “kurumsallığın” içinde devinmektir. Kurallar görmektir, kuralların egemenliği altında olmaktır; ve kurallar amaçlamaktadır… hep “uygun” biçimde devinmek durumunda olarak. Düşünsel deneyler içinde Felsefi yolun seçimi, bir bakıma en zor seçimdir. Ve kurumsallığın tedirginliğini sürekli duyarak gerçekleşen bir felsefi çaba, büyük bir “sıkıntı” ile karşı karşıyadır. Felsefe dışı düşünce korkunç çekimini duyurmaktadır, felsefe yapana, Sorular, kodlanmamış anlamda binlerce soru, her an, sanki hep arzuyla ilişkili gibi, bir sözcük olarak, bir söz parçası olarak, duyular eşliğinde, bitimsiz çağrışımlarla… sorular, soru-olaylar, sürekli zorlamaktadırlar: bir şeyler söylemeye, yazmaya, yapmaya itmektedirler duyanı… Bunlar, rastlantı olarak (?), Felsefenin “geleneksel” sorularıyla örtüşebilirler. Ama “sürüş” biçimleri, “yankılanma” ya da “yanıtlanma biçimleri”, Felsefenin “gelenekselleşmiş” biçimi ya da biçimleriyle nasıl bir olabilir? Başka bir deyişle: Felsefe, “dışarıdan” gelen sorulara Felsefe olarak nasıl yanıt verebilir?
11. Bağdaştırma zorluğu
Yukarıda değindiğimiz noktalar, bugün Felsefe yapmanın durumunu göstermektedir. Bir yandan, kesinlik isteği, düşünsel deneyler arasında bize Felsefeyi seçtiriyor. Diğer yandan, kurumsallık sıkıntısı, ve dış soruların çoğulluğu bize Felsefe içinde saf bir şekilde kalınamayacağını belirtiyor. Felsefeden vazgeçilmiyor, ama Felsefenin sınırları da görülüyor. Felsefeyi ve “soru-olaylar devinimini” nasıl bağdaştıracağız? Söz konusu olan, kimi zaman yapıldığı gibi, Felsefe içinden bunun gibi soruları sorup, yeniden felsefi kabuğuna çekilmek olamaz. Antonin Artaud gibi bir yazarın bütün gücüyle belirmesi, kuşkusuz kimi Felsefecilerin çabasına bağlıdır (en başta Michel Foucault, Jacques Derrida ve Gilles Deleuze). Ama sözünü ettiğimiz bağdaşma gerçekleşmiş midir? Hayır…
12. Yeni Yollar
Bugün bu soruyu, Felsefenin sorusunu ve Düşüncenin sorusunu, sormanın zamanıdır yeniden. Yeni bir başlangıç söz konusu olabilir. Bir yandan, gelenek olarak Felsefenin yukarıda azıcık değindiğimiz koşulları iyice soruşturulmak. Diğer yandan, önceki yazılarda değindiğimiz bir “olay düşüncesi” çerçevesinde, yeni bir oluşuma gidilmelidir. Bu ikinci yönelim, bedeni (İhtiyacı ve Arzuyu) göz ardı etmeyecektir. “Olaylar”, “soru-olaylar”ın yanı sıra, Kurumsal konusunun yanıtı da bu yönelimden gelecektir.
13- Felsefe yazmanın bugünkü konumu: “Türkçe”
Felsefe yazmak, bugün burada? Bu dilde? Üniversite Kurumuna dayanmadan? Felsefe yazmak, hangi konumda gerçekleşmektedir?
Dil “Etkin” dillerden biri değildir Türkçe, yukarıda bu konuya değindik. Bunun yanında, Türkçe felsefe yazmanın her an karşılaştığı büyük “zorluklar” vardır. Felsefi kavramların Türkçe karşılığı, kimi denemelere karşın, tam olarak oluşmuş değildir. Bunu oluşturmanın zorluğu ortadadır. Türkçe, Felsefe’deki kimi “nüans”ları vermekte yetersiz kalmaktadır. Böylece, ya terimleri hiç çevirmeden olduğu gibi Türkçe’ye taşımak, ya da onlara yanlış anlaşılma olasılığıyla yüklü “yaklaşık” karşılıklar bulunmaktadır. Bir üçüncü yol da belki sürekli dipnotlarla “nüans”ları belirtmektir ki bunun çıkardığı sorun da apaçıktır. Terimlerin yarattığı zorluğun yanında, bir de felsefe söylemesinin Türkçe’de alışılmamışlığının yarattığı sorun vardır. “Türkçe’yi güzel kullanmak”, “güzel yazmak” gibi sözde akademik bir “standart”, aydın geçinen ya da durumunda olan kişilerin büyük çoğunluğu için geçerlidir Türkiye’de. Bu “standart”a uymayan söylemeleri hemen dışlarlar, karalarlar. Oysa, Türkçe Felsefe yazmak, zorunlu olarak “güzel Türkçe”yi bozmaktadır. Yoksa çok şey yitirilecektir. Zaten sözünü ettiğimiz “standart”a inananlar, bildikleri varsayılan “etkin” dillerdeki Felsefe yapıtlarına doğru dürüst bakabilselerdi, onların da nasıl “klasik” dilin dışına çıktıklarını görürlerdi. Tabi, Türkçe’de bu “dışarı çıkış”, kültürümüzdeki Felsefe yokluğundan ötürü, daha büyük orandadır.
14. Felsefe yokluğu
Bugün, burada. “Kültürümüzdeki Felsefe yokluğu”, ne demektir? Kültürümüzde Felsefe yapıtı yok demektir. Bu, düşünce yok anlamına gelmez. Özellikle Mistik düşünce, değişik biçimlerde etkisini duyurmuştur. Sonra, son yüzyılı ele alırsak, çeşitli Batılı düşünce akımları, ve bunlar arasında Felsefeler, etkin olmuşlardır. Ama birkaç “akademik” çalışma dışında, önemli denilebilecek bir Felsefe yapıtı ortaya çıkmamıştır. Dahası, Felsefi söyleme ve terimler kültürümüz “içinde” yabancılıklarını korumaktadırlar. Belirli bir “diyalektik materyalizm” söylemesi, Marx’dan da, çağdan da, Felsefeden de geri ya da uzak kalmaktadır: Felsefe diye sunulsa da, şematik bir hayalettir ancak. İnsan Bilimleri kökenli söylemeler ise Felsefe diye alınmamalıdır. Sonuçta, Felsefe yokluğu, ya da en iyimser bakış açısıyla, “azlığı” apaçıktır. Bunun nedeni tarihsel oluşumda bulunabilir. Özellikle, yine tarihsel oluşuma bağlı olarak, Dil konusunun üstünde durulabilir.
15. “Kurumsal hayvanlar” ve şarlatanlar
Bu yokluğun giderilmesi yerine, “artmasından” korkulmalıdır bugün. Kurumsal açıdan Felsefe iyiden iyiye gerileme dönemine girmiştir. Üniversitelerde zaten düşük olan düzey, yeni düzenlemelerin getirdiği kısıtlamalarla daha da düşmüştür.** Felsefe Liselerden kovulma durumundadır. Bunun sonuçlarını kestirmek çok kolaydır. Öte yandan, Lisedeyken Üniversiteye giriş, Üniversitedeyken sınıf geçme yarışına sokulan, sürekli kurumsal “varma”lar peşinde olan “Gençler”den, Felsefe şöyle dursun, herhangi bir düşünce alanına karşı gerçek bir ilgi duymalarını beklemek pek yerinde olmaz. Kurumsal’ın egemenliği belki de hiç bu kadar büyük olmamıştı. Öyle ki, felsefi olan: “İnsan, düşünen hayvan” tanımını, “İnsan, kurumsal hayvan” olarak yerinden oynatmak uygun gibi görünüyor.
Kod’lara boyun eğiş korkunç bir düzeydedir. Bu durumda, kendini “şair- felsefeci” diye sunan şarlatanların, sermaye’yle, yani iktidar’la kurduğu ilişkiyle övünen teşhircilerin, bunlara ve bunun gibilere yaslanan acemi ve cahillerden oluşmuş sürülerin boy göstermesine şaşılmamalıdır.
16. Karşıkoyuş
Yazının bugün hiçbir şansı yoktur. Elbette ki burada şarlatanlığın, uzlaşmanın “yazı”sını kastetmiyoruz. Şansı olmaması, yazıyı durdurmamaktadır. Yazı, kendi inancında, kendi inançsızlığında sürmektedir. Bugün Felsefe yazmanın Konumuna kısaca değindik. Durum iç açıcı değil. Bugün Felsefe yazmak, Kurumların, Sermayenin iğrençliğine karşı koyuşla birlikte yürümektedir.
Hız Olarak Düşünce ve Yazı Sorusu
Gerçekten var oldu mu, bilmiyorum, ama “saf felsefi olan” iyice çekimini yitirmişti 70’li yılların başında. Psikanaliz, Dilbilim, Marksizm’in yeni yorumları, Antropoloji… düşünce alanını kaplamışlardı. Felsefe alanında durmayı seçmiş olan için bile, soru, salt “felsefi soru” değildi artık (“felsefi soru” nedir, böyle bir şey olanaklı mı, oldu mu… bunların da yanıtlanması gerekli) ama bilinçdışıyla ilgili, dil ile ilgili, toplumlarla, tarihle, kurumlarla, iktidarla ilgili soru durumuna gelmişti.
Buna yazının etkinliğini eklemek gerekir.
Son yıllarda “saf felsefi olan”a bir dönüşten söz edilebilir. Felsefenin kendine özgü alanının belirlenmesi yeniden önem kazanıyor. İçeriden (metafiziğin eleştirisi ya da yıkımı çabaları—bazen birbirleriyle ilişkisiz) ve dışarıdan (yukarıda sözünü ettiğimiz dalların kimi temel felsefi kavramları sarsma etkisi) vurulan darbelerle zaten kendinde olmayan “felsefe”, bu duruma rağmen kendini belirlemeye (belirtmeye) çalışmaktadır.
Aşağıdaki notlar belki bu çalışmaya katılmaktadırlar. Bu notların neyin uzantısı olduklarını belirtmekte yarar var. “70’li yılların başında” soru’nun gelmiş olduğu durumdan söz ettik. İşte bu notlar, böyle bir soru durumundan kaynaklanan yazıların uzantısındadır. Amaç, birçok alanı (birbiriyle bağlantılı olarak) ortaya koymaktan oluşuyordu – arzuyu, düşünceyi, dili, üretimi, kurumları. Bütünü yadsıyan bir düşünce, bir çeşit bütün’ün peşine koyulmuştu. Bütün’e ve Teori’ye inanılmıyor ama bir bütünlük teorisi amaçlanıyor! Bu “şizofreni-paranoya” bireşimini (ama ne zaman bu iki çizgi tam olarak birbirinden ayrılıyor ki?) ancak düşüncenin yaklaşımı (öncelikle “felsefe”deki yaklaşımı, yönelim biçimi) üstüne bir yoğunlaşma durdurabilirdi. Şimdilik öyle oldu gibi görünüyor. Aşağıdaki notlar bu yoğunlaşmayla ilgilidir.
Yazı sorusu.
Bir imge: yazı, felsefeye dolanmış.
Ayrı dil olarak felsefe.
Yazı sorusu nedir? (Yazıyı devindiren soru; serüven olarak yazı; yazının, bir etkilenim, bir açılım içinde, yanıtlamaya çabaladığı soru, başka sorular sorarak olsa da; yazıda, felsefi ölçütler olan birliği, bütünlüğü, tutarlılığı… zedeleyen soru; “buluş”lu yazı, hızlı yazı, parçalıklı yazı, olay -eğer soru olay ise- yazısı.)
Yazı sorusunda felsefe yazmak. Bu da bir soru.
(Yazı sorusundan söz etmek, artık gitgide soru konusu olan soru kavramının ayrıcalığını bir kez daha belirtmek değildir. Yazı sorusu deyimi, burada “kaçınılmaz bir edim olarak sınanan yazı”ya göndermektedir.)
Yazı sorusunda felsefe yazmak, ayrı dil olarak felsefeyi nasıl etkilemektedir?
(Bir bakıma, felsefenin, felsefi düşüncenin, yazgısı yazıdır, yazıda kalmaktır, yazıda durmaktır, ve durarak değişmektir: zaman boyutu.)
Ama yazı kalışından önce, ve öncelikle yazı olması felsefenin, nasıl bir ayrılığı göstermektedir ayrı dil olarak felsefe ile?
Oysa şimdiden yazı olan felsefe, ayrı dil olarak felsefeden ayrı olsa da, yine ayrı dil olarak felsefeden bir şeyler taşımakta, yine felsefenin ayrılığını göstermektedir.
Felsefeden ayrı felsefenin felsefe ayrılığı.
***
Söyleşi.
Konuşmak, söyleşmek: düşüncenin iç söyleşi olması ile (ne kadar başka insanların fikri hesaba katılsa da), iki ya da daha çok insanın karşılıklı olarak fikirlerini bildirmelerinden oluşan söyleşi durumu arasında ayrım vardır. Somut başkasıyla söyleşmek, başka bir yol verir fikirlere. Burada “anlatmak”, fikirlerin karşımdaki tarafından “anlaşılmasını” hedeflemek ağır basmaktadır. Bu durumda, ağır basan bir iletişim gereğinden söz edilebilir. Buna bağlı olarak, söyleşi bana ilettiğimin ve iletemediğimin sınamasını sağlar. Belki ilettiğim yanlış ya da eksiktir. Belki iletemediğim ya da iletmediğimdedir “doğru”… Bütün bunlar konusunda bir görüşüm olabilir söyleşide.
Şimdi “iç söyleşi”ye dönelim.
Somut bireyler arasındaki söyleşiye “düşünce” demek pek olanaklı değildir, ama iç söyleşinin sessiz seslerinin kendini duyurmasına “düşünce” denilebilir. Somut başkasıyla olan söyleşide elbette fikir “kurulabilir” ya da “bulunabilir”, ama bu yaratı iletişim gereği yönünden sınırlanmaktadır. Oysa, iç söyleşideki yaratının böyle bir sınırlanışı yoktur. Yaratı bakımından iç söyleşi kazançlıdır, ama kendini sınama açısından kayıptadır: belki iletişim gereği yoktur ama sonuçta “söylediğim”, daha doğrusu “düşündüğüm” ya da “yazdığım” anlamında yine de bir “ilettiğim” bulunmaktadır, iç söyleşimin “ürünü” olarak beliren; bunun, somut başkasındaki yansımasıyla, kendimce sınanması söz konusu değildir artık. Sınamanın tek yolu bu değildir, başka çeşit sınamalar da kuşkusuz devreye girmektedir “iç söyleşide”, ama sınamanın öznelerarası yolu çok önemlidir, ve bu yoldan da “iç söyleşi” yoksundur.
Sokrates örneğine karşın, düşünmek somut bireyler arasında bir söyleşi olmakla kalmamıştır, daha başından beri. Yalnız da düşünülüyor. Evet, düşünce, başka’yı, başkalarını içermekte, düşünce çok sesli, düşünce bir söyleşi, ve öyleyse daha şimdiden başkalaşmış ve çoğul, bir Ben’e ait değil, bana ait değil, ama bu çokluk ve bu ayrımlar bir yalnızlığın sınırları ve sınırsızlığı içinde.
Yalnızlıkta olan iç söyleşide “kendim için” düşünmüyorum. Düşünmenin zorlaması ile düşünüyorum. Bu zorlama başkalığı getiriyor. (Özgürlüğün zorlaması?)
İç söyleşinin “yazı” olmuş durumu. Kendini, “neden sonra”, somut başkalarına sunan.
…..
Dört Konu.
“Tematik bağ” konusu. Belirli kavramlar (“tema” kavramlar) arasındaki bağın, bağların konusu. Örneğin, Arzu ile Düşünce arasında, Soru ile Olay arasında, Soru ile Olay arasında. Yakınlıklar, uzaklıklar, iç içe’likler. Kavram aileleri. Kavram coğrafyası.
“Retorik” konusu. Sözcükleri, tümceleri belirleyen söyleme kurallarından oluşan. (Sözcükler: kimi kavramların önde gelmesi; tümceler: sözcükler arasındaki ilişki.)
(Yine) “Soru” konusu. Soru olması için soru kipi (örneğin: “Düşünce nedir?”) gerekli değildir. (Soru: düşünceye iten.) “Zaman nedir?” sorusu dikkate alınmayabilir, ama zaman üstüne—zaman ile ilgili—düşünülüyorsa, zaman’ın şu ya da bu biçimde soru oluşturmasındandır. “Şu ya da bu biçimde” soru oluşturan nedir gerçekte? Bir “kavram” mıdır (yalnızca)? Belirli bir kavramla birlikte (ya da birden çok kavram içeren bir “tümce” ile birlikte) onun “arkasındaki” belirsiz, belirlenmesi istenen “şey” midir?’ (Sorunun “göndermesi” konusu. Varlıksal göndermeden söz edilebilir mi? Hep “özel”, soruyu yaşayana ilişkin, özgün bir gönderme.)
“Başka düşünce ile ilişki” konusu. Yaratı olarak düşünce. “Başka düşünce”yi dinlerken (“okurken”) birdenbire kopmalar, özel yola girmeler, ilkin büyük bir hızda buluşlar, “kurma”lar… sorunun başlaması, etkisi… Ya da: “yazarken” birdenbire “başka düşünce”ye dönüşler. Kesişmeler. (“Titreşim girişimleri”, interferences.) (“Başka düşünce” ile ilişkinin öteki bir yanı: “başka düşünce”nin sorumluluğu.)
***
Başkasının düşündüğü ile ilişki konusu (“özgürlük”).
Şunu bilmeli: başkaları (başka yazarlar) düşünceyi tüketmemişlerdir. “Başka yazıyı nasıl hesaba katmalı? sorusu. Kimi yazılardan geçmek zorunlu mudur? (Ayrıca: başka yazının sorumluluğu tema’sı.)
“Önce düşünüyorum”. Düşündüren, başka yazı olabilir, ama düşünmemle birlikte bu düşüncenin yolu açılır (benim düşüncemin demiyorum, çünkü düşüncede özgül bir başkalık deneyinin söz konusu olduğuna inanıyorum).
Bir yandan: bu yolun açılmasıyla, başkasının düşüncesine göre özgürümdür (düşünülen, “benim düşüncem” olmaksızın). Yazı, ondan (başkasının yazısından) izler taşıyabilir, bir anlamda hep taşır da, ama bu izler bir bakıma değişik bir renk ve uzam kazanmışlardır, “kendileri” değildirler (“kullanım çeşitlemesi”). Başkasının başkalaşmış izleri -bu yolda: izlerin sınırlamadığı, izlerle (de) devinen özgürlük (yazı).
Öte yandan: sorumluyumdur; başka yazının (ama herhangi değil) sorumluluğunu taşırım. Sorumluluk, burada: sevgi, koruma, anımsama, açılma, önünde eğilme (saygı)… demektir. Sorumluluk deneyini betimlemek zordur. Sorumluluk, bu yolun hızını engellemez. Unutulmayan bir aşkınlık belki.
“Önce düşünüyorum”. “Önce sen soruyorsun.”
(Başka yazı zorunlu mu? sorusu: evet, belki yanıt başkasından daha doğru verilmiştir, ama bu doğrunun da sen ona vardığında sana yetmeyeceği kesindir: yolların, hızların özgüllüğü, “bu’luğu” söz konusudur burada.-Kesişmeler, kavşaklar, paylaşılmış bölgeler olabilir, ama özgüllük yok olmadan.)
(Ayrıca, bir hız varsa, varma olasılığı artar.)
Soruyla birlikte düşünülür.
“Retorik” konusu.
Güzel söz düşünceyi çekmektedir. (Bilinir ki güzel söz “doğru” demek değildir.) Burada, şiirsel dille bir yakınlık vardır. “Doğru” doyuruculuğundan çok, bir “dil” doyuruculuğu (ya da belki: “dil doğrusu’ndan söz etmek gerekir).
Hızı korumanın önemi (bu, düşüncenin gücünü -güç olarak düşünceyi- korumaktır). Hız yavaşlatıcı nedenler: uygun anlatımı bulma zorluğu, kimi “yer’lerde gereğinden çok durma…
***
Hız, güç (ya da “yeğinlik”, intensite): bir çeşit düşünce fiziği.
Hız: düşüncenin zamansallığı (genel anlamda düşünmeninki değil).
Ayrıca: “taşınan” düşünceler konusu (bir çeşit “temel” düşünceler, ya da sorgulamalar).
Hız: yol alış olarak düşünce.
Yaklaşım konusu (birçok öğeyi birleştiriyor: yönelim biçimi olarak yaklaşım, etik ilişkide söz konusu olan yaklaşım olarak yaklaşım…).
Niçin çeviri yapmak, genellikle, düşünüp yazmaktan (düşünce yazısı) daha çok zaman alıyor, daha zor ya da sıkıcı?
Düşünce, “kendi yol”unda oluşuyor (hem düşüncenin, hem düşünenin “kendi” yolu—başkalığı ve başkalaşmayı yadsımayan bir “kendi”, tersine başkalık ve başkalaşma olan). Düşünce, yaşanan bir süreç olarak.
Düşünce’yi bir “işlemler devamlılığı” olarak ele alırsak… (Elbette çizgisel değil, çok boyutlu bir “devamlılık”…) Düşüncenin görünmezliği. Duygulanım (affect) olarak düşünce; düşüncenin olaysallığı.
(Düşüncenin yazılma gereği nereden ileri geliyor? Kültürel bir belirleme mi? Ya da düşüncede yazılmayı isteyen bir şey mi var?).
Düşüncenin düşünülmez’i…?
Şimdiye dek “düşünce” derken:
– “düşünsel alan”;
– düşüncenin felsefedeki yönelim biçimi (“felsefi düşünce”);
– “düşünsel alan”ı etkileyen olay soru ve onun başlattığı “olaysal düşünme”… söz konusu olmuştur.
Şimdi birazcık belirlemeye çalıştığımız, “olaysal düşünme”nin kimi özellikleridir. (Bu, söz konusu olan öbür iki “düşünce” anlayışını şimdiden belirlemiş olduğumuz anlamına gelmez; özellikle “düşünsel alan” konusunu açmamız gereklidir: bu konuda şu noktalara değinmekle şimdilik yetinelim: arzunun bilinçdışıyla bağlantılı bir düşünsel bilinçdışı söz konusudur “düşünsel alan”da, harf, sözcük, tümce’lerden ya da parçacıklarından, dilsel seslerden, dilsel ritmik öğelerden, bunlarla birlikte düşünsel öğelerden… oluşmuş ve değişime açık bir bilinçdışı çeşidi.)
“Olaysal düşünme”ye içsel bir başkalaşım deneyi diyebiliriz. İçsel, öyleyse doğal olarak başkası tarafından görülmez. Ama “ben”, hangi ölçüde onu görürüm? “Ben”im için de görülmez bir yanı olduğu kuşku götürmez.
Bunları belirtmek, düşünceye, felsefi düşünceye, ne getirir? Felsefe için düşünce nedir, ne olmalıdır, ne olmamalıdır? Deney olarak düşünce, felsefe için “konu” olursa, felsefenin onunla ilgili söyleyebileceği çok şey yoktur (“düşüncenin düşünülmez’i”). Felsefenin üstüne konuşabileceği düşünce, “felsefi düşünce”dir. (Yukarıda sözünü ettiğimiz “düşünsel alan” üstüne de felsefi tarzda konuşmak olanaksız gibi görünmektedir.) Oysa “felsefe düşünmek”, “olaysal düşünme” ile başlar, ilkin “deney”dir. Öyleyse felsefe, bir bakıma kendi kaynağını düşünememektedir.
Olaysal düşünme ile yazı sorusu.
Yazı sorusunda düşünmek-yazmak: olay yazısı, olaysal yazı; “olaysal düşünme”nin yazısı, ya da yazı olarak “olaysal düşünme” (yazıda “olaysal düşünme”).
Her “olaysal düşünme” yazıda oluşmaz. Yazıda oluşan “olaysal düşünme” ile yazısız “olaysal düşünme” arasındaki fark nedir? (Düşünce-yazı, “olaysal düşünme” olarak—ama onun yazısız düşünceden farkı nedir?)
Yazı sorusu’nun (ve yazı sorusundaki düşünce-yazı’nın) olması için bir yazı “tabanı” gereklidir. Bir çeşit “yazıda bulunma” kararı (ya da yazı “inancı”). Soru, yazıya “yönelik”tir, “yazıyadır”, yazıya gidecektir, yazıya gitmektedir (yazıya gitmiştir), yazı-için-soru’dur. (“Yazıda bulunma” kararı: “yazı olacaktır!” buyruğu; yazı isteği; yazıya dönüklük.) Bu “taban” olgusu incelenmeli.
Ama yazmayı seçmiş biri için bile “olaysal düşünme”ye yol açan her soru, yazı sorusu olmayabilir. O zaman yazılmaz, düşünce-yazı yoktur, yalnızca düşünce vardır (“olaysal düşünme”).
Yazıdaki “olaysal düşünme”de, “olaysal düşünme” ile ilgili sözünü ettiğimiz niteliklerden birçoğu vardır (hız, güç, “kendi yol”u, başkalık, başkalaşma, duygulanım…).
Başlangıcın Sözü
Felsefe, başlamış bir sözdür. Felsefeye doğru yol alış, felsefenin sorusu sorulduğunda, başlamış, kaç kez başlayıp kaç kez bitmiş olan bir söze dokunmaktır. Felsefede düşünceler varmıştır, ama yol bitmemiştir. Düşünceler varmıştır ama düşüncenin gereği sürer. Değişik çağların yıkıntılarında gezmekteyiz. Bütünlüklerin, sonların kalıntıları. Bu gezme, başıboş bir edim değildir. Ayrıca başka dışarılarda da yürünmektedir. Yazıdaki soru’nun çölünde, yerlerinde, ötelerinde. Dahası, oluşmuş alanlara da girilir çıkılır: psikanalize, örneğin, ya da dilbilime, ya da toplumbilime. Bu geziler, yürüyüşler, giriş çıkışlar, yineliyoruz, başıboş değildir, daha doğrusu öyle olmamalıdır. Çünkü bir yol, bir gereklilik sürmektedir, sürmelidir. Kırılgan, tedirgin, araştıran, ama durdurulamayan, ama yılmayan, çoğul kapsamlı bir yol. Düşüncenin güdüsüyle düşünülür, yol izlenir. Düşünce itmektedir. Bu itiş, yol oluşturur. Yol ise bugün çok yerden geçmektedir, dönüp dolaşmadır o, sıçramadır.
Ama şimdi şöyle bir durumu düşleyelim: yol, neden sonra, felsefe ortamında, başlangıç sorusuyla belirlensin, düşünce kendine başlangıç sorusunu sorsun. Böylece, neden sonra, bir yolda, felsefi yolun başlangıcı sorusu sorulmaktadır. Başlangıç sorusu sonradan soruluyor. Kaçınılmaz bir biçimde. Başlangıç sorusuna geliniyor. Öyle bir geliş ki, bütün önceki yol söz konusu ediliyor. Bütün önceki düşünülenler, oluşturulacak bir başlangıcın sonrası için yeniden düzenlenmek üzere askıya alınıyor, bekletiliyor, erteleniyor. Öyleyse şimdi düşüncenin bütün çabası ve dikkati oluşturulması gereken başlangıcın üstünde yoğunlaşmış durumdadır. O zaman diyelim ki başlangıç konusunda bir söze girişildi. Felsefede başlangıcın koşulları araştırılmakta. Kimi kalıntılarda da yeni geziler yapılıyor, örneğin Hegel’in Logik’inin başındaki metne, ya da Descartes’a gidip bakılıyor. Ama şimdi bir varsayımda daha bulunalım: diyelim ki bu yeni sözün dili Türkçe. Bu durumda, her şeye bir an ara verilip, Türkçe olan bir felsefi sözün Türkçe konuşanlar tarafından alınışı ne ölçüde olanaklıdır diye bir soru sorulacaktır. Dikkat bu kez alınış konusuna çevrilmiştir. Türkiye’deki alınışı belirlemeden önce de genel olarak felsefenin alınışı konusu üstünde durulmalıdır. Bu duruş gereksiz bir zaman kaybı değildir.
***
Felsefeyle ilgili olarak, “Neden ne biçimde söz ediliyor; nerede, nerelerde söyleniyor; kim söylüyor; ve bu söylenen kimler tarafından duyuluyor?” diye bir soru sorulabilir. Bu soruya, felsefenin pragmatiğinin sorusu diyebiliriz. Konu, bir süreden beri gelişmektedir. Nedir, felsefi sözün pragmatiği? Kısaca şu: felsefi sözün söylenme ve duyulma koşulları. Söylenme koşullarının belirlenmesinde, felsefi sözün özelliğine, diğer söz türlerinden ayrılığına işaret edilecektir. Bundan başka, bu sözün kendi içindeki ayrımları da (çeşitli felsefeler) gösterilmelidir. Ayrıca, söylenme koşullarının içinde, nereden söylendiği olgusu bulunmaktadır (sözün söylendiği, yayınlandığı yer. dil -dili de bir yer olarak alabiliriz-; ülke, üniversite, yayınevi). Buna, söyleyenin kimliği olgusunu ekleyebiliriz. Duyulma koşulları ise, birtakım toplumsal ve kültürel etkenlerle birlikte söylenme koşullarına bağlıdır. Sözün bir ulaşım belirlenimi vardır. Her söz her yere varmaz. Vardığı yerlere de aynı biçimde varmaz. Felsefi söz için de durum böyledir. Onu söyleyenden onu duyana ulaşım, toplumsal ve kültürel olarak belirlenmiştir. Şöyle özetleyelim: felsefi sözün söylenme ve duyulma koşulları olarak felsefi sözün pragmatiği neden (“ne”den: tema, “konu”, nesne, “şey”) ne biçimde, “nasıl” (felsefi sözün temel özelliği burada görünmektedir, konudan çok yaklaşım tarzında, biçimde ve biçemde) söz edildiği; ve nerede, nerelerde, kimler tarafından (yer olgusu, kimlik olgusu) söylendiği -söylenme koşulları-; söylenenin kimler tarafından nasıl duyulduğu-duyulma koşulları.
Şimdi kısaca felsefenin Türkiye’deki duyulma koşullarına, alınışına değinelim. Bunlar bir yandan felsefenin söylenme koşullarıyla, diğer yandan toplumsal ve kültürel etkenlerle bağlantılıdır. Böylece toplumsal ve kültürel etkenlerin öne çıkardığı belirli söylenme koşullarına (konu, biçim, yer ve kimlik ile ilgili olarak) uyan söz belirli bir okuyucuya ulaşacaktır. Burada belirli okuyucu, Türkiye’deki felsefe okuyucusudur. Böyle bir okuyucu tipinin gerçeklikte varlığını yadsıyanlar olabilir. Ama apaçık bir durum vardır: az da olsa, Türkiye’de felsefi nitelikte yapıtlar yayınlanmakta, az da olsa bunları okuyan ya da hiç değilse okumaya çalışan okurlar bulunmaktadır. İşte bunların geneli bizim felsefe okuyucusu tipimizi oluşturur. Bu genelin içinde, üniversite ve lisedeki felsefe öğretmenleri, öğrencileri, yazarlar (belki özellikle denemeciler), sanatçılar, değişik alanlardaki aydınlar, vs. bulunmaktadır. Elbette ki hepsi değil de bir bölümü. Genellik görüşü tartışılabilir. Biz geçerliliğine inanıyoruz, kanıtlanabilir olduğunu düşünüyoruz. Şimdi bu okuyucuya ulaşan sözün niteliğine bakalım. Burada çeşitli “modalar”, “modalaşma” süreçleri söz konusudur. Örneğin, Frankfurt Okulu, Nietzche, Postmodernizm, en son Deleuze… (Daha önce Althusser, Foucault, belki birazcık da Wittgenstein olduğu gibi.) Bu konuları açıklamalarıyla ve çevirileriyle sunan “aktarma şampiyonları” ortaya çıkıyor yerel düşünürler olarak. Şu durum gözlenebiliyor: bu kişiler, bir zaman sonra sıkılıp işi bırakıyorlar, şiirler filan yazmaya başlıyorlar… Sonra başka “düşünürler” çıkıp onların yerini alıyor. Ve böyle sürüp gidiyor. Kimsenin çabasına ve iyi niyetine gölge düşürmek istemiyoruz: aktarmak da ayrıca onurlu bir uğraştır ve Türkiye’nin buna gereksinmesi vardır. Ama apaçık olan şu ki, Türkçe’de özgün bir felsefi yapıt ortaya konmamaktadır. İş, amatörlere, gazetecilere, meraklılara, olmamış şairlere, züppelere, ya da felsefe memurlarına kalmıştır. Türkiye’deki toplumsal ve kültürel etkenlerin sakatlığı bizce barizdir (dünyanın her yerinde, az ya da çok, bu böyledir, kurumlar ve kurumsallık hepimize bulaşmış varlıksal boktur). Öyleyse bu etkenlerin öne çıkardığı geçerli söylenme koşulları da sakat olacaktır. Buna göre, bu koşullara uyan söz de sakat olacaktır. Ve sonunda, sözün ulaştığı okuyucu da sakatlıktan nasibini alır. Bütün bunlar iç açıcı değildir. Burada, toptan bir sefaletle karşı karşıya bulunmaktayız. Ama bu sefalet, Türkiye’deki felsefi söz için yazgı olmayabilir. Bunun dışında yer alınabilir. Ama pahası ödenerek: yalnızlık, ulaşmama, bilinmeme, ya da anlaşılmama, yok sayılma. Bunu kendimize söylüyoruz, ve başkasına söylüyoruz. Kimdir başkası? Sevdiğimizdir, ama tanımadığımızdır da. Biz bilmeden aynı karşıgelişi bizimle paylaşandır. Yoldadır o da, ve yolun sabrını yüklenmiştir. Pisliğe göre özgür, ama düşünce şiddetinin buyruğu altında.
Alınışa böylelikle kısaca değindikten sonra, başlangıç sorusuna dönelim.
Beş kısa Not sunuyoruz burada. Bunlar, konuya bir ön bakış niteliğindedir. Yine de bu ön bakış, konunun bütün boyutlarını içermemektedir. Umudumuz, bu Notların diğer metinlerle birlikte düşünce, yaklaşım, yönelim ve yöneltim, izleme, başlangıç, zaman gibi konuların oluşturabileceği kümeyle ilgili tatmin edici bir bütün kurmasıdır.
Not 1
Düşünceye bir başlangıç gerekli.
Bu gerek nereden geliyor? Yaklaşma ve varma isteğinden. Neye yaklaşma ve varma isteği olduğunu hemen belirtmeye çalışmayalım. Bu soruya yanıt vermek (örneğin: Varlığın özü, ya da: Başka, diyerek) o kadar kolay olmayabilir. Buna göre, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: ne olduğunu tam olarak söyleyemeyeceğimiz bir şeye yaklaşma ve varma isteğinden geliyor başlangıç gereği. (Yaklaşma ve varmanın nesnesine, başlarken bir ad verilse de, yol boyunca bu ad değişebilir.)
Not 2
Gereken başlangıç, bir yolun başlangıcıdır.
Başlangıç nasıl koyulabilir? Nereden, nasıl, ve ne için (yaklaşılmak ve varılmak istenen) başlayacağız? Diyelim ki ne için başlayacağımızı belirttik (örneğin: Varlığın sorusunu yanıtlamak için). Ama nereden, ve nasıl? Bir ölçüde, soru, sorular, başlamadan önce koyulabilir (zaten yaklaşma ve varma isteği varsa, tam belirmeden bile olsa sorununun, soruların koyulmuş olması gerekir). Ama nereden, ve nasıl başlanacağı önceden koyulmuş olabilir mi? Önceden, burada, bir çalışma yapılmadan, araştırma yapılmadan, kendiliğinden anlamına geliyor. Eğer öyle ise, bu, ya başka bir nereden ve nasıl’ın kopya edildiği, ya da rastgele bir yerden ve gelişigüzel bir biçimde başlandığı anlamına gelir. Eğer öyle değil ise, nereden ve nasıl başlanacağı dolaysız bir biçimde koyulmamışsa, o zaman başlangıcın nereden’ini ve nasıl’ını koymak için çaba göstermek gerekecektir.
Nereden ve nasıl başlanacağını belirleyen felsefi ön çabanın uzantısına başlangıcın başlangıcı olduğu izlenecek yolun nasıl’ının da ön belirlenmesi ek olarak koyulacaktır. Ama bu noktada, felsefi yol’un, daha genel anlamda izlemenin, söz’de devam etmenin, ve yol alış, yaklaşma ve varma gibi konuların açıklanması gereklidir. İzlenecek yolun belirlenmesi için yolun belirlenmesi gereklidir. Başlangıç düşüncesi, yol düşüncesinden ayrılamaz. İkisi birlikte soruşturulmalıdır. Belki de başlangıcın yola ışık tutmasından çok, yol başlangıca ışık tutacaktır.
Not 3
Buradan şu sonuç çıkıyor: felsefede, başlamadan önce, başlangıç adına, bir çaba göstermek gerekmektedir. Bu, başlangıç öncesi başlangıçtır, bir bakıma. Peki, bu ön başlangıçta, en önce olan, başlangıcı gerekli kılan yaklaşılmak ve varılmak istenen ne oluyor? Başka bir deyişle: en önce olan soru, sorular, ne oluyor? Geçici bir süre için askıya mı alınıyor, erteleniyor mu? Ama soru zorlamaysa, nasıl ertelenebilir? Ancak daha güçlü bir baskı ortaya çıkarsa. Böylece, başlangıcın sorusu, ya da soru olarak başlangıç, geçici olarak en önce olan sorunun, soruların, yerini alabilir.
Not 4
Şöyle denilebilir: nereden ve nasıl başlanacağı o kadar önemli mi? Sonunda, sonucun bütününe bakılmayacak mı? Sıra ve düzen, yazarken, hatta yazdıktan sonra gerçekleşemez mi? Başta olması gereken, yolun ortasında yazılmış olabilir. Nereden ve nasıl’ı belirlemekte diretmek yerine, amacın peşinde hemen başlamak gerekmez mi? Düzeni sonradan yeniden belirlemek pahasına. Önemli olan, başlamış olmak değil mi? Başlangıç sorusunun sorunun yerini alması yapay bir zorlama değil mi?
Yanıt: Düşündüğümüz ve yazdığımız ölçüde daha şimdiden bu tarzda başlamış bulunmaktayız. Başlangıç sorusu, bizim ilk sorumuz olmamıştır. Soru’nun peşinde daha önce yapılan, düşünülen, yazılan vardır. Buna ek olarak soruyoruz başlangıcın sorusunu, daha önce yapılanı yeniden temellendirecek, yeniden düzenleyecek ve düzeltecek yeni bir yola çıkış ve onun doğrultusu adına.
Not 5 (Hegel)
Başlangıç sorusunu sorduğunda yakalayalım Hegel’i. Lojik Bilimi’nde, Önsözden, Girişten, “Lojik-Genel Bölümleri” başlıklı yazıdan sonra “Birinci kitap—Varlık”ın başında yer alan “Bilimin başlangıcı ne olmalıdır?” adlı metinde.
Das reine Wissen, salt bilgi, bilincin son ve mutlak doğrusudur. Salt bilgi, einfache Unmittelbarkeit’dır, basit dolaysızlık. Bu basit dolaysızlık ise salt varlıktır, das reine Sein. Bu ilişkileri kurduktan sonra, şöyle diyor Hegel: “Salt bilgi kavramı üstüne bu geriye doğru bakış, mutlak Bilimin başlangıcını oluşturmak için varlığınileri geldiği temeldir”.
Böylece başlangıç konusu açılmış oluyor. Ama hemen yanıtlanmak üzere.
Başlangıç mutlaktır, çünkü mutlak bilimin başlangıcıdır (“mutlak bilimin başlangıcı, mutlak başlangıç olmalıdır”)- Bu demektir ki, başlangıcın temeli olmamalıdır, ya da, diyor Hegel, “daha doğrusu, o, bütün bilimin temeli olmalıdır”. Başlangıç temelsizdir. Ama başlangıcın kendisi temeldir. Burada, temelsiz bir başlangıç, bir bakıma temelsiz bir temel söz konusudur. Bu başlangıç, yukarıda değindik, salt varlıktır. İçeriksizdir.
Hemen sonra, felsefenin başlangıcı konusunun modernliğinden söz ediyor Hegel: “Daha çok modern çağlarda felsefeye bir başlangıç bulmaya bir zorluk olarak bakılmıştır”. Bu zorluğun birçok tartışmaya konu olduğunu söylüyor. Sonra, kendi başlangıç görüşünü yeniden ele alıyor. Başlangıç olarak varlık, ya da varlık olarak başlangıç, mutlak mıdır? Değildir, diye yanıtlıyor Hegel, Lojik’ten önceki yapıtına, Tin’in Fenomenolojisi’ne göndererek. “Bu başlangıç mutlak değildir, ama bilincin önceki deviniminden ileri gelir. Bu devinimin bilimi, bilginin çıkageldiği bilim, öyleyse içinde mutlak başlangıcı barındırmalıdır”. P.J. Labarrie ve G. Jarczyk ile birlikte, kesin başlangıcın Lojik’te değil de bu yapıtın varsaydığı Fenomenoloji’de olduğunu söyleyebiliriz o zaman (bkz. bu iki yazarın Lojik’i Fransızcaya çevirilerindeki Notuna: Aubier, 1972, s.41).
Buradan Hegel, sonuç olarak temel düşüncesine geçer. Bu, felsefenin bir arayış olduğu görüşüyle bağlantılıdır. Eğer temel, sonuç olacaksa, felsefenin başlangıcı varsayımsal ve sorunsal bir doğru olacaktır. Bu anlayışın yine modern çağlarda ortaya çıktığına değiniyor Hegel. Kendisinin de buna yakın olduğunu az sonra belirtecektir. Burada ilerlemek, gerilemek ve temellendirmek arasındaki ilişki dikkat çekicidir: “Bu görüşe göre, felsefede ilerlemek daha çok bir gerilemek ve bir temellendirmektir”. Temeli aramak bir yoldur, ama geriye giden bir yol. Geriye giden bir yolda ilerlenilmektedir. İlerleyiş, bir geriye dönüştür. “Kabul etmeliyiz ki (…) ilerlemek temele bir geriye dönüştür ve kaynaksala (das Urprüngliche) bir geriye dönüş, ki başlangıç olan buna bağımlıdır”.
Bu düzlemde şunu söyleyebiliriz: bir arayış olarak felsefenin başlangıcı temel değildir, tam tersine temel aranılandır, bulunuşu ya da kuruluşu sonuç oluşturacaktır; felsefenin başlangıcı bir ilk doğrudur (çünkü bir sonuç, bir ilk doğruyu varsayar), ama mutlak olarak doğru (das Absolut-Wahre) sonuçtur.
Burada temel ile başlangıç birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Temel, bir yolun sonunda kurulacak olandır. Başlangıç ise temele doğru yol alışın başlangıcıdır, yalnızca ilk doğrudur. Bilinç, dolaysızlıktan yola çıkar, mutlak bilgiye varır, ki bu onun doğrusudur (Fenomenoloji). Bu temeldir. Ama böylelikle de ilk olanın (“ilk önce dolaysız olarak sahneye giren” diyor Hegel) bundan, temelden, çıktığı söylenecektir. Temel, temel başlangıçtır. Başlangıcın temelindeki başlangıç, ama yolun sonunda bulunan. Oysa salt bilgiden yola çıkıldığında (Lojik), salt bilginin gelişmesinin sonunda, Tin dolaysız bir bilincin biçimine geçecektir. Bu devinim, birinci çemberin ters yönde izlenişidir.
Hegel’in iki büyük yapıtı arasında bağ kurma çabası göze çarpmaktadır burada. Başlangıç ile ilgili olarak, bu bağa şöyle değinebiliriz: başlangıçta dolaysızlık vardır (Fenomenoloji’de bu dolaysız bilinçtir, Lojik’te basit dolaysızlık olarak salt bilgi, salt varlık olarak basit dolaysızlık); temel ise mutlak bilgi ve dolaysız bilinçtir. Burada Hegel’in çevrim (Kreislauf) düşüncesi iyice belirgindir. İki yapıt birlikte düşünülürse, birinin başlangıcının diğerinin temelini (sonuç olarak temelini) oluşturduğu söylenebilir. Böyle genel bir bakış açısına göre, başlangıçlar bir bakıma temellenmektedirler, başka bir devinime temel oluşturuyor olarak, ama kendi devinimleri için (kendileri için) temel değildirler, kendilerinden ayrı ve sonuç olarak ortaya çıkacak temelleri vardır.
Ama ağırlığı Lojik yapıtına verecek olursak, daha önce söylenenlerin doğrultusunda, Hegel ile birlikte “başlangıcın kendisinin doğasındadır, onun varlık olması ve daha fazlası değil” diyeceğiz. Hegel, ele aldığımız metinde, bu düşüncenin uzantılarına değiniyor, ama biz burada duracağız, çünkü konunun kapsamı bir Not’un sınırlarını aşıyor.
(*) Yazarın Kabalcı Yayınlarından çıkmış “Birlikte ve Başka” isimli kitabındaki bu yazılar Cengiz Erengil’in aldığı izinle basılmıştır.
(**) Son yıllarda yabancı dillerin (en başta İngilizce olmak üzere) üniversitelere egemen olması, bizi yabancı dilde felsefe öğretimi olgusuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu olgunun kabulü ve pratiği, öğretim üyeleri açısından, büyük bir sorumsuzluktur.