Değer ölçüleri insandan insana, Doğu’lu ya da Batı’lı, varlıklı ya da yoksun, eğitim görmüş ya da görmemiş, köylü ya da kentli, Müslüman ya da sair dinlerden… olduğuna göre hayli farklı şekilde belirirler.
Adam, sinema afişine bakan karı ya da kızını mahallî “töreye uygun olarak” yatırıp tavuk keser gibi doğruyor, “namusunu temizlemek” için. İşbu töre, yine bir mahallî “kültür”ün ürünü oluyor, şöyle ki kültür, çok kapsamlı tanımlamaları arasında “sosyal grupları tanzim eden organik nizamları, inanç ve âdetleri” içine alıyor. Yani, herhangi bir ülkenin parlamentosundan çıkan yasa, o ülkenin genel sosyal-ekonomik-teknolojik ve dolayısıyla da bilimsel kültür düzeyinin bir aynası oluyor. Kim demiş ki bilim düzeyi, üretim potansiyelini göstermez diye? Kim demiş ki üretim potansiyeli inanç ve âdetleri etkilemez diye? Kim demiş ki inanç ve âdetler ülkenin organik nizamlarının âmili olmaz diye?..
Günümüzün bir takım düşünce sistemlerinin çevre (doğa) ve teknolojiye karşı tavırlarının kültürel ve düşünsel (entelektüel) kökenleri ne olabilir? Bu konuyu girişmeden önce “çevre” kavramına açıklık getirmek gerekir, şöyle ki bu sözcük, bir yandan içinde yaşadığımız doğal ortamı tarif ederken öbür yandan da, çok daha dar anlamda, konu komşuya, yani kızı afişe baktığı ya da sevdiğine kaçtığı için adamın “yüzüne bakamaz” olduğu insanları ifade ediyor.
Önce, değer ölçülerinde farklılıklar yaratan, en başta gelişigüzel saydığımız öğelerden önemlilerini, Doğu’lu ya da Batı’lı olsun, ele alalım. Doğu’lu adamın gerisinde ne “Rönesans”, ne de “Aydınlanma çağı” var. Neydi bu mahrum kalmış olduğu fikir akımları?
Rönesans, Avrupa tarihinde XIV. yy’ın sonuyla XV. Ve XVI. yy’ları kapsayan ve en belirgin özelliği, Eski Yunan ve Roma kültürünün canlandırılması olan dönemdi. Aynı zamanda bir serüven ve keşifler çağı olan Rönesans boyunca, astronomide Ptolemaios sisteminin yerini Kopernik sistemi almış, kağıt, matbaa, pusula ve barut gibi yeni ürün ya da teknolojiler yaygın uygulama alanı bulmuşlardı.
“Ortaçağ” kavramını XV. yy bilginleri, Eski Yunan ve Roma dünyasının yıkılmasıyla bu dünyanın kendi yüzyıllarında yeniden keşfedilmesi arasındaki (“ortadaki”) dönemi belirtmek amacıyla ortaya atmışlardı. Ama Rönesans’ın kökleri Ortaçağ’ın sonlarında, XII.yy’da başlayan bir dizi siyasî, toplumsal ve düşünsel dönüşümde yatıyordu. Bu gelişmelerin başında Rönesans’ın anayurdu sayılan İtalyan kentlerinin gelişmesi geliyordu. Bu kentlerde soylular, tüccarlar, rantiyeler ve zanaatkârlar bir arada yaşayıp çalışıyor, aynı milislerde çarpışıyor, evlilik yoluyla ilişki kuruyor, özellikle Kilise’nin otoritesine karşı ortaklaşa direniyorlardı. Ortak bir düşmana karşı eylem birliği bu kentlerin halklarında bir topluluk bilinci ve yurttaş bağlılığı yaratmaya başlamıştı. Kentsel bütünleşme hem kent toplumu içinde yeni iktidar organlarının oluşmasına, hem de kentler arasında, çevrelerindeki alanlara sahip olma mücadelesinin doğmasına yol açmıştı.
Daha XIII. yy’da İtalyan kentlerine özgü bir halk egemenliği kavramı gelişti. İvedi kararların gerektiği durumlarda bir parlamento (İtalyanca “kitle toplantısı”) toplantıya çağırılıyordu. Ama XIV. yy’da bu kentlerden bazıları kent içindeki iktidar kavgaları nedeniyle demokratik yönetim tarzından uzaklaşarak tek adam yönetimine (signoria) yönelmeye başladı; yüzyıl sorununa gelindiğinde signoria yaygın yönetim biçimi olmuştu. Bu nedenle feodalismin kurumsal yapısı yıkılırken, bir yandan da feodalisme özgü değerler yeni biçimler altında canlanıyor, böylece Rönesans Dönemi’nin karakteristik devlet anlayışı ortaya çıkıyordu.
Sonunda kent devleti, daha önce tek tek yurttaşların bir araya gelmesiyle sağlanan işlevin çoğunu üstlendi; bireyler artık hiçbir aracı olmaksızın doğrudan devletle karşı karşıyaydı. Rönesans insanı hem bir birey olarak kendisinin, hem de yetki alanı içindeki herkes için bir baba, bir anne ve aile olan devletin varlığının bilincindeydi. Öte yandan kent topluluğu içinde okuryazarlığın artması ve bir tür yeni edebiyat beğenisinin gelişmesi daha önce sadece din adamlarının elinde olan kültür tekeline son verdi. Yeni meslekler, din adamı olmayanlar arasında okur yazarlığın artmasının ve uzmanlaşmasının bir yansımasıydı.
Rönesans’ın dünya görüşünün ilk dışavurumu, Hümanism olarak bilinen düşünce akımıydı. Hümanism, Ortaçağ’ın düşünce yaşamına egemen olan ve Skolastik felsefeyi yaratan bilgin din adamlarınca değil, Kilise dışındaki kültür adamlarınca başlatıldı. Akımın öncüleri Dante ve Petrarca olmuştu.
Hümanismin en belirgin özelliği, bütün dışavurumları ve kazanımlarıyla insanı kendine konu edinmesiydi. İkinci olarak hümanism, bütün felsefe ve ilâhiyat okullarının taşıdığı doğruluk öğesini birbiriyle bağdaştırmayı amaçlıyordu. İnsanın, ilk günahın kefaretini ödeyecek biçimde yaşamasını en soylu eylem olarak gören Ortaçağ anlayışının tersine Hümanistler, yaratıcılık ve doğaya üstün gelme mücadelesine ağırlık veriyorlardı. Son olarak hümanism, yitik insan tininin (kaybolmuş insan ruhunun) ve bilgeliğinin yeniden doğmasına umut bağlamıştı; bunun yolu da ilkçağın Yunan ve Roma uygarlıklarıyla onların değerlerini yeniden keşfedip benimsemekten geçiyordu. Ama bunu gerçekleştirmeye çalışırken Hümanistler, yeni bir düşünsel bakışın doğmasına ve yepyeni bilgi dallarının gelişmesine katkıda bulundular.
Rönesans’ın gerçek etkisi, insanı dinî iktidarın yarattığı zihnî kalıplardan özgürleştirmek, özgür araştırma ve eleştiriyi esinlendirmek, insan düşüncesinin ve yaratıcılığının taşıdığı olanaklara güveni pekiştirmek oldu.
İtalya’da Hümanistler Latincenin yanısıra, çok sayıda yerel lehçede de yapıtlar verdiler. XIII. yy sonlarına doğru Toskana lehçesinin giderek yaygınlaşması, Dante’nin, La divina commedia (Tanrısal komedi) adlı yapıtını bu lehçe ile yazması, çağdaş İtalyancanın doğuşunu hazırladı. Machiavelli gibi XVI. yy yazarları İtalyancayı kullandılar.
Ortaçağ’ın evren ve doğa anlayışı, Aristoteles’in fiziği, Galenos’un tıp bilgisi, Ptolemaios’un astronomi ve Hıristiyan İlâhiyatının bir karışımıydı. Bu anlayışın yerine yeni bir bilimsel dünya görüşünün geçmesini sağlayan bilim adamlarından sadece Kopernik “Rönesans Dönemi”nde yaşadı. William Harvey, Galile, Newton’un başlatacakları bilimsel evrim ise, XVII. yy’ı bekliyorlardı. Ama Rönesans, eski Yunan ve Roma’nın bilim ve felsefe yapıtlarını yaygınlaştırıp tanıtarak bu bilimsel devrimin düşünce alanındaki ön koşullarını hazırladı. Örneğin ikibin yıldır Yer’in merkez sayıldığı astronomide, ilkçağın Güneş merkezli kuramları ilk kez Rönesans Dönemi’nde tartışılmaya başladı.
Aydınlanma
Aydınlanma, bir hareket olmaktan çok, bir düşünce tarzı oluyor. Daha geniş anlamda, eğitim görmüş çok insanın, içinde oturduğu dünya telâkkisini değiştiren, yukarda sözü geçen XVII. yy’ın “bilimsel devrimi”nin bir sonucu olmuştu.
Aydınlanma, hem serbest bırakan, hem de sınırlayıcı idi, şöyle ki bir yandan bilginin alabildiğine büyümesi görüşünü getirirken, öbür yandan da metafiziği inkâr ediyordu.
XVII. ve XVIII. yy’da Tanrı, us, doğa ve insan kavramlarının yeni bir bireşime (senteze) ulaşmasıyla ortaya çıkan ve Avrupa’da sanat, felsefe ve siyaset alanlarında devrimci gelişmelere yol açan düşünce akımı olmuştu. Aydınlanma düşüncesinin temelini, usu işler kılma ve yüceltme oluşturuyordu. Aydınlanma düşünürleri, evrenin us aracılığı ile kavranabileceğini, bu yolla insanoğlunun bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşabileceğini savunmuşlardır. Yunan – Roma dünyasına çok yabancı bir ortamda gelişen Hıristiyanlık, o kültürün tam karşıtı amaçlar taşıyordu. Oysa, yeni dini benimseyenlerin büyük çoğunluğunu Yunanlılar ve Romalılar oluşturuyordu. Hıristiyanlık bu yüzden kültürel bir uyum gerçekleştirmek zorunda kalacaktı. Hümanistlerin bu tür bir din anlayışı, mucize inanışına da son veriyordu. Çünkü Tanrı’nın varlığına olanak sağlayan yasaların aynı zamanda bu tür us dışı olgulara yer vermesi düşünülemezdi.
***
Özetle irdelediğimiz işbu ussal felsefî akımlar, yeni bir sosyopolitik formasyonu, burjuvazi’yi, palazlandırmıştı. XIII. yy’dan kalma “burjuvazi (kasabalı – kentli – Bürgertum) terimi, Ortaçağ Avrupa’sında bir kent sâkini kategorisini, feodal toplum içinde bir özel statü ve hâklara sahip, özellikle tâcir ve zanaatkârları, ifade ediyordu. Ama yine aşağıda değineceğimiz kapitalismin gelişmesiyle, ve daha çok XVIII. yy’dan itibaren, deyimin mânâsı yavaş yavaş değişmiş, özgül olarak imalât sanayii, ticaret ve finans işlerinde faal, müreffeh işverenleri ifade eder olmuş. Yani, daha kesin olarak, bir özgül kapitalist üretim tarzı içinde egemen sınıfları tanımlar olmuş. Hegel’in bu görüşünü özetlemiş olan Engels, burjuvazi için, “bütün gelişmiş ülkelerde büyük kapitalist sınıf olarak şimdi tüm tüketim vasıtalarının üretimleri için gerekli hammaddelerin ve âletlerin (makinaların, fabrikaların) az çok münhasıran sahibi olan sınıf” diyor.
Marx’ın görüşüne göre, yeni üretim güçlerinin gelişmesi ve burjuva sınıfının feodal sistemle mücadelesi sonunda ortaya çıkmış kapitalist toplumda tarihî değişim, herzamankinden hızlı olmuştu.
Kapitalist toplumda iki farklı süreç sürüp gidiyor. Burjuvazi, üretim sistemini tamamen değiştirmeye devam ediyor, bunun bir sonucu olarak da sermayenin büyük şirketlerde merkezîleşmesi, ve özellikle XX. yy’da, büyük ölçüde uluslararasılaşması olgusu meydana geliyor.
Birçok sosyal düşünür daima burjuvazinin sosyal rolünü vurgulamışlardır ve bu rol, son tartışmalarda daha da belirgin olmuş. Kapitalist ruhu Protestan ethik’ine bağlayan Max Weber, burjuvaziyi rasyonellik ve teşebbüs, bireysel hürriyet ve sorumluluk düşünceleriyle hareket eden bir sınıf olarak görüyor, ve bu sonuncusunu bir dinamik ve demokratik toplumu devam ettirmek için gerekli nitelikleri haiz bir lidere sahip olduğunu düşünüyor.
***
XII. yy’ın başlarında Batı Avrupa kentleri, feodal beylerin ve kilisenin ekonomik ve hukukî egemenliğinden kurtulma sürecine girmişlerdi. Ortaçağ’ın sonlarına doğru Batı Avrupa’nın büyük bir bölümünde, bazen barışçı bir evrimle, yer yer de kanlı ayaklanmalar sonunda kent komünleri, kent arazilerini feodal toprak sahiplerinin egemenlik alanının dışına çıkarabilmişlerdi. “Kentli olmak özgür olmak demektir” deyişi bu dönemde ortaya çıkmıştı. Bağımsız kentlerin yönetimini üstlenen ve güçlerini kalıtsal ve hukukî ayrıcalık ya da soyluluk yerine, toprak dışı mülkiyet ile paradan yana servetten alan tüccar, zanaatkâr ve esnaf gruplarının tümüne de topluca “burjuvazi” denmeye başlandı. XVIII. yy Fransa’sının siyasî düzeni içinde soylular ve ruhban dışındaki bütün varlıklı yurttaşları üçüncü bir statü (tiers état) içinde kapsayan burjuvazi, aynı dönemin toplumsal yapısını inceleyen düşünürlerce soylular ve köylülük arasında yine üçüncü bir sınıf olarak görülmüş.
Max Weber ve onu izleyen bir grup sosyal bilimci, burjuvaziyi öbür sınıflardan ayıran belirleyici özellikleri, ideoloji ve kültür alanlarında aramıştı. Bu yaklaşıma göre tasarruf, kâr güdüsü ve bireysel kazancı çoklaştırmayı hedefleyen akılcı davranış gibi temel erdemlerin benimsendiği değerler sistemi, burjuva dünya görüşünü oluşturur. Burjuvazi, bu ideolojik tavrı yaratan, özümseyen, tarih ve siyaset sahnesine taşıyan sınıf olarak tanımlanır.
Marx ve izleyicilerine göre burjuvazi, bir toplumsal sınıf, toplumsal sınıf da tarihî maddeciliğin temel kavramlarından biri oluyor. Sınıf tanımını belirleyen, temelde sosyal üretim ilişkileridir.
***
Burjuvazinin beraberinde sürüklediği, yönlendirdiği ikiz kardeşi kapitalism, gelişmiş hali ile, Batı Avrupa’daki XVIII. yy’ın Sanayi Devrimi’nden ortaya çıkıp daha sonra ekonomistler, tarihçi ve sosyologlar tarafından değişik şekillerde kavramlaştırılmıştı. O, “mal (matâ) üreten toplum olarak tanımlanıp bunda başlıca üretim vasıtaları belli bir sınıfın, burjuvazi’nin, elinde toplanmıştır; bunun paralelinde emek (çalışma) da alıp satılır bir mal olmuş. Bu telâkki, Marx’ın tarih teorisinin çerçevesinde inceden inceye geliştirilmiş ve onun “ekonomik yorumu” ve kapitalism, beşerî üretim tarzları ve toplum şekillerinin uzun evrim süreci sonunda en yeni aşama olmuş. Marx’a göre onun ayırıcı veçhesi, ardı kesilmez birikim, üretim yöntemlerinin sürekli değişimi içinde kendi genişlemesi olmuş ki bu, başlıca üretim gücü olan bilim ve teknolojinin ilerlemesine sıkıca bağlanmış.
Ekonomik değişmeleri, sınıf yapısında sosyal değişmeler, geleneksel imal tarzlarının çökmesi, teknik iş ve hizmet meşgalelerinin genişlemesi takibetmiş ve daha genel olarak, içinde bilgilenme teknolojisinin ve hergün artan önemde rol oynayan bir bilgiye dayanan ekonomiye doğru hareket vaki olmuş.
***
Kendi değişimi ile birlikte değer ölçülerindeki hızlı değişimi de beraberinde sürükleyen burjuvaziyi bir nevi “frenleme”ye yönelik bir siyasi sistem olarak muhafazakârlık, işbu değişime set çekmek üzere dikiliyor.
Muhafazakârlık, evrensel bir politik görüş olup değişmeye içgüdüsel bir nefret, önceleri kabul edilmiş şeylere bağlılık olarak ifade ediliyor. Bu, insanlık tarihi boyunca devam edegelmiş ve çok az insan bu duygudan sıyrılabilmiş. Değişmeyen âdetler, ritual ve tavırlar, insan davranışlarını kuşaktan kuşağa idare etmiş.
Aşağıda anlatacağımız gibi, burjuva-kapitalist düzeni yaratıp beraberinde sürüklediği kavramlardan biri lâiklikten başka, milliyetçilik oluyor.
Milliyetçilik, kendi ulusuna bağlılığın uluslararası ilkelere bağlılıktan ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren görüş oluyor. Siyasî bir program veya düşünceler bütünü olmaktan çok, böylesi programları ve düşünceleri temel alan siyasî bir bakış açısıdır. Her ülke ve toplumda farklı özellikler kazanabilir. Siyasî bağlılığın temelinde ulusların bulunduğu varsayımından kaynaklanan milliyetçilik, tarihte oldukça yeni bir olgu olmuştu. XVIII. yy’a değin siyasî bağlılığın odağında genellikle fief (tımar, has; mecazen de yurtluk malikâne)’lerin, dinî grupların ya da kent gibi küçük siyasî birimlerin yer aldığı düşünülürdü. Örneğin, dinî bağlamda Hıristiyanlar olarak anılan uluslarüstü topluluk, söz konusu bağlılık odaklarından biriydi. Devlet ilk kez XVIII. yy’da siyasî etkinliğin odak noktası olmaya başladı. Bunun birçok nedeni vardı. Büyük, merkezî devletlerin ortaya çıkışı, feodal yapıların ve başka yerel bağlılık odaklarının yok olmasına yol açtı. Hükümdarlar da artık devletle özdeşleştirilmeyerek devletin geçici yöneticileri olarak görülmeye başlandı.
Milliyetçilik kavramını öne süren ilk düşünür, özellikle Fransız Revolüsyonu’nun hazırlayıp sonunda onu gerçekleştiren burjuvaziyi derinden etkilemiş olan J. J. Rousseau olmuştu.
***
“Fransız Revolüsyonu” sadece yeni kavramlar getirmeyip bazı eskilerini de süpürmüştü. Bu sonuncuların başında aristokrasi geliyordu.
Bu eski mânâsında aristokrasi, bir siyasî sistemi ifade ediyor. Eski Yunanlılar bu terimi, güç ve liyakat, değerlerin beraberce gittiği bir rejim olarak kullanmışlar; bu kullanım Batı’da ikibin yıl sürmüş. Ama Fransız ihtilâli zamanında aristokrasi ve yeni uydurulmuş “aristokrat” deyimi, sosyal analiz alanına intikal etmiş. Bundan böyle odak, toplum içinde bir seçkinler grubu olarak bir aristokrat, elinde servet ve politik yetkenin toplandığı, imtiyazlarla donatılmış ve ırsî (kalıtsal) olarak geçen bir seçkinler grubu olmuş.
Aristokratik statüye sahip olabilmenin ölçü ve karakteri de bir toplumun değerler ve maddî koşulları hakkında fikir verebilir. Geleneksel toplumlarda aristokratik refah, tarımsal gelirlerden başat bir pay alma keyfiyetine dayanır. Özellikle Marksist analistler, tarımsal ekonomiden geçişin, aristokratik gücün zayıflamasıyla beraber gittiğini vurgulamışlar. Avrupa’nın ticarî ve sınaî gelişmesinin araştırıcıları, doğmuş olan iş ve sanayici sınıflara aristokrasinin uyarlanabilme (adapte olabilme) kabiliyetini çarpıcı delillerle ortaya koymuşlar: Bu uyarlanabilme, çoğu kez yeni refahla eskisi arasındaki finansal bağ tarafından kolaylaştırılmış. Yine geleneksel toplumlarda aristokrasinin politik rolü, idareci sınıfla birlikte gelişmiş. Daha çapraşık ve gayrışahsi sistemler, kamu yetkisi ve bir kalıtsal idareci elit arasındaki ilişkiyi, devlet ya da halk namına artarak kullanılan bir güçle yerinden etmiş. Ama yine burada da aristokratik adaptasyon, parlamenter ya da yerel patronlar olarak çarpıcı ve uzun süreli olmuş.
Geleneksel toplumlar kategorisine dahil Türk toplumunda “aristokrasi”, Tanzimat’tan bu yana, âyan, eşraf, ağa, aşiret reisi şekillerinde belirmişti.
***
Yine Fransız Devrimi hareketinin beraberinde sürüklediği lâiklik, eski çağlardan bu yana, din adamı olmayan, ruhanî bir sıfat ve dinî işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılır. Lâiklik de özünde din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirlerinden ayrılmaları, birbirlerine karışmamaları anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı da çizer; kişilerin dinî inanç ya da inançsızlıktan, din buyruklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesi, ibadete zorlanmamasını vb. öngörür.
Başta Fransa olmak üzere Batı dünyasında gelişen lâiklik, dinî dogmaların bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki baskılarını gerileten Rönesans ve Aydınlanma Çağı düşüncesinden kaynaklanmıştı; özellikle Katolik Kilisesi’nin merkezî ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden doğmuştu. Kilise ile ruhbanın katı disiplin ve ahlâk kurallarıyla toplum ve bireyler üzerinde kurduğu sıkı denetim, kendi karşıtlarını da yaratacaktı. Ulusçuluk ve Olguculuğun yanında siyasî kaynaklardan beslenen lâikliğin sınıflar açısından bir anlamı ve işlevi de vardı. Feodal-aristokratik toplum ve siyaset yapılarına karşı çıkarak iktidara yükselen burjuvazinin ideolojik, siyasî ve kültürel özlemlerini dile getiriyordu. Özellikle tanrısal egemenlik anlayışına dayalı mutlak monarşilere karşı çıkan ve kapitalist değerlerin yaygınlaşmasında somut çıkarı bulunan bu orta sınıflar, egemenliğin kaynağının ve kullanılışının dünyevîleştirilmesi (millî egemenlik ilkesi) ve toplumdaki değer yargılarının dinî temellerinden uzaklaştırılarak lâikleştirilmesi sürecini de başlatmıştı.
***
Ve nihayet çağdaş demokrasi anlayışı, büyük ölçüde, Ortaçağ Avrupa’sının düşünce ve kurumlarınca biçimlendirilmişti. Bir zümre ya da grup çıkarlarının temsilcilerinin bir araya gelmeleriyle çağdaş parlamentoların ve yasama meclislerinin temeli atılmıştı.
Çağdaş kullanımda, “demokrasi” teriminin, ayrıntılarına girmediğimiz farklı anlamları arasında, toplumsal ve ekonomik farklılıkları, özellikle de özel mülkiyetin eşitsiz dağılımından doğan farklılıkları en aza indirmeye yönelen bir siyasî ya da toplumsal sistem oluşu bulunuyor.
Köklü düşünsel ve toplumsal gelişmeler, özellikle de Aydınlanma, Amerikan Bağımsızlık savaşı ve Fransız Devrimi sırasında doğan hak ve siyasî eşitlik kavramları, yukarda sözünü ettiğimiz meclislerin ortaya çıkışında önemli bir rol oynamıştı.
***
Evet, saydığımız bütün bu çağdaş kavramların kökeni, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nda yatıyor. Geçiyoruz şimdi, bu verilerin ışığında Türk toplumunun gerçeklerine.
Karısını yatırıp, töre gereği kesmekte adam kendinde nasıl bir hak görüyordu? Bunun yanıtını araştırırken erkek ve kadınların biyolojik olarak farklı oldukları ve bu farka dayanan değerlerin kültürün sonucu oldukları varsayımından hareket ediyoruz. Grup olarak erkeklerle grup olarak kadınlar hakkında günümüzde ne tür farklar görülüyorsa, bunlar kadınların özel tarihinin sonucu olmaktalar; bu tarih ise erkeklerinkinden esastan farklı olup kadının erkeğe uygarlık öncesi kadar eski olan tâbiiyetinin ve kadınların tarihinin inkârının ürünü oluyor. Kadınların tarihinin varlığı, babaerkil düşünce tarafından karartılmış ve ihmal ettirilmiş olup keyfiyet, erkeklerin de, kadınların da psikolojilerini önemli ölçüde etkilemiş.
Gerçekten babaerkillik, sistem olarak tarihîdir: Onun tarih içinde bir başlangıcı vardır. Eğer böyle ise tarihî süreçle bitirilebilir. Eğer babaerkillik “doğal”, yani biyolojik determinisme dayanıyorsa, onu değiştirmek, doğayı değiştirmek olacaktır. Doğayı değiştirme eylemi tam uygarlığın yaptığı olmuyor mu? Ama bu arada, erkeklerin “terakki” diye adlandırdıkları doğaya hakimiyetten doğan faydalar eril cinsiyete akmış.
Kadınların cinsî ve tevlit (doğurma) kabiliyetlerinin erkekler tarafından mülk edinilmesi, özel mülkiyetin ve sınıflı toplumun oluşmasından önce vaki oluyor. Onun matâ (mal) haline dönüştürülmesi ise, gerçekten, özel mülkiyetin teessüsünde yatıyor.
Prehistoryanın güçlü tanrıçalarının tahtlarından indirilip bunların yerine hâkim bir eril tanrının oturtulması, az çok bütün Yakın-Doğu toplumlarında, güçlü ve emperyalist krallıkların yerleşmesine müteakip olmuş.
Erkeğin, kadın üzerindeki mutlak egemenliğinin tarihine ait şu küçük özetlerden sonra, geçelim Batı burjuvazisinin doğa ve sanatla olan ilişkisine. Buna dair de, yine bir küçük olgu zikredip geçeceğiz.
Batı’da sanayi devrimine, en büyük tepki, sanat, musiki ve edebiyat dünyasında klasikliğe karşı bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkmıştı. Ama romantikliğin edebiyat ve sanatların ötesinde bir mânâsı vardı. Bir eleştiricinin dediği gibi “romantiklik, kapitalist toplumun sömürücü ve uzaklaştırıcı görünümlerine bir itirazdı”.
Romantiklere göre, öncellerinin iddia ettikleri gibi doğa, sadece akılla idrâk edilebilecek olmayıp içinden ve kendinden görmenin bir yoluydu. Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım”ına karşılık romantikler “hissediyorum, o halde varım” diyorlardı. “Ah, vur kalbine, deha oradadır!”…
1789 öncesinde, feodal Avrupa’da, çok zenginleşmiş, hayatın her türlü incelmiş zevki (eşya, giyim, davranışlar…) içinde yaşayan ticaret burjuvazisini bir Bach, ve daha sonra da bir Mozart’ın “dantel” gibi (giysilerindeki danteller gibi) işlenmiş müziği doyuruyordu. Bu kişisel görüşlerimize müzikologların ne diyeceklerini bilmiyoruz, ama bugünkü anlamda emperyalist hareketlerin (Napolyon savaşlarının…) başlamasıyla, “dantel”i “çuha”ya, “kadife”ye dönüştüren çok daha gür bir Bethoven müziği gönülleri şenlendirecekti. Ve bunun arkasından buharın kullanılması, yani sanayi devrimi ile bir Wagner’in, artık imali mümkün olan büyük toplar gibi, gürlemesi gelecekti.
Acımasız kapitalismin açtığı sosyal yaralara tepki olarak da Lamartine’ler, Müsset’ler ve müzikte Chopin’ler, List’ler ve daha sonra da, özellikle doğaya dönük Debussy’lerin (“La mer”)… o yumuşak, “insancıl” yapıtları bugün bizleri mestediyor.
Ve ortaya Charles Darwin (1809-1882) çıkacaktı. Onun ortaya atmış olduğu evrim kavramı, terakki eden bir hareket olarak algılanacaktı. Darwin’in bir zamanlar başlıca savunucularından seçkin biyolojist Thomas Henry Huxley (1825-1897), müstakbel evrimin insan kontrolunda olacağı fikrini bastırıyor ve cinsin terakkiine her yardımcı olan şeyin iyi olduğunu kabul ettiren bir evrimsel ethik’in (ahlâkın) var olabileceği fikrini teyid ediyor.
***
Endüstrileşme çağı, hem maddî gelişmeler, hem de demokratik haklar açısından milyonlarca insana gerçekten de büyük yararlar getirmişti. Son iki yüzyılda gerçekleşen büyük ilerlemeyi yadsımak pek anlamlı olmaz ve ekoloji politikasının endüstri öncesi çağı geri getirme gibi bir derdi yok.
XVIII. yy’ın sonunda feodal düzeni, yani senyör-kilise ikilisini kanla boğarak tasfiye eden ve iktidarı, günümüze kadar muhafaza etmek üzere (bunca badireye – 1830, 1848, 1870-1871 Paris Komünü, 1. Dünya Savaşı ve onu takibeden bolşevik hareketi, II. Dünya Savaşı.. rağmen) eline alan kapitalist burjuvazi, geçirdiği evreler sonucunda demokrasi kavramını yerleştirmiş ve bunun zorunlu sonucu olan bazı “hak”ları da kabullenmişti (devam etmeden bir hususu belirtelim. Demokrasi, burjuva kapitalist sistemin yarattığı bir formasyon olup bir “yarı feodal” ağa – çerçi düzeninde bahis konusu olamaz).
Bu “haklar”ın ilkini Marx düsturlamıştı: “Çalışma hakkı”. Arkasından damadı Paul Lafarge, “Tembellik etme hakkı”nı savunacaktı, aynı mantık çerçevesinde. Yeni devşirmiş olduğumuz yüzyılın sonlarında, çevre tahribinin insanlık için bir felâket olacağı bilincine varılmış, bu yolda da yeni kavramlar ortaya çıkmış ki bunlar Çevre hakkı’nda özümsenmiş. Batı burjuva-kapitalist düzeninin ortaya attığı işbu “hak”lara henüz yabancı olduğumuz da bir gerçektir.
***
Buraya kadar irdelediğimiz verilerin ışığında Batı’lı burjuva-kapitalistin profilini çizmek mümkün oluyor.
– Burjuva, ateist olmamakla birlikte lâik ve materyalisttir, şöyle ki antitezi olduğu feodal-kilise ikilisinden ilkini kanla boğmuş, öbürünü dünya işlerinin ötesine itmiş. Materyalist olarak da daima aklı (usu) ve bilimi ön plânda tutmuş. Burjuvanın katedraller ya da kiliseler inşa ettirdikleri görülmemiş.
– Burjuva doğruca iktidarın sahibi’dir. Onu sıkıca elinde tutar.
– Burjuva, bilimlerin, teknolojilerin ve hattâ sanatların sahibidir. Gözü pek olup herhangi bir halk hareketinden yılmaz, işçi sendikasını, üretimin ayrılmaz bir parçası telâkki edip onu kabullenir.
– Burjuva, lâiklik, demokrasi, milliyetçilik … gibi kavramların yaratıcısı ve bekçisidir.
– Burjuva, kendi sınıf bilincinde olup bir sosyal sorumluluk taşıdığını kabul eder. “Ben para kazanmaya soyundum, gerisi beni ilgilendirmez” demez.
– Burjuva, ilerici olup bilim ve teknolojiyi geliştirmekte hemcinsleriyle yarışır.
Şimdi bu tabloya bakarak gözlerimizi, ne Rönesans’ı, ne Aydınlanma Çağı’nı, ne de burjuva ve sanayi devrimlerini yaşamış ülkemize çevirelim. Böylece sosyal değer ölçülerinin bir kıyaslamasını yapmak mümkün olacaktır.
***
Herhangi bir mikroskopa gerek görülmeden açık seçik olarak beliren manzara şöyle özetlenebilir.
Ülke, Tanzimat’tan bu yana oluşup gelişmiş bir yarı-feodal düzen manzarası arzeder. Burada iktidarı elinde tutan hâkim unsur, büyük toprak ağaları, aşiret reisleri…dir (“ağa” deyimi genellikle Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’ya özgü olmakla birlikte aynı büyük toprak sahibi ve “ağa” zihniyetine sahip kişiler aynen Batı Anadolu’da da mevcuttur. Ancak bu sonunculara “beyfendi” denir). Meclis’i oluşturan vekillerin çoğu, bu kategorinin temsilcileridir. Bunların kültürel düzeyleri, Batı burjuvasınınkinden çok aşağıdır. Bu gerçeğe her geçen gün, çeşitli vesilelerle tanıklık ediyoruz.
Bazı büyük işadamlarımızın Avrupaî dış görünüşlerine rağmen bunların büyüğü de, küçüğü de bir “çerçi” zihniyetindedir. Anadolu’da köy standartlarına uygun ufak tefek malları katırlara yükleyip köy köy, pazar yerinden pazar yerine giden gezginci tüccarlara “çerçi” deniyor. Bunlar, katırlar boşalınca onları oralardan aldıkları yağ, yapağı, yumurta, vs gibi köy ürünleriyle yükleyip kasabaya dönerler, böylece de hem satıştan, hem de alıştan kâr ederler.
Böylece Meclis’te, birkaç partiye dağılmış temsilciler, din müessesesi ile yakın temas-dostluğu devam ettiriyorlar. Eğitim, hâkim sınıfların ideolojisi yönünde geliştiğine, bizde işbu “hâkim sınıf”ın bir toprak ağası-aşiret reisi-tarikat şeyhi koalisyonundan oluştuğuna göre, bugün büyük sorun haline gelmiş imam-hatip okulları, İlâhiyat Fakülteleri…nin varlığı, izahını bulmuş oluyor. O kadar ki bir Fakülte Dekanı, “Prof-Dr” bey, “Evrim teorisi saçmadır, herşey yaratılmıştır” diyebiliyor. Üç beş ay önce İstanbul’da, Teşvikiye caddesinde koca bir flamada “Evrim teorisinin çöküşü, yaratılış teorisinin yükselişi” yazılıydı ve bu, haftalarca hiçbir müdahale olmadan, bizleri kahredip durmuştu. Bu meğer, başka ad altında Adnan Hoca denilen garip yaratığın kaleminden çıkmışmış. Bu Adnan Hoca da, “Atatürkçü”lüğü kimseye bırakmıyordu…
Günümüzde, ülkede göklere çıkarılan “sanayileşme”nin de aslı şöyle oluyor. Bir iki istisnası dışında işbu sanayiin ürünleri hep tüketim malı olup gerçek bir sanayiin ifadesi olan üretim malı değildir. Bu sonuncusu, başta büyük atılım cesareti ve yüksek teknolojiyi gerektirir ki çoğunlukla bizim işadamlarımız bu gücü kendilerinde görmezler. Yabancı ortakla su satıp süpermarket açarak para kazanmak dururken neden dertsiz başını derde sokacak?…
Batı ise bu tüketim malı üretimini büyük ölçüde geri kalmış ülkelere bırakıp kendisi yükte hafif, pahada çok ağır ürünlerin üretimine, ihtiyacı olduğu çimento, buzdolabı, çamaşır makinasını… da adı geçen ülkelerden almaya yönelmiş. Çok övündüğümüz “ihracat”ın da, aslında içyüzü bu oluyor. İş böyle olunca da iki tane tankın revizyonu için dünkü üçbuçuk milyonluk İsrail’e avuç açıyor, bize tank satmadığı için Almanya’yı kınıyoruz.
Yani, işadamlarımızın profili, Batı burjuva-kapitalist tipinkinin çok uzağındadır. Hiçbiri, Batı burjuvasının saymış olduğumuz niteliklerinin tümüne sahip değildir. Oraya buraya irili ufaklı camiler yapıştırmakla övünen, toprak ağalarıyla içli dışlı olan kişilere mi “burjuva” diyeceğiz?… Ülke, gerçek bir burjuva-kapitalist düzene geçmeden burjuvacılık oyununa kalkmış durumda. Böyle olunca da, Batı burjuvazisine özgü “lâiklik” ve “demokrasi” kavramları, ağızlarda sakız olmanın ötesine geçmiyor. Ağaların sahip oldukları büyük topraklar üzerinde çok sayıda köy bulunuyor. Seçim zamanlarında bunlar ağanın ve aşiret reislerinin gösterdikleri partiye oy vermek zorundadırlar. O halde, nerede kaldı demokrasi, hür irade?…
***
Bir ulusun kültürü ile sosyo-ekonomik gelişmesi arasındaki bağıntı bir gerçektir. Singapur hükûmetinin bir bakanı, bir radyo yayınında aşağıdaki mülâhazaları ileri sürüyor: “Birçok insan, bir ülkede birkaç süperhayvey (süper otoyol), ulusal havayolları, gökdelenler, güzel hükûmet binaları, parlamentolar ve yeni silâhlarla donatılmış bir ordu varsa, o ülkenin modernleştiğini sanır. Bu maalesef doğru değildir. Zararına çalışan havayollarınız veya iflâsın eşiğinde fabrikalarınız olabilir. Ruh ve amacı esas itibariyle geleneksel Güney-Doğu Asya’dan elde edilmiş olan parlamento ve anayasalara sahip olabilirsiniz. Örneğin, bölgede birçok ülkenin geniş ve üzerinde çalışılmış şekil ve boyut itibariyle modern, ama ruh itibariyle suistimal ve nepotisme (akraba kayırmaya) dayalı geleneksel idareye yakın sivil hizmetleri vardır”.
“Gerçek şudur ki, modern endüstri ve teknolojinin, otomobil, uçak, naylon, televizyondan demokrasi, milliyetçilik, fabrikalar ve güncel öğrenime kadar, meyvelerinden faydalanmak istiyorsak sadece, bütün bunları Batı’da mümkün kılmış politik, sosyal ve ekonomik kurumları değil, ama aynı zamanda gerekli zihnî tavırları, beceri ve disiplinleri de yaratmalıyız…” (J.F. Conceicao – Culture, education and development: An essay, in UNESCO – CULTURES, Vol. I, No.4, 1974, S.17-30).
Şimdi de ilginç bulduğumuz bir gazete makalesine yer veriyoruz. “Her ekonomik yapı, eğitim gibi üst yapı kurumlarını arkasından sürükler ve kendine göre biçimlendirir… Tanzimat’ta… bir yandan feodal eğitimin sonucu yabancı okullar… Mart 1924’te Eğitimin Birleştirilmesi Yasası’yla ulusal eğitim alanında önemli bir adım atıldı. Köy Enstitüleri ile de Türkiye, kendine özgü eğitim kurumlarını yarattı”.
“Cumhuriyetin yaratmak istediği kuşaklar kaderci değildi. Bu kuşaklar hem feodal yapının kurumlarına karşı aklın egemenliğini savunacak, hem de emperyalist dünyanın köleleştirici felsefesine karşı bağımsızlıkta direnecekti. Bize yol gösterici olan bilimdi…”.
“Türkiye hâkim sınıflarının II. Dünya Savaşı’ndan sonra adım adım emperyalisme teslim olmasıyla eğitimimiz, önemli yaralar almaya başladı. Bir yandan din eğitimi yeniden canlandırıldı. Öte yandan yabancı dilde eğitim yapan kurumlar ülkeyi sardı…” (Zeki Sarıhan – Uluslararası tekeller için eğitim, in Cumhuriyet 16.09.1995).
Makale sahibi bizim açıkça ifade ettiğimiz yurdun feodal sosyo ekonomik yapısını doğruluyor.
***
Feodal düzen, artık herşeyde olduğu gibi, normal bir bilim ve/veya teknoloji transferini de rayından çıkartıyor ve anlaşmayı bir şeytanla Faust – Mefisto pazarlığına (gençleşme karşılığında ruhun şeytana satılması) dönüştürüyor…
Üretim düzeyinde genel yükselme olmaması halinde bir takım şeyler, örneğin “Türkçe sözlü hafif Batı müziği”, ülkemizde bestelenen tangolardaki Tanrı’ya, Millî Piyango ya da Spor-Toto’ya, Loto’ya, yüz vermeyen sevgiliye, yakarma şekliyle kendini devam ettirecektir. Arap dünyasıyla son yıllarda vaki temaslar bunu minibüsçünün “arabesk” havasına bürüyecektir. Burada “çevresel etki”, düşük ve kararsız yaşam standardınkinden başkası olmuyor.
***
Kent, bir gerçek sanayici toplumun aglomerasyonu, tarımsal – geleneksel toplumlarınki ise köy ve kasabadır. Gerçekten kent, sınaî faaliyetlerin gerektirdiği fikrî disipline sahip, tarımcınınkine göre çok daha üstün bir eğitim görmesi ve gelir sağlaması itibariyle uygarlık ürünlerini çok daha büyük bilinçle kullanma yeteneğine sahip kitlelerin ikâmet yeridir. Kısaca başka bir “yaşam tekniği”ni gerektirir. Ciddî bir altyapı su, elektrik, kanalizasyon, hava-doğalgaz, telekomünikasyon, toplu taşımacılık…), rasyonel ulaşım sistemi ve trafik düzeni vardır, kentte. İçinde yaşayanlar da belli bir düzenle yürümeyi, yere kâğıt atmamayı, Batı’da köpeklerin bile yaptıkları gibi kırmızı yanarken karşıya geçmemeyi bilirler, trafik polisinin görevini hakkıyla yerine getirmesi ve Belediye’nin de yeterince çöp sepeti yerleştirip bunları muntazaman derlemesinin yanısıra. Ama toplum ciddî şekilde sanayileşmemişse, onun oluşturacağı kent görünümündeki kalabalık aglomerasyon, bir Ortaçağ kenti görünümünden farksız olur, sanayi devrimi öncesi Ortaçağ kentinden, onun davranış kaosundan (at-öküz arabası yerine motorlu vasıtaya rağmen): Köylünün yolunda yeşil-kırmızı ışık yoktur, onun hiçbir faaliyeti saate bağlı değilken bir sanayi işçisi, tuvalete bile belli saatlarda gitmek zorundadır…
Burada hemen belirtilmesinin gerektiği bir husus da, sözünü ettiğimiz “tarımsal toplum”un, tarımı sanayiin bir kolu olarak bilemiş olan toplum olduğudur.
***
Yukarda da açık seçik ifade ettiğimiz gibi ülke, bir “ağa-ırgat” düzeninde olup ağa-beyfendinin bütün çabası, bunu “işveren-işçi” düzenine dönüştürmemek oluyor ve bu nedenle de, yıllar yılı ciddî sanayileşme önleniyor. Bilindiği gibi “ağa” başka adamdır, “işveren” başka adamdır; “ırgat” başka adamdır, “işçi” başka adamdır…
Feodal Avrupa’da, yani 1789 devrimi ve arkasından gelecek olan sanayi devriminden önce, denizaşırı ticaretin, köle ticaretinin… zenginleştirdiği bir (kent) burjuvazisi oluşmuştu. Sonradan, gelişmesinin önünü tıkayan feodal seddeyi yıkıp geçecek olan bu sınıf, senyörünkü ile uzun yıllar, bir intikal dönemi ikilemini oluşturmuştu ki bu toplum düzenine “feodal-tüccar toplumu” (Feodo-merchant society) deniyor. Bunun günümüz ağızdaki karşılığı, “ağa-çerçi” düzenidir.
***
Ve nihayet yine dönüyoruz konuşmamızın ana teması olan “değerler”e.
Üretim ürünlerinin herhangi bir nedenle değişmemesi ve dolayısıyla insan, insan grubu veya daha eksiksiz bir deyimle, sınıfın refah düzeyinde herhangi bir gelişme olmaması halinde değerler, toplumun eski üretim yöntemlerindekinin düzeyini ister istemez koruyacaktır. Ulus içinde bazı zümreler bu kaidenin dışına çıkabilirler; ancak, onların bu yeni değerleri, bu değerler başka toplumlarda yüksek olsa da, üretim gücü ile birlikte yürüyerek yerleşmediğinden, yüzeyde ve sınırlı bir çerçeve içinde kalmaya mahkûmdur. Daha da ileri giderek, bu yeni kıymet değerlendirmesinin sadece sınıflar arasındaki çelişkinin keskinleşmesine hizmet etmekten başka bir yol tutmayacağını ifade edelim. Buharın gücüne dayanmamış bir toplumda Wagner’in gürlemesini düşünmek zor geliyor bize. Taşıma aracının hayvanla çekildiği ortamda Dede Efendi, ancak monofonik müziği kendi ölçüleri içinde doruğuna getirebilirdi.
Değer ölçülerine ait son bir örnekle konuşmamıza son vereceğiz. Tanzimat’a kadar kesinlikle feodal olmamış Osmanlı toplumu, buna rağmen “idareci sınıf-Osmanlı” ve “halk” olarak birbirine karşıt iki kategorinin çelişkisiyle belirgindi. Şöyle ki “Osmanlı”, Arapça ve Farsça ile çokça karışık bir dil kullanırdı, doğruca Türkçe konuşan öbürü ise bu dilden anlamazdı. “Osmanlı”da “halk”ı, “kafası kaba” bulurdu ve ona tepeden bakardı. O kadar ki, ne denli zengin olsa da, “esnaf”a kız vermezdi. Onun damadı, kendi kategorisinin mensubu “yani kılıçlı” yani zabit-subay olacaktı, ya da “kalemde kâtip” olacaktı. Bu âdet, bizzat çok iyi hatırladığımıza göre, Cumhuriyet’in ilk on yılı içinde, kendine “aristokrat” süsü vermiş, Fransızca konuşan seçkinler arasında da geçerliydi. Bu kişiler, daha “Şapka-devrimi”nden önce, fes giymeyi “kibarlık” saymayıp şapka giyerlerdi…