Okuma süresi: 7.5 mintues

Birçok insanın ortak ütopyası… Sonlu olarak anlatılan dünya hayatının ardından vaad edilen mükemmelleştirilmiş sonsuz bir hayat. Dünyadaki değerli kılınan nesnelerin ırmak ırmak aktığı, güzellik ve umutlarla süslenmiş bir bahçe. Kurtuluş olarak görülen ve gitmek için can atılan topraklar. Ruhun geldiği ve gideceği düşünülen o âlem; cennet…

Hayale göre cennet, soyut bir âlem olmasına rağmen insanların arzu nesneleri ile donatılmıştır. Hayatın değerli gıdaları ve maddeleri orada sınırsız bir şekilde bulunur ve oraya ulaşan insan sonsuz bir hayat sahibi olur. Gidilecek son duraktır, oradan sonra ulaşılabilecek hiç bir yer yoktur.

Tüm bunlara inanmak, hayalin kendisini gerçekleştirmekten tabii ki daha kolaydır.

Gerçeklikten uzak, kulaktan dolma bilgilerle hayal edilen cennet, inanç ve kültürle yoğurulmasından dolayı ortak bir ütopya olmasına karşın, herkes için farklı bir tasarıma sahiptir ve kişiye özeldir.

Aslında burada hayali kurulan şey bir mekân değil, ruhun özlem duyduğu evine yani ait olduğu âlemine “geri dönmenin” arzusudur. Çünkü kendi âleminden ayrılarak dünyada bedene hapsolmuş olan ruh, evine dair özlem ve yoksunluk (melankoli) hissetmektedir. Kendisi hakkında yeterince bilgiye sahip olmayan ve bunu öğrenmek isteyen insanı, hakikatinin bilgisine sürükleyen de işte bu yoksunluktur. Kimileri sadece inanmayı seçer, çünkü bu yoksunluğa sahip olmayan insanlar bilginin yolundan gitmezler.

Bizim genelde fark edemediğimiz bu yoksunluğun sebebini Platon’un açıklamasında görebiliriz. Platon, ruhun idealar âleminden ayrılarak yeryüzüne gelmesini ve bir bedene yerleşmesini şöyle açıklamaktadır: İdealar âleminde son derece mutlu bir hayat süren insan ruhu, oradan idrak edemediği nesneler dünyasını, duygular aracılığıyla daha yakından anlamak ve tanımak amacıyla bu âleme inmiş ve bedene konuk olmuştur. Bir piramit gibi üst üste dizilmiş olan idealar, ezeli ve ebedidir. En üstteki idea iyi, yani varlık ideasıdır. Ruh da ezelidir. Sonradan madde dünyasına inmiş ve bir bedene girmiştir. Ölümden sonra başka bir bedene göç edecek ve yerleşecektir. Ruh idealar âleminden yeryüzüne indiği için onun iyiliğinin ve kötülüğünün kökünü dışarıda değil de, ruhun kendisinde, kendi içinde aramak gerekir. Ruh ezeli olduğu için, kendisi gibi ezeli olan ideaları da ezelden beri bilmekteydi. Ne var ki madde âlemine inince onları unuttu. Fakat çeşitli vesilelerle onları hatırlamaya çalışır. Buna tahattur (hatırlama) adı verilmektedir.”[1]

Platon’un sözünden anlaşılacağı üzere “ezeli olan ruh’tur”.

Yani Tanrı ile birlikte varlığını sürdürdüğünü düşündüğümüz ruh ölümsüzdür ve sonsuz bir hayat yaşaması için cennet gibi bir âleme ihtiyacı yoktur, o zaten sonsuz olan hayatında bir serüvene çıkmıştır ve bu dünyada kendini deneyimliyordur.

Öyleyse biz neyi hatırlamalıyız?

Nitekim ruhumuz ırmaklarca akan sütlerin ve şarapların tatlarını hatırlamıyordur. Bu tatlar tabii ki beden içindir. Bir yandan bedensel olan tüm arzu ve ihtiyaçların karşılanacağı yer dünya iken, hayale göre cennet dünyevi şeylerle doldurulmuştur. Ancak kendini keşif amacıyla nesneler dünyasında deneyimlerini sürdüren ruh, maddeden asla tatmin olamaz, o sadece kendine ait bilgi ile yolunu bulur ve onun için bedensel gıdanın veya maddenin hiç bir değeri yoktur. Ruh böyle şeylerle değil logos (kelâm) ile beslenir. O ışıktır ve bilgi onun yolunu aydınlatır.

Hayali kurulan maddi bolluk ve bereket bu dünyaya aittir. Cennet için tasvir edilen dünya nimetleri ise insana anlayabileceği dilden değer karşılaştırması yapabilmesi adına söylenmiş sözlerden ve rumuzlardan başka bir şey değildir. Yani orası gerçekten ırmaklar, çiçekler ve ağaçların olduğu bir âlem değildir. Bunlar dünyaya aittir ve insan ile birlikte bir değeri barındırır. İnsanı dünyadan ayrı tutarsak bunların değeri ne olabilir? Öyle ki en değerli varlık “insan”dır. İnsan büyük âlem olarak kabul edildiğinden tüm addedilen âlemleri de içinde barındırır. Bu yüzden cennet için bahsi geçen zenginlik insanın değerini ve derinliğini ifade etmektedir. Çünkü tüm âlemler insanın gönlünde gizlidir, dolayısıyla eğer keşfedebilirsek cennet şu anda ve buradadır. Cennet insanın vicdanında ve dolayısıyla eylemlerindedir. İyi olmayı başarabilmiş bir insan cenneti bu dünyada, burada ve an’da yaşar.

Yeni Platonculuğun kurucusu olan Plotinus’un südur kavramını incelersek ruhun nereden geldiğini biraz daha net anlayabiliriz.

Plotinus’un anlayışında “bir” kavramı, var olan her şeyin aslında tek bir şey olduğu anlamına gelir. Ona göre nesnel ve duyusal dünyayı dışarıda bırakarak akıl ve ruh dâhil her şey Tanrı’nın açılımlarıdır. Akıl ve ruh Tanrı’dan taşmış ve dolayısıyla O’ndan başka bir şey değildirler.

Plotinus’a göre sırasıyla bir’den zekâ, zekâ’dan ruh taşmıştır. Bu ruh’tan ise bireysel ruhlar südur etmiştir. Madde âlemi ise ruhun fiziki yansımasıdır. Elbette geldiği bir’e dönecek olan ruh yine sırasıyla önce zekâya sonra ise bir’e ulaşacaktır.

Öyleyse; gidilecek bir başka âlemin olmadığını ancak yükselme yoluyla Tanrı’ya ulaşabileceğimizi anlayabiliriz. Çünkü Plotinus’a göre Tanrı ile birleşme bu hayatta bile gerçekleşebilecek bir tecrübedir.

Tanrı’nın sonsuz olduğu düşüncesinde, kendimizi bu hayatın sonunda cennette hayal etmek bizi bir adım ileri götürmez, ancak bu dünyada cenneti yaşayabilmek bizi Tanrı’ya biraz daha yaklaştırabilir.

Dolayısıyla biz bir’e nasıl ulaşabileceğimizi hayal edebiliriz. Özümüzü ve bu özden neden ayrıldığımızın sebebini hatırlamak ve öğrenmek için çabalayabiliriz. İyiyi, iyi olmayı ve iyi kalabilmeyi hatırlamalıyız. İyilerin cennete gittiğine inanmakla birlikte iyi’nin kendisine benzeyip iyi olabilmeyi, iyi olan bir’e karışmayı başarabiliriz. İşte o zaman hayal yerini gerçeğe bırakmış olur ve bu mümkündür. Plotinus’a göre Tanrı’ya ulaşmanın yolu arınma ile gerçekleşebilir.

İnsanı arındıran bilgi, aydınlatan ise bilginin ışığıdır. Sadece inanmak aydınlanmaya yetmez. “Bilmek, inanmaktan üstündür,” der, Clement.

Ruhtuk

İçimize sığmayan yıldızlar ve onların tozlarıydık iç içe

Güneş olduk sevgiyle ısıtan

Rüzgâr olduk dağlarda estik

Çiçek olduk arılara sır verdik

Döndük küre küre verdik elden ele

Ve tekrar birbirimizi bulmak için sevmeye karar verdik

İncittik bazen bilmeden, her neyse halimiz normal sandık

Neyse öğrendiğimiz kavramsallaştırdık

Bazen gördük, deneyimledik, yine de yenildik

Tekrar gösterdik kendimizi bu sefer dirildik

Bedendik

Hapistik bir çuval toprağa, hastalıklı ve ıslak

Şehvettik arzu deryasında yüzen

Nefesimiz kesildi de nefsimizi dindiremedik

Öfkeydik kaya gibi sert, ay kadar dolu

Sarıldığımıza tokat attık, yarasını sildik

Saçlarını doladık ellerimize seviştik

Ağladık bir sözüne de ağlatmamayı beceremedik

Kendimiz olamadık, bir bedende bizdik

Ölü denen vücutlarla her hücreye can veren

Her birinize değip geçen, bıraktığımız iz’lerdik

Deneyimledik duyularımızla, duygularımızı göremedik

Sevgiydik

Aktık ellerden, dillerden, gönüllerden

Kapandık içimize, birbirimizi doğurup dışımızda yer ettik

Cühud ettik bedenlerde dokunmayı öğrendik

Karşılık beklemeden bazen saf ve pür

Sahte yüzlerde gülümsemez, her gönüle bilinmezdik

Bilmeseler de ne kadar sevildiklerini vazgeçmezdik

Hayaller kurar ve gerçekleştirirdik

Sevgiyle kurulmuş bir dünyada küçük hayallerimizi izlerdik.


Dipnot:

[1] Keklik, Nihat, Felsefe, Mukayeseli Temel Bilgiler. 1978

İbrahim Yılmaz
+ Son Yazılar