Tarihi boyunca değişmekte ve dönüşmekte olan insanın, davranışlarına eşlik eden, eylemlerine dayanak olan düşünsel gelişimi, hak ve haklılık kavramlarının oluşumuyla başlamış olabilir.
Kabileden topluma, krallıklardan demokratik parlamenter yönetimlere kadar gelinen süreçte insanların bir arada yaşaması bir düzeni gerektirmiştir. Düzen, töre ve kurallar, yasa ve hukukla sağlandı. Hepsinde en temel kavram hak oldu.
Hem büyük özgürlük hareketleri ve devrimler, hem de savaşlar ve katliamlar arka planlarında hep bir hak iddiası ile yapılmıştır. En derin karşıtlıkların en uçtaki tarafları ortak bir kelime ile ayrıştılar ve “haklı…” olduklarını iddia ettiler.
Hak, kimi zaman adalet ve eşitliğin erdemi ile anıldı, kimi zaman ise ayrıcalık ve kayrılmanın sebebi olarak yerden yere vurulup lanetlendi.
Hem ceza hem de ödül nedeni oldu hak. İnsan “hak ettiği için…” cezalandırıldı ve hak ettiği için ödüllendirildi.
Hak iddia edilerek işgaller yapıldı, savaşlar çıkarıldı, Krallar ve soylular hakları ile güçlendi ve egemen oldular. Daha güçlü olan daha haklı olabildi. Özgür olmak için de hak talep edilmiştir. Köle sahibi olmak da haktı.
İhtilaller yapılmış, hak sahipleri devrilmiş ve böylece adalet ve özgürlük sağlanmıştır.
Hak, kullananların amaçlarına göre bazen bir yetki, bazen bir iddia, bazen de bir gasp nedeni olabilmektedir.
Miktarla ölçülebilmektedir. Çok hak, az hak var. Efendinin de kölenin de hakları vardır.
Hak bir yetki mi, ayrıcalık mı, yoksa insanı yükselten adil ve özgür olmasını sağlayan bir erdem mi?
Böylesine geniş bir yelpazede kullanılabilen bu kelime, tüm düşün tarihimiz boyunca siyaset, din ve felsefinin temel kavramlarından biri olmuştur.
Bu çalışma, tarih boyu yasaların ve hukukun da temel dayanağı olmuş bu kavramın yaşamsal ve zihinsel kökenleri ile buna eşlik eden insanın gelişim ve ilerleyiş sürecindeki rolünü ve İnsan Hakları Bildirgesine kadar gelen süreci ele almaktadır. Hızla değişen günümüz koşulları, bilgi ve bilişim çağında hak kavramının nasıl evrileceği konusu ile genişletilmektedir.
Güç, çıkar ve sahiplikler üzerinden haklı olmak ve insanın yükselmesi ile ilgili zihin kimyası ve düşün felsefesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan hak arasındaki derin farklılıkları ve çelişkilerini ortaya koymak bu çalışmanın ana nedenidir.
Hak İddiası ve Gereklilik
İnsanın bitki ve hayvanlar gibi henüz biyolojik bir canlı olmanın çok ötesinde olmadığı dönemlerde yaşam bir hayatta kalma meselesi idi, yani beslenme, barınma, savunma ve üreme etkinlikleri ile canlılığı sürdürmeden ibaretti. Bildiğimiz anlamda bir “hak” kavramının olmadığı bu dönemlerde atalarımız yapabilirlik, yani yapma ve etmeler konusunda herhangi bir kişi, kurum veya yasanın oluruna bağlı değildi. Yaşamsal olan her türlü temel eylem, ortam koşullarının doğası gereği ortaya çıktı. Çevreyi dilediğince kullanabilme ve hayvanları avlayabilme gibi. İnsanın gelişimi, beden yeteneği ve zekânın evriminin bu temel ve yaşamsal eylemlerle başladığı da düşünülebilir.
Bu gelişime eşlik eden tüm eylem ve etkinliklerin nedeni ve dayanağı, düşünsel ve etik bir temel olan hak veya haklılık iddiası değil gereklilik olmalıdır. Eylem etkin dönem olarak adlandırabileceğimiz bu süreçte yapma etme eylemleri yaşamsal koşulların oluşturduğu zorunluluklar nedeni ile yapılıyordu.
Aslında tüm biyolojik canlıların, doğada gözlemlediğimiz şekilde, ihtiyaç duydukları bir şeyi elde etmek için yaşama ve hayatta kalma zorunluluğunda olmak dışında belli bir nedenleri yoktur. Bir hayvanın avını avladıktan sonra hemen savunma durumuna geçmesi ve avının üzerindeki “Bu benim…” güdüsü kendisi ve yavruları için bir gerekliliktir. Zira başka türlü yaşama şansları yoktur.
Ancak, daha sonraki süreçlerde, alet kullanma ve çevreye uyumlanma sayesinde gün boyu eylem koymaya gerek kalmadan da yaşamayı becermeye başlayınca “artık zamanlarımız” oluşmaya başladı ve bizler de eylem etkin dönemden, zihin etkin dönem diyebileceğimiz evreye geçmeye ve düşünmeye başladık.
Korteksimizdeki ilk hak iddiası ve haklılık alanının önce “gereklilik” sonra sahiplik üzerinden kodlanmış ve kayıtlanmış olması muhtemeldir. Etik anlayışımızın da gereklilik üzerinden oluştuğunu düşünebiliriz. Buna göre yapılan eylemler güncel bir zorunluluk ve gereklilik nedeni ile yapılmıştır, dolayısı ile de doğru, haklı ve etiktir.
Zamanla gereklilik nedeniyle gerçekleştirilen eylemlerden, güncelin ve zorunluluğun ötesine geçilmesi iki başat sorunsalın ortaya çıkmasına neden oldu. Güç ve sahiplik.
Elde etme, birikim, birikimlerin üzerine kurulma ve eyleme gereklilik olmadan yaşama eğilimi daha sonraki dönemlerde kanlı cinayetlerin, çatışmaların, sosyal çalkantıların, devrimlerin ve savaşların nedeni oldu. Güç, sahiplik ve artık zaman, kendi beden, emek ve yeteneklerimizle avladığımız bir avın başındaki “Bu benim…” güdüsünden, “Burası benim!” sahipliğine geçmemizin nedeni olmuştur.
Jean Jacques Rousseau’nun ünlü deyişi ile: “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara ‘Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz’ diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”[1]
İlginç bir şekilde “Burası benim” ifadesi aynı zamanda “Burası Ben’im” anlamını da taşır. Bir sahipliği tanımlamanın ötesine geçip, Ben’in sahip olunan eşya ile özdeşleştiğini yani eşyalaşmasını iki kelime ile özetler. Bireyi özneleyen “Ben’in, sahiplik ifade ettiğinde sahip olunan eşyaya dönüşmesini bir dil estetiği ile sergiler. Benim evi gösterip “Burası benim…” dediğimde aynı zamanda “Ben’im” demiş, yani kendimi evle özdeştirmiş olurum.
Belki de Türkçemizin derin bir zenginliği olan bu estetik özellik ayrıca araştırmaya değer.
Yaşar Kemal’in Bin Boğalar Efsanesi adlı kitabı Yörüklerle yerleşikler arasındaki çatışmaları konu alır. Göçerliğin doğası gereği sahiplik dürtüsüne yabancı olan Yörüklerin çitsiz ve doğaya uyumlu yaşam felsefeleri ile yerleşiklerin sahiplik üzerine kurulu düzenleri çatışmaktadır. Kitap “Burası benim!” sorununa sayısız göndermeler yapar.
Yörüklerin mezarları vardır da mezarlıkları yoktur. Yolda belde, kim nerede ölürse, öldüğü yere gömüverirler onu.
Obada kızlar, yalnız sevdaya gönüle giderdi. Bir can için, para pul için kızlara, onların gönüllerine karışılmazdı.
Çaldığım kavalın karşılığında ben hiçbir şey almazdım. Kaval hak için, gönül için çalınır.[2]
Yasalar ve Düzen
Yerleşik düzene geçilmesi ile birlikte insanın toplumsal bir varlık olması, yani artık yakın ve akraba olmayan kişilerle de birlikte var olabilmesi sözlü kabile geleneklerinin ötesine geçilmesini gerektirmiştir. İlişkiler artık bir kabile şefinin çözemeyeceği kadar karışık ve çetrefilli hale gelmişti. Gereklilik ve zorunluluğun, hırsa, keyfiliğe, güce ve sahipliğe dönüşmesi ile ortaya çıkan çatışmaları gidermenin tek yolu vardı; Yasalar. Neyin hak olduğu neyin olmadığı, kimin haklı kimin haksız olduğu ve giderek suçlu ve suçsuzu belirleyen ve herkesin üzerinde mutabık olduğu metinlerden oluşan yasalar bugünkü hukukun da zeminini oluşturacaktır.
Madde 30- Eğer bir toprak sahibi tarlasını, bahçesini ve evini tımar yüzünden terk edip, uzaklaşırsa, bir başkası ondan sonra tarlasını, bahçesini ve evini zapt ederse ve üç yıl tımar mükellefiyetini yerine getirirse, kendisi döner ve tarlasını, bahçesini ve evini (geri) isterse, ona verilmeyecektir. Zapt eden ve tımarı yürüten, kimse (bizzat) mükellefiyetleri yerine getirecektir.
Madde 31- Eğer bir yıl uzaklaşıp, dönerse, tarlası, bahçesi ve evi ona verilecektir. Kendisi, tımarının mükellefiyetlerini yerine getirecektir. Tımarını terk edip uzaklaşanların tarlası, bahçesi ve evi bakım için bir diğerine verilmektedir. İlk mükellef üç yıl içinde dönmediği takdirde ikinci kimse bu haklara sahip olur. Daha evvel dönerse topraklarını geri alır.[3]
Günümüzden 4000 yıl kadar önce Mezopotamya’da Babil kralı Hammurabi yasalarından toprak mülkiyetini düzenleyen bölümden alıntı olan bu iki örnek zapt ve keyfiyetin bittiğini göstermekle birlikte güç ve sahipliğin artık yasa koyucu bir egemenin otoritesi ve denetimi altında yasallaştığını belgelemesi bakımından önemlidir.
Yasalar günün şartlarına ve dönemin adalet anlayışına göre belli sınıfları ve gurupları ayrıştırabilir ve haklar bu anlayış çerçevesi içinde oluşur. Hak iddiası veya uğranıldığı düşünülen haksızlık yine bu sınırlar içinde çözümlenir.
Kil ve Kâğıt ve Kudretli İlâh
Yazılı metinler köklü ve sözlü geleneklere göre çok daha kırılgan olabilmektedir. Bu metinlerin yasa koyucu egemenin bir sözü ile değiştirilmesi veya rafa kaldırılması mümkündür. Hoşnutsuzluk yaratan adaletsiz yasalar ise ayaklanma ve isyan nedenidir ve egemen güce karşı bir iç tehdit oluşturur. Bu yüzden metinlerin kaynağında ve arka planında bir destek unsuru olarak ilahi bir güç yer alır.
Yasayı koyan iradenin ya doğrudan ya da otoritenin temsil ettiği ilahi bir güç olduğu inancı hem egemenin konumunu sağlamlaştırır hem de din ve mitolojik unsurların toplumsal düzenin oluşması ve sağlanmasındaki rolünü ortaya koyar. Mutlak bir itaatin sağlanması yasaların bir egemenin iradesi ve keyfiliği olarak değil, tanrısal bir buyruk olarak kabul edilmesi ile sağlanır. Genellikle de büyük çoğunluğun öyle kabul etmesi ile oluşan tartışmasız itaat sayesinde muhalif direniş ve başkaldırıların önüne geçilmiş olur.
Hammurabi’nin kanun metninin önsözünde Tanrı Marduk’a atıf yapması boşuna değildir. Grek mitolojisinde Zeus, Hint destanlarında Brahma, kuzey sagalarında Odin gibi hemen her türlü toplumun alt belleğinde ilahi bir güç yer alır ve itaat olumlanır. Bu sayede herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir düzen gerçekleşir. Gücü sınırlı ve sorunlara çare bulması şüpheli olan insani bir egemen yerine mutlak ve kudretli bir ilahın varlığı yaşamın zorlukları karşısında daha umut vericidir.
Semitik dinlerde ise özel bir atfa gerek yoktur, Tanrı kelamı mutlaktır. Eski ve Yeni ahit ve Kur’an metinleri, özünde insanı anlatır ve tanımlar. Ne yapılıp ne yapılmaması gerektiği emredilir. Hak ve hak olmayan, bu tanımlar dâhilinde anlaşılır veya anlaşılması istenir. Musa Peygamber’in toplumu üzerindeki otoritesi düzeni sağlamakta yeterli olmayınca Tanrı’nın iradesi ile “On Emir” metinlerinin inmesi gerekmiştir. Bunların beş tanesi insanların başkaları ile ilişkileri ve hakları ile ilgilidir.
“Cumartesi gününü daima hatırlayıp, onu kutsal kılacaksın. Haftanın 6 günü çalışacak, yedincisinde istirahat edeceksin. Cumartesi günü istirahate tahsis edilmiş umumi dinlenme günüdür. O gün ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne uşağın, ne de hayvanların, kısaca hiç biriniz çalışmayacaksınız.
– Öldürmeyeceksin.
– Çalmayacaksın.
– Yalan şahadette bulunmayacaksın.
– Hiç kimsenin evine, barkına, karısına, hizmetçisine, öküzüne, eşeğine velhasıl sana ait olmayan bir şeye göz dikmeyeceksin.”[4]
Bu ve bunun gibi Eski ve Yeni Ahit ve Kur’an metinlerinde hak ve hak olmayanı tanımlayan metinler yasa veya yasalara temel veya öncül kabul edilmiştir.
İnancın ve kutsal iradenin kitle üzerindeki gücünü kavrayan kralların, iktidarların, egemen sınıfların ve hatta diktatörlerin, din kardeşliğini ve mutlak itaati sağlayacak kutsal devlet gibi bir nimeti niye göz ardı etmedikleri açıktır. Bu stratejik tutum sayesinde oluşan teokratik yönetimlerle büyük kitleler tartışmasız bir itaatle yönetilmiştir. Zira toplumun büyük çoğunluğu kutsal devlet egemenine karşı gelmeyi Tanrı’ya karşı gelmekle bir görür.
Gücü elinde bulunduran iktidarların çoğu aydınlanma sürecine kadar, din siyaset iş birliğinin önemini kavrayarak, egemenliklerini Mezopotamya krallıkları ve Mısır hanedanları gibi kutsal devlet modeli ve kitle inançları üzerine kurdular. İlk sivil ve temel hukuk sayılabilecek olan Roma hukuku zamanla Hristiyan ahlakı ve papalığın ruhbanına tâbi oldu. Bizans ortodoksluğu doğdu, İslam ülkeleri ve krallıkları ise teokratik monarşilere dönüştü.
Hak iddiası, adalet ve özgürlükler artık kutsal irade gücünü kendine mal eden ruhban ve kral kardeşliğinin insafına kalmıştır.
Din siyaseti sadece monarşik bir yönetme modeli olarak değil, bir strateji olarak da kullanıldı. Öyle ki bu gücün farkına varmakta gecikmeyen İngiliz siyaseti, yayılmacılık ve sömürgecilik sürecinde bu stratejiyi başarı ile kullanmıştır. Pasifikten Hindistan’a, Afrika kabilelerinden Arap şeyhliklerine kadar tüm sömürgeleştirme ve kolonileştirme sürecinde önce tapınak yönetimi ile halkın üzerinde etkin olan şeyhlerle ve dini liderlerle uzlaşma yoluna gidilmiştir. Dini mekânlar korunmakla kalmamış, bakımları ve sayılarının artırılması için parasal destek sağlanmış ve Ruhban sınıfı türlü yollardan desteklenmiştir. İngiliz siyaseti, inançları üzerinden düşünen kitlenin itaat zaafını kullanarak direnişleri ve karşı duruşları zayıflatmak istedi ve çoğunlukla da başarılı oldu. Dini unsurlarla iş birliği ile ve inançlarla çatışmadan yapılan işgal ve yayılmalar yüzyıllar boyu sürdü.
İktidarların ve egemenlerin varlık nedenlerini, sahiplik haklarını ve bireyler üzerindeki otoritelerini tanrısal bir güce ve temsilciliğe dayandırıp direnç, itiraz ve muhalefeti engelleme siyaseti önemli bir strateji olarak tüm ruhban sınıflarında, papalıkta, teolojik monarşilerde ve günümüzde dahi devam etmektedir.
Yüzyıllar süren ve bazı ülkelerde günümüzde de sürmekte olan bu düzen kendi çelişkilerini ortaya çıkarmış, toplumların hoşnutsuzlukları, sınıf çatışmaları ve keyfi yönetimlere karşı çoğu kanla ve savaşla bastırılan yeni arayışları da beraberinde getirmiştir.
1215 yılında İngiltere’de önemli bir belge olan Magna Carta karşımıza çıkıyor. İlk anayasa niteliğindeki bu belge, insanın egemen gücün otoritesine ve kutsal iradeyi temsil ettiğini vehmeden ruhbanın fermanlarına karşı kendisini yükselttiği bir karşı duruşun belgesi olarak çok önemlidir.
Burada bir hak iddiası veya talebinden çok insanın kendisini yücelttiği öncül bir ilkeler manzumesi belgelenmekte ve bir egemenin lütfu ile verilen haklar değil insanın insan olarak değerleri ortaya çıkarılarak, yasaya bağlı özgürlükleri ilan edilmektedir.
“- Hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurmaksızın, tutuklanamaz, hapsedilemez, mülkü elinden alınamaz, sürülemez, ya da yok edilemez.
– Adalet satılamaz, geciktirilemez, hiçbir özgür yurttaş adaletten yoksun bırakılamaz.
– Yasalar dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan oluşan bir kurula danışmadan haciz yoluyla veya zor kullanarak toplanamaz.
– Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”[5]
Magna Carta İngiltere’deki sınıfsal çatışmalar nedeni ile çeşitli kez askıya alınmış olup kilise direnci ile karşılaşarak hayata geçirilememiştir. Öyle ki, Papa Innocent III, Magna Cartayı “İllegal, adaletsiz, Hükümranlığa ve İngiliz halkına utanç verici bir belge …” olarak tanımlamış ve “Tarihin sonuna kadar yok hükmünde ve geçersiz…” kaydı ile aforoz etmiştir.[6]
Magna Carta hayata geçirilememişti ama daha sonraki dönemlerde batıdaki aydınlanma hareketleri, Fransız ihtilali ve Amerika Bağımsızlık bildirisi gibi özgürlük mücadelelerine ve anayasalara örnek ve temel alınabilecek etkileri yaratmıştır. Ancak bu belgelerde ortaya konulan hakların çoğu yine egemen gücün iradesine bağlı olarak kullanılınca çatışmalar süre gelmeye devam etmiştir.
1777 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi insanlığın hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir belge olmakla birlikte belgede yer alan “Herkesin eşit yaratıldığı, yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı hakkına sahip olduğu” maddesine rağmen Amerika’da kölelik sorunu devam etti ve bildirinin imzalanmasından 80 yıl sonraki iç savaşa kadar çözülemedi.[7]
Magna Carta, Amerikan Bağımsızlık ve Fransız Devrimi bildirgeleri insanlığın belleğine özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramları yerleştirmiş olup insanın güç ve otoritenin keyfi ve baskıya dayanan yönetimleri karşısında karşı duruşunu ve yükselişini sağlamıştır. Ancak bunların hiçbiri endüstri devrimi ile ortaya çıkan emek sermaye çelişkileri, eşitsizlikler, sınıfsal ayrımlar ve derinleşen siyasi çalkantıları engelleyemedi ve 1. Dünya Savaşı ve Rus Devrimi gibi sonuçlar doğurdu. 2. Dünya Savaşında büyük insan katliamları yanında insanlığın en büyük kıyımları yapılmış, insanlık suçları işlenmiş, insan hakları ve onuru ayaklar altına alınmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
1948 yılında her iki savaş sonu yaşanılan büyük acıların ve kayıpların da etkisi ile kabul edilen bu belge, bugün için bireylerin din, dil, ırk, köken farkı gözetilmeksizin sahip oldukları hak ve özgürlükler konusunda elimizdeki en önemli uluslararası belge niteliğine sahiptir. Gücü, yaptırımları ve bağlayıcılığı tartışmalı da olsa binlerce yıllık insanlık tarihinde farklı kültürel ve siyasi sistemlere sahip ülkelerin üzerinde mutabık kaldığı 30 maddelik belge ile insan hakları güvence altına alınmıştır. Devletlerin, kanun yapıcıların ve giderek kurumların, bireylerin temel özgürlükleri, onurları ve hakları üzerinde hukuksal bir düzen ve denetim kuramayacaklarını, mevcut ve çıkarılacak yasaların bildiride ilan edilen maddelere aykırı olamayacağını garanti altına alması, bu belgenin tüm insanlığın ortak bir ilanı ve kazanımı olmasını sağlamaktadır. Belli bir gurup, sınıf, toplum veya ulus değil, insan sıfatı ile sahip olunan hakları metinleştiren belgede özne insandır.
“• Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.
- Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.
- Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.
- Hiç kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; her türden kölelik ve köle ticareti yasaktır.
- Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.”[8]
1948 yılından günümüze kadar geçen sürede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve sonrasında gelen ek ve ilaveler sayesinde önemli adımlar atıldığı ve hiç küçümsenmeyecek önemli kazanımlar sağlandığı bir gerçektir. Bu belge halen birçok ülkede ve AB gibi bloklarda ülkelerin hukukları üstünde ve insan hakları temelinde sınırlı da olsa bağlayıcı işlevi ile temel hakların garantisi konusunda en önemli kitlesel mutabakat ve belgedir.
Bununla birlikte güç ve çıkarlar söz konusu olduğunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi dâhil her türlü anlaşma ve belgenin askıya alınabildiği bir devirdeyiz. Beyannamenin 70. yılında Amnesty International 2018 raporunda “İnsan hakları konusunda halen hiçbir garantimiz olmadığı” notu resmî raporunun ön sözünde yer almıştır.[9]
Geçen 71 yıllık süre içerisinde ve günümüzde savaşlar, katliamlar ve bireyin yıkımı tüm şiddetiyle devam etmektedir. Irk ayrımı ABD’de 1960’lı, Güney Afrika’da 1990’lı yıllara kadar sürdü. ABD Guantanamo hapishanelerini kurarak raporu açıkça hiçe saydı. İşkence, hukuk ihlalleri, ifade özgürlüğü, kadın cinayetleri ve tecavüzleri devam etmektedir. Silah satışı ve ticareti yolu ile savaşlar ve çatışmalar körüklenmektedir. Milyonlarca insan yurtlarını terk etmek zorunda kalmaya devam etmektedir.
Amnesty 2019 raporuna göre, halen yarısı çocuk olmak üzere 25,9 milyon insan mülteci durumuna düştü ve tarihte kaydedilen en büyük mülteci sayısına ulaşıldı.[10]
Milyonlarca insanın ölmesine neden olacak olan iklim ve çevre felaketleri ise insan hakları kapsamında ele alınmamaktadır. Oysa Dünya’yı ve Atmosferi en fazla kirleten ülkelerin hepsi çoğunlukla İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni imzalamış gelişmiş ve zengin ülkelerdir.[11]
- Çin
- ABD
- AB
- Hindistan
- Rusya
- Japonya
- Almanya
- Güney Kore
- İran
- Suudi Arabistan
- Kanada
ABD 2017 yılında küresel ısınmaya sebep olan karbon salınımı ve iklim değişikliğine neden olan faktörleri azaltmak ve kontrol altına almak için imzalanan Paris Anlaşması’ndan çekildiğini bildirdi.[12]
Bu ülkelere karşı hiçbir yaptırım gücü uygulanamamaktadır. Büyük çıkar gruplarının kârları, tüm insanlığın geleceğini tehdit eden zehir salınımı, endüstri kirliliği ve çevre felaketlerine tercih edilmekte ve insan hakları ihlali sayılmamaktadır. Bu durum tıpkı binlerce yıl öncesi gibi egemen güce karşı hak iddiasında bulunulamayacağını ya da hak iddiası hakkının da hala gücü elinde bulundurana ait olduğunu göstermektedir. Özetle, egemen güç halâ dilediği şekilde insan haklarını ihlal etme hakkına sahiptir.
Bunun için ülke veya ideoloji olarak değil tüm insanlık ailesi olarak hareket etmek ve karşı duruşlar sergilemek gerekiyor. Egemen gücü ve otoriteyi tüm insanlık yararına hareket etmek için zorlamak ve direnmekten başka çaremiz yok.
Metinler ve Gerçek Uyuşmazlığı
Hak talebine konu olan yasa, belge ve anlaşmalar, çoğu zaman toplumsal bir karşı duruşun sonuçları olarak değil, giderek derinleşen sınıfsal ve toplumsal çelişkileri gözleyen ve sorunların farkında olan aydınların ve felsefecilerin kaleme aldığı, çoğunlukla hayata geçirilmemiş metinler olarak kalmıştır. Kitle daha çok kendine özgü sorunların halledilmesi konusu ile ilgilenmektedir. İnsanın insan olarak kendi değerini yükselten erdem ve onuruyla yüklü haklar daha çok önderlerin ve aydınların meselesi olmuştur.
Konfüçyüs öğretisinde sağlıklı işleyen bir toplum, bireylerin aileye, komşuya, arkadaşlara ve devlete karşı olan sorumluluklarını yerine getirmesi ile oluşur. Egemen kişi halkın istek ve arzularını dikkate almak zorundadır ancak egemen hiyerarşik olarak halkın önündedir. Bir yasadan çok etik bir prensipler dizisi olan bu öğretilerin yerel gelenekler olarak kaldığı ve uygulamada çoğunlukla işlemediği görülmektedir.[13]
Genel bir tutum olarak, gücü elinde bulunduran imtiyazlı sınıflar, giderek sermaye ve bunların güdümündeki devlet, hak iddiası ve taleplerini insan haklarından çok topluma özel sorunlar ve düzenin sağlanması için gerekli bir ayarlama olarak ele almıştır.
Bunun yanında gücü eline geçiren sınıf ve toplumlar da bir süre sonra çektikleri acıları unutup kendilerine yapılanlardan çok daha fazlasını karşıtlarına yaşatmışlardır.
Yüzyıllar boyu ezilen ve büyük acılar çeken Hristiyan toplumu, Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı kabul etmesi ile mağdurluktan kurtuldu. Sapkın inanç türünden egemen gücün kutsal dini statüsüne yükselen Hristiyanlığın en büyük azizlerinden Pavlus’un öldürüldüğü yerde kurulan Papalık, Hristiyanların yüzyıllarca çektiği eziyet ve acılardan misliyle fazlasını Hristiyan olmayanlara yaşatmış, kanlı ve acımasız bir tarihin merkezi olmuştur. Binlerce insan katledilmiş, işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır.
Rus devriminde ezilen emekçi sınıf devrimden sonra kendini proletarya diktatörlüğüne yükseltmiştir ki bu tür örnekler çoğaltılabilir. Acı çeken toplumların çoğu, yaşananlardan dersler çıkartıp insanlığı yükseltme değerleri yerine hınç ve intikam duyguları ile donanmış, nefret ve hasımlık devam etmiştir.
Bir daha kimsenin aynı acılara maruz kalmaması birkaç önder ve aydının dileği olarak kalmıştır.
Düzenin işleyişi ve mevcut statünün korunması kökleşmiş inançlar nedeni ile ideal ülkülerden daha öncül ve önemli idi. Buna çarpıcı bir örnek olarak, Thomas More’un 16. yüzyılda yayımlanmış olan Ütopya adlı kitabında kurguladığı ilerici toplum ve devlet düzeni ile yazarın monarşik bir düzenin yetkilisi olarak toplumsal hak talepleri karşısında takındığı köktenci ve acımasız tutumunun çelişkisi gösterilebilir.
Yazar kitabı yazdığı dönemi izleyen yıllarda saygın bir hukuk adamı ve dönemin önemli ve yetkin monarşik danışmanlarından biridir. Kitabında din özgürlüğüne geniş yer veren More, Ütopya’da dönemin şartlarında hayli cesur bir yaklaşımla ateistlere dahi yaşam hakkı tanımış ancak gerçek hayatta “sapkın” Protestanların diri diri ve yavaş yavaş ateşte yakılmasını onaylayan cezalara imza atarak insanları işkence ile ölüme göndermiştir.[14]
Yazılı belgeler ve yasalar ne kadar yüksek idealler taşırlarsa taşısınlar, dönemin koşulları ile uyumlu olduğu ve kim olursa olsun egemen gücün ve sınıfın çıkarları ile çatışmadığı sürece geçerli olmuştur. Aksi halde ise uygulanamayan ve hayata geçirilemeyen metinler olarak kalmıştır.
Bilgi Çağında Hak İddiası
İnternet ve dijital devrimle birlikte bilgi çağı denen yeni bir dönemi yaşıyoruz. Bir tuşla veya ses komutu ile tüm kayıtlı bilgilere saniyeler içinde ulaşabilen bu dönemin ne gibi sonuçlar doğuracağını henüz tam olarak bilemiyoruz.
Bundan önceki dönemlerden farklı olarak, birey artık fiziki bir bedenden çok elektronik bir veri ve veri tabanı malzemesidir. Birey ve veri (data) artık ayrıştırılamamaktadır. İnternet ağına salınan bilgilerle eğilimler saptanabilir, ürünler geliştirilebilir, politikalar ve stratejiler saptanabilir niteliktedir. İnsanlığın 50 yıl evvelinden çok farklı olan bu durumu olumlu ve olumsuz yönleri ile tartışabilmek mümkün.
Birey veya toplum olarak sayısal verilere dönüştüğümüz bu yeni dönem yüzyıllar boyu deneyimlerle edinilen insan ilkelerinin ve kazanılan hakların tekrar ele alınmasını ve güncellenmesini gerektirebilir. Zira artık ilişkilerimiz, algılarımız, heyecanlarımız, iyilik veya kötülüklerimiz ve bizi biz yapan insani değerlerimizle değil matematiksel algoritmalar, istatistikler, eğilim saptamaları gibi karar organlarının önüne sunulan verilerimizle varız. Bu değerlendirmenin nasıl, niçin ve kimler tarafından yapıldığı ve nerelerde kullanılacağı konusunda henüz net bir fikir bulunmamaktadır.
“Değerlendirme konusu yapılan şey ya da kişi değerlendirenin ona atfettiği anlam nedeniyle önemli, özel, güzel, değerli ya da tam tersi olabilir. Bu noktada belirleyici olan değerlendirme konusu olan şey ya da kişinin değeri değil, değerlendirme yapan kişinin sübjektif durumudur.”[15]
Değerlendirilmeye esas olan verilerin belli bir süre sonra artık bize ait olan özgün ve biricik orijinal veriler olması pek mümkün olmayabilir, zira medya, yayın, film, dizi, eğitim metotları gibi kontrol edilebilen araçlarla eğilimlerin manipüle edilmesi ve yönlendirilmesi mümkündür. Birey ve toplum artık özgünlüğü ve gerçekliklerini yitirip üzerinde hesap kitap yapılan ve yönlendirilebilen materyallere dönüşmektedir.
Daha şimdiden “Veri üzerinden değer”, halen egemen gücün veya çıkar gruplarının medya, yayın, reklam, film ve hatta eğitim kanalları ile toplumu kolayca manipüle edebileceği ve büyük kitleleri belli amaçlar doğrultusunda yönlendirebileceği ve kendi lehlerine kullanabileceği önemli bir yönetim aracı haline gelmiştir. Birçok ülkede her türlü medya kurumunun, direkt sahiplik ve yandaşlık yolu ile veya sahiplerinin baskı altında tutulması ile yazar ve yayınları hala kontrol ve baskı altında tutulmaktadır.
Yönlendirme ve koşullandırma işine sadece medya araçları ile değil, bilgisayar oyunları ve programları vasıtası ile çocuklar seviyesinde başlanmaktadır. O masum oyun alanı, bertaraf edilmesi gereken bir karşı taraf fikrinin küçük yaştan zihinlere kazındığı, savaş şiddet ve öldürmenin bir galibiyet ve üstün çıkma değeri olarak puanlarla olumlandığı acımasız bir pazara dönüşmüştür.
Hak ve özgürlük talebi bu koşullandırma ile istenildiği gibi yönlendirilebileceğinden sadece insan ilkeleri ve hakları yönünden değil, insan etiği açısından da ciddi sakıncalar içeren bir sürece giriliyor olması mümkündür. Zira artık fiziki bir baskı olmaksızın da koşullandırma sonucu özgür düşünme ve sorgulama yeteneğinin kaybedilmiş olması söz konusu.
Bugünkü medyanın 1984 filminde hemen her yere yerleştirilen ekranlardan, gün boyu başarılardan ve ülkenin parlak günlerinden bahseden, yöneticilerini ve düzeni öven karartma medyasından pek bir farkı bulunmamaktadır.[16]
Propagandanın Nazi dönemindeki gibi despotça değil, renkli ışıklar ve sahnelerle gülerek yapıldığı bir tür cilalı medya devri dönemi yaşanmaktadır. Belli bir arka plan dâhilinde kasıtlı olarak kurgulanmış kirli ve yönlendirici taktik haberler, artistik senaryolar ve yapay ve içi boş tartışmalar, renklendirilmiş eğlence ve yarışma programlarına bulandırılmış olarak uygun dozlarda zihinlere şırıngalanmaktadır.
Binlerce kişinin öldüğü savaşları canlı izlerken bir tıklamayla başka bir kanaldaki eğlence programını izleyebiliyoruz. Savaşlar, bombardımanlar, yüzbinlerce kişinin evsiz barksız kalıp yurtlarını terk etmesi, çocukların yetim kalması, ölmesi umurumuzda değil. Çok acımasız ve katı olduğumuzdan değil, zihinlerimizin yavaş yavaş bu düzenin kodlarına ve işleyişine koşullandırıldığının farkında değiliz. Arka planda silah firmasına sürdürülebilir savaşın, ilaç firmasına sürdürülebilir hastanın, bankalara sürdürülebilir borçlunun gerektiği bir düzeni farkında olmadan olumlamaktayız.
Sadece Körfez Savaşı’nda on binlerce askerin yanı sıra 70.000’i çocuk 111.000 sivil öldürülmüş olup 500.000 çocuk ise halen hastalık, sakatlık ve yetimlikle boğuşmaktadır.[17]
İnsan hakları örgütlerinin raporlarına göre halen devam eden Suriye savaşında ölü sayısı 500.000’i geçmiş vaziyettedir. Çoğu çocuk 6 milyon insan yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır.[18]
Bunlar artık manşet olarak değil, kısacık sütunlarda ara sıra yer almaktadır, zira gündem olacak kadar “popüler” bir etki yaratmamaktadır. Alışılmış, sıradan haber niteliğinde olup internette de milyonlarca tık almamaktadır.
Listeye devam eden savaşlar, çatışmalar ve mülteci dramları da eklenebilir ancak çalışmanın konusu gereği burada önemli olan husus, bütün bu dramların İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalandığı ülkelerde önemli bir kıpırdanmaya yol açmaması ve bu sorunların çoğuna bildiriye imza atmış ülkelerin sebep olmasıdır.
Bu sakıncalar yanında bilgi çağı, hak ve özgürlükler konusunda çok önemli kazanımlar ve fırsatlar da yaratma olanağını sağlamaktadır. İnsanlar birbirlerini hiç tanımadan, din, dil, köken ayımı yapmadan birleşebilmekte, ortak eylem koyup devletler, kurumlar ve politikalar üzerinde baskı gurupları oluşturabilmektedir. Daha önce gerçekleştirme olanağı bulunmayan bu tip ağ eylemlerin ne gibi sonuçlar üreteceği ve insan duyarlılığını nasıl etkileyeceği henüz bilmiyoruz. Hem olumlu hem de olumsuz çok örnek bulunmaktadır. Bilgi çağının nimetlerini ve bize sağladığı kolaylık ve ilerlemeyi her yönüyle birlikte düşünmek gerekiyor.
Cansız Ama Akıllı… Yeni Türlerle İlişkiler
Yine tüm bu sürecin bir sonucu olarak kendi yarattığımız yeni türlerle, robotlar, çipli araçlar, dronlar ve uydularla yaşamı deneyimlemeye başlayacağız. Akıllı (smart) ama cansız olan bu türlerle yeni bir sibernetik yaşam türü içinde efendi köle ilişkisi ile mi, taraf mı, yoksa rakip mi olunacağı pek belli değil. İlk defa başka bir türle temel insan ilkeleri ve hakları ile ilgili hukuk sorunları konusunda karşı karşıya kalınabilir.
Bu yeni tür için “akıllı, cansız ve haklı” veya “cansız ve haksız” gibi hukuk ikilemleri için henüz erken olduğu, zira düğmenin bizde olduğu söylenebilir. Ancak düşünülmesi ve gündeme alınması gereken konu şu; onları biz yarattık ama onlar “biz” değil ve gittikçe daha az biz olacaklar.
Robotlar, çipli araçlar, dronlar gibi yeni türler yaşamı tehdit edebileceği gibi, biz de onları temel insan ilkeleri ve hakları ile ilgili yaptırım ve bağlayıcılıklardan kaçmak için günah keçisi yapabiliriz. Örneğin dronlara bomba attırıp cinayetler işleyip katliamlar yapılabilir ve bunun tamamen bir yapay zekâ algoritması olduğu iddia edilerek akıllı ama cansız olan bu türü suç makinalarına çevrilebilir.
Cansızlar, zekâları var ve süper hızlılar. Çok kısa bir süre içerisinde bizim zekâmızın çok üstünde milyonlarca işlemi yapabiliyorlar. Kontrolün insanda olduğunu onların hizmetkâr olduğunu söylemek bugün için mümkün ama gelecek için öyle değil.
Biz yaptık ama “biz olmayan” bir şey yaptık. Bizler binlerce yıllık insan evrimi ve dönüşümleri ile oluştuk ve hala oluşuyoruz. Duyular, algılar ve ilişkilerle düşünmeyi öğrendik. Kendi yarattığımız bu yeni tür ise şimdilik bizim yüklediğimiz verilerle çalışmakta ancak verileri çok kısa süreler içinde değerlendirip sonuçlar üreterek öğrenebilmektedir. Bugün için istenen görevleri yapma, cevap bulma ve sonuca ulaşma gibi mekanik ve matematiksel görevler üstlenen bu yeni türler, zamanla kurulum sırasında yüklenen verilerle değil, kendi saptadıkları eğilimler ve amaçlar doğrultusunda kendi kendilerini güncelleyebilecek yeteneğe ulaşabilir. Bu aşamadan sonra kendi algoritmaları ile işlevlerini güncelleyebilen bu tür, kendisini programlayan kişi veya kurumun sorumluluğunu aşacak işlevleri de gerçekleştirebilir. Sonuç; artık hak iddiasına muhatap olacak bir kişi veya kurum değil hızlı bir işlemci var karşımızda.
Kaldı ki, ne tür araçların ve türlerin yapıldığı konusunda piyasaya çıkarılanların dışında çok sınırlı bilgimiz bulunmaktadır. Bir örnek olarak, 2019 yılı itibarı ile uzaya 4987 adet uydu gönderilmiş durumdadır.[19] Bunların çoğunun gönderildiği ülkelerde dahi ne amaçla işlevlendiği bilinmemektedir. Üzerimizde dolaşıp duran, bilgi toplayan ve gereğinde bize karşı kullanılabilecek olan bu aletler karşısında hak iddia edebileceğimiz hiçbir kurum bulunmamaktadır.
Elbette uydular, robotlar ve yeni nesil akıllı türler konusu hak ve hukuk yönünden karşımıza çıkacak sorunlar açısından ele alınmaktadır. Bilim ve teknolojinin ve bu aletlerin hayatı kolaylaştırmaktaki katkısı, insanlığın ilerlemesinde ve yükselmesinde çok önemli bir payı olduğu ve olacağı gerçeği göz ardı edilemez. Burada tartışma ve eleştiri konusu olan bilim veya bilimsel yöntem değil, bilim ve teknolojinin güç, otorite ve iktidarlar eliyle kullanılma şeklidir.
Egemen güç ve otorite, bilimi pekâlâ istediği gibi kullanabilir ve Halen yönlendirmekte ve kullanmakta olduğu da söylenebilir.
Robotlar, uydular, akıllı araçlar gibi yeni nesil teknolojik ürünler sadece fayda veya sakıncaları açısından değil, düşünce yapısı ve zihin felsefesi açısından da önemli değişim ve dönüşümlere yol açacak gibi gözükmektedir.
Biyolojik varlığımız, düşünsel özgürlüğümüz ve insan özgünlüğümüz, yani temel insanlık ilkeleri ve haklarımız açısından ortaya çıkabilecek sorunlar, belki de yeni bir etik türünün ortaya çıkmasını gerektirmektedir. Yazılım ve programcılar kod sayfalarının en başına “Matematiksel kodlar insan ilkeleri ve haklarına aykırı sonuçlar üretemez” gibi bir etiği koyacak kadar benimseyip ilke edinebilecekler midir, yoksa ne pahasına olursa olsun bağlı bulundukları kurum, devlet veya egemen gücün talimatları ve çıkarları doğrultusunda istenen sonuçlar mı önemli olacaktır?
“Hak” mı “İlke” mi?
Hak, anlamı üzerinde herkesin mutabık kaldığı bir kavram değil, mutabık kalınması da gerekmiyor. Biz değişiyor ve dönüşüyorsak kavramların da değişmesi ve dönüşmesi gerekir. Yaşam evriliyorsa kavramların da evrilmesi zorunluluktur.
Hak kavramı tek başına kullanıldığında anlamı çok net değil. Kullanan kişiye veya kullanıldığı alana göre farklılaşan ve birbiriyle çelişen anlamlar alabilmekte. Güçlü olmanın bir ayrıcalığı olarak anlaşılabildiği gibi özgürlük ve adaletin temeli olarak da anlaşılabilmektedir.
Hak kavramı güç ve sahipliklerle birlikte, menfaat ve çıkarları da olumlayan ve yasalaştıran bir kavram. Öyle ki birçok “hak” ancak ortadan kaldırıldığında bireylerin ve toplumların düzeni daha adil ve yaşamları daha özgür olabilmiştir. Hemen tüm devrimler ve özgürlük hareketleri hak sahiplerine karşı yapılmıştır.
Toplum ve siyaset felsefesi, temel kavramları hak, adalet ve özgürlük üçlemesi ile pekiştirmiştir.
Bunlardan herhangi birinin eksikliği, hepsinin birden eksikliğine yol açmıştır ve halen açmaktadır. Çünkü hak, bireylerle birlikte egemeni de bağlayan ve sınırlayan hukuk ve yasalarla tanınmış serbestlik ve taleplerdir. Yerine getirilmediği takdirde ortaya çıkan haksızlık, önünde herkesin eşit olduğu ve hiçbir yere bağlı olmayan tarafsız adalet kurumu tarafından giderilir.
Siyasette özgürlük kavramı, kişinin sahip olduğu iradeyle kimseye zarar vermeden ve kimsenin müdahalesi olmadan davranışlarını yapabilmesinin serbestliği olarak tanımlanmaktadır.[20]
Ama aşkın bir zihin kalitemiz olan özgürlük, tanım problematiği olan bir kavram. Tanıma bağlı kalan anlamla sınırlandıkça özgürlüğünü yitirmektedir.
Yukarıda tanımlandığı şekilde irade kullanma ve davranış serbestisi gibi temel haklar bize adil bir toplumda yaşama hakkı sağlamakla birlikte bizi özgür bir insan yapmamaktadır. Sadece dışarda ve dışımızdan sağlanan bir ortam meselesi değil özgürlük. Düşüncelerimizin kendi içindeki bağlanmış ve sıkışmışlığından da kurtulmasını ifade etmektedir. Bilinmeyeni bilinenlerle değil yeni anlayışlara açıklıkla ve cesaretle sorgulama yeteneğinin kazanılmasıdır. Yani özgürlük yalnızca dış ortamın değil, zihin ve düşünce kimyamızın da iyileşme meselesidir. Ancak bu özgürlükle yeni davranış ve anlayışlar kazanıp, kendimizi ve yaşadığımız toplumu kavrayabilir ve yükseltebiliriz.
Hak kavramını da bir dış ortam meselesi olarak değil zihin felsefesi temelinde ele almamız ve sorgulamamız mümkündür.
Türümüze özel bir hak var mıdır? Yoksa insan hakları olarak listelediklerimiz bir iddia veya inançlar manzumesi midir?
İnsan ve hak; her iki kelime de kavram olarak çeşitli anlam sorunları ve zorlukları içermektedir. Hem insan hem de hak kavramı değişen koşullarda tekrar tekrar inşa edilmesi gereken anlayışlar doğurabilir.
Güç, sahiplik ve mülkiyet üzerinden değerlendirilen bir hak anlayışının ve beraberinde getirilen sayısız yasa ve anlaşmaların bir “insan hakları” belgesinden çok, toplumsal ve siyasal bir düzenleme olarak görüldüğünü incelemeye çalıştık. İnsan ise neredeyse tüm siyasi, dini ve felsefi tartışmaların özünde yer almaktadır.
Evrende sayısız gezegenlerin birinde yaşam sürmekteyiz. Zekâ ve düşünme yeteneklerimizle diğer canlılardan farklarımızın olduğu gerçektir. Gördüklerimizi, gözlemlediklerimizi yorumlayabiliyor ve anlayabiliyoruz. Çevremizi değiştirip, yaşadığımız dünyayı dönüştürebiliyoruz. Uzaya çıkıp evreni ve başka dünyaları anlamaya çalışmaktayız. Savaşlar çıkarmakta, cinayetler işlemekte, doğamızı ve dünyayı mahvedebilmekteyiz.
Türümüze ait belirgin özelliklerimizin olduğu kesin, ama bütün bunlar bizi türümüze ait özel bir hak iddiasında bulunma hakkını tanır mı? İnsan hakları denildiğinde, sanki insan derisiymişçesine insandan ayrılmaz bir parça gibi biyolojimize tanınan bir ayrıcalık ve hakkı mı anlıyoruz?
Ormandaki bir insan, oradaki hayvanlar, bitkiler ve tüm canlılar gibi biyolojik bir canlıdır. İnsan, türüne özgü bir hakka sahip değil, yani doğamızdan gelen bir haktan bir insan hakkından söz edilemez. Diğer türlerin ve canlıların üzerinde bir hak iddiasında bulunmamız için hiçbir sebep yok.
Peki insan, insan hakkını kimden talep ediyor? Diğer insanlardan, yani insan hakları olan diğer insanlardan… Öyle ise insan hakları derken tam olarak ne kastediyoruz? Türümüze özgü bir haktan mı yoksa bir inançtan veya bir iddiadan mı bahsediyoruz?
İnsanlık ailesi olarak mevcut durumumuz hak ettiğimiz yeri zaten yeterince belirlemiyor mu? Belki de hak dediğimiz iddia, mevcut durumumuzun bir göstergesi ve halinden başka bir şey değil. Zekâmız, düşünme, değişme ve değiştirebilme yeteneklerimiz zaten önemli bir farkımız ve şansımız. Yani diğer türlere göre en azından biyolojik olarak “hak ettiğimiz” yeteneklerimizi kazanmış durumdayız.
Bunun ötesinde farkımız var ise zihinsel yeteneklerimiz içinde ve birlikte yaşama kalitesinde oluşmaktadır. Kendimizi ve çevremizi, başka insanları ve dünyayı bu yetenek ve kalite ile anlamakta ve değerlendirmekteyiz. İyi isek iyi bir dünya, kötü isek kötü bir dünya yaratmaktayız. Bu kalite ve yetenekler için türe özgü bir hak iddiasında bulunmamız mümkün değil. Hak, biz yaptığımızda oluşmaktadır. Yapma etmelerimiz ise kendimiz, diğer insanlar ve tüm ilişkilerin gözetilmesiyle yapıldığında ilkelere ve ilkeli davranışlara dönüşmektedir. İlke insana ait.
Kavrayabilen, değişen, değiştirebilen ve dönüştürebilen bir varlık olarak insan, yapabilirlik gücünü kendisinin, diğer insanlar, canlılar ve tüm çevrenin lehine kullanabilmesi ile insanlık ailesini yükseltebilmektedir.
Öyle ise, bir güce, bir egemene ve sahipliğe değil, ancak bu ilkeler doğrultusunda “sahip olduğumuz” değil kazandığımız haklardan, yani insan haklarından bahsedebiliriz. Elbette ilkeler yeterli değil, biyolojik varlığımıza, zihinsel alanımıza ve özgürlüğümüze müdahale ve tehdit karşısında bizi savunacak yasalara ve adalete ihtiyacımız bulunmaktadır. Yaşam canlılığın doğası gereğidir.
İnsan hakları evrensel beyannamesinde 30 madde ile belirtilen hususlar bir egemenin bize lütfettiği haklar değil, insanlık ailesinin türlü acılar ve deneyimler sonucu kendisini yükselttiği ilkeler ve değerlerdir. Bu ilkeler haklara öncüldür. Adli haklar bu ilkeler temelinde ele alınabilir, yazılır, çizilir, değiştirilebilir ama temel üzerinde oynanamaz.
Öyle ise yapılacak olan, tüm egemen devletleri kanunlarının ve kültürel zeminlerinin temeline insan ilkelerinin ve temel insan haklarının yerleştirilmesini sağlamak ve gerektiğinde karşı duruşlarla zorlamaktır. Başka bir deyişle yasalar ve toplumsal kültürel değerler temel insan ilkelerine aykırı olmamalıdır.
Sabah Kalktığımızda
Sabah kalktığımızda özgürsek ve sağlıklı isek güne haklı başlamıyoruz, şanslı başlıyoruz. Adalet ve özgürlük bize insanca yaşama şansı vermektedir, yani böyle bir günde haklı değil şanslı olabiliriz. Böyle güzel bir sabahla başlayan günü çok az insan yaşayabiliyor.
Bu şansı kendimiz, diğer insanlar, çevremiz ve tüm dünya için iyi kullanıyorsak, önümüze konulan metinlerden oluşan bir hak iddiasından değil, içimize işlemiş, zihnimize yazılmış ve bize katışmış bir haktan bahsediyoruz demektir. Hak, zihnimize yazıldığında, bir insanın veya bir canlının veya bir ağacın da haklarını içimizde hissediyor ve onlara zarar veremiyoruz. Kâğıt üzerinde yazılı maddelerden korktuğumuz için değil, suç olduğu için veya hapis yatacağımız veya günah olduğu için de değil, sadece insan olduğumuz için. Can dediğimiz cevheri içimizde hissettiğimizde, vicdan denen erdemin sesini duyduğumuzda başkasının canı da bizim canımız oluyor. O yandığında biz de yanıyoruz. Hiçbir yasa bu kadar kuvvetli değil.
Ama bize yasa, adalet ve hukuk gerekmektedir.
Çünkü gün gelip çattığında en güvenilir olanımız yaman bir hırsız, en doğrumuz adi bir yalancı, en masumumuz en karınca incitmeyenimiz acımasız bir katil olabilmektedir. Marifet o gün gelip çattığında insan olmaktadır. Marifet o gün gelip çattığında, yani tam hırsız olacakken elimizi geri çekmekte, tam yalan söylerken dilimizi tutmakta, tam katil olacakken durmak ve geriye dönmektedir. Yani kâğıtta değil hukuk aslında ve içimizdeki vicdanda oluşuyor hak.
Henüz adil ve özgür bir insanlık ailesinden bahsedemiyorsak da Hammurabi yasalarından Magna Carta’ya, Fransız İhtilali’nden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ve devam eden süreçte hiç küçümseyemeyeceğimiz ilerleme ve kazanımlar sağlanmıştır. İnsan varlığının doğası gereği dünyayı iyi bir yere getirmek zorundadır.
Bertolt Brecht’in dizeleri ile,
“İyi insan olacağınıza öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik beklenmesin!
Özgür insan olacağınıza öyle bir yere götürün ki dünyayı,
Kavuşsun özgürlüğe herkes,
Özgürlük sevgisi geçersiz olsun!
Akıllı insan olacağınıza, öyle bir yere götürün ki dünyayı,
Akılsızlık zararlı olsun…”
Yaşadığımız dünya da tüm evrenle birlikte evrilmekte olup süregelen ve süregiden bir olma hali içindeyiz. Yaşam içerisinde her şeyle birlikte, iyiler ve kötülerle, doğrular ve yanlışlarla harmanlanarak ilerliyoruz. Saf bir varlık değiliz ve olamayız, çünkü akıl almaz bir evren harmanıyız.
İçimizde evrendeki her şey var. “İnsan” dediğimiz varlık böylesine zengin bir harmanın ismi ise ustalık bunu cevhere dönüştürmek ve bu zengin karışımla daha fazla insan olmak olmalıdır.
Hak ve adalet, kâğıt üzerindeki maddeler olarak kaldığında bizden ayrı ve gayrıdır. Bir de kâğıda yazılamayan insan kalitesi ve zihin kimyası ile oluşan hak var. İyiden kötüyü, doğrudan yanlışı çıkarmak, hak denilen cevheri içimizden ve vicdanımızdan doğurmak, hakkın kendisi olmak. Bir de böyle bir hak var.
[1] Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, “J. J. Rousseau ve Egemenlik Anlayışı Üzerine”, Erişim: 11 Haziran 2019, http://dergipark.ulakbim.gov.tr/esosder/article/view/5000067894
[2] 1000 Kitap Sitesi,” Binboğalar Efsanesi”, Erişim: 09 Temmuz 2019, https://1000kitap.com/kitap/binbogalar-efsanesi–145688/alintilar
[3] Doc.Player Sitesi, “Hammurabi’nin Toprak Kanunları”, Erişim: 21Temmuz 2019,
[4] ŞALOM dergisi, “Yahudilikte Temel Kavramlar”, Erişim: 16 Haziran 2019,
http://www.salom.com.tr/arsiv/haber-78241-yahudilikte_temel_kavramlar_on_emIr.html
[5] Tarihi Olaylar Sitesi, “Magna Carta”, Erişim: 01 Eylül 2019, https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/magna-carta-103
[6] Independent News, “Magna Carta”, Erişim: 13 Ağustos 2019, https://www.independent.co.uk/news/uk/magna-carta-what-is-it-and-why-is-it-still-important-today-10017258.html
[7] Amerika’nın Sesi, “ABD Bağımsızlık Günü”, Erişim: 20 Temmuz 2019, https://www.amerikaninsesi.com/a/abd-bagimsizlik-gununu-kutluyor-4-temmuz/2848838.html
[8] İnsan Hakları Derneği, “İHE Beyannamesi”, Erişim: 2 Eylül 2019 https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/
[9] Amnesty International, “docs”, Erişim: 3 Eylül 2019, https://www.amnesty.org/download/Documents/POL1067002018ENGLISH.PDF
[10] Amnesty International,” docs”, Erişim:3 Eylül 2019, https://www.amnesty.org/en/what-we-do/refugees-asylum-seekers-and-migrants/global-refugee-crisis-statistics-and-facts/
[11] World Population Review, “Doc”, Erişim: 5 Eylül 2019, http://worldpopulationreview.com/countries/pollution-by-country/
[12] İklim Haber.com, “Abd PARİS Anlaşması”, Erişim: 4 Eylül 2019, https://www.iklimhaber.org/abdnin-paris-anlasmasindan-cekilmesinin-1-yili-pismanliklar-teselliler-ve-yeni-umutlar/
[13] Unesco, “Confucian Approach”, Erişim: 20 Eylül 2019, https://en.unesco.org/courier/2018-4/confucian-approach-human-rights
[14] Düşünüyorum Dergisi, Ütopya ve Hayal, Erişim: 10 Eylül 2019, https://www.dusunuyorumdergisi.com/utopya-ve-hayal-vadedilmis-ulke-ve-ote/
[15] Çobansoy Gökçe. (2019) İnsan Hakları Açısından Kişisel Verilerin Korunması Sorunu, Yüksek Lisans Tezi. TC Maltepe Üniversitesi
[16] Düşünüyorum Dergisi, Ütopya ve Hayal, Erişim: 10 Eylül 2019, https://www.dusunuyorumdergisi.com/utopya-ve-hayal-vadedilmis-ulke-ve-ote/
[17] IPPNW, “Gulfwar facts”, Erişim 10 Eylül 2019, https://ippnw.org/pdf/gulfwarfacts.pdf
[18] HRW org, “World Report”, Erişim: 7 Eylül 2019, https://www.hrw.org/world-report/2019/country-chapters/syria
[19] Pixalytics, “Satellites orbiting report”, https://www.pixalytics.com/satellites-orbiting-earth-2019/
[20] Felsefegen, “Hak ve Adalet”, Erişim: 11 Eylül 2019, http://www.felsefe.gen.tr/siyaset_felsefesi/hak-adalet-ve-ozgurluk-kavramlari-nedir-ne-demektir.asp