Okuma süresi: 19.51 mintues

İnsan bir değerler sisteminin içine doğar. Değerler yaşamımızın amaçlarıdır ve hatta sadece kendi yaşamımızın değil başkalarının yaşamları için de amaç olmasını istediğimiz şeylerdir. İnsan yaşamında anlamı olan ve istenilecek bir amaç olan her şey bir değer oluşturur. İktisadî değerler, dinsel değerler ve etik değerler bir bütün oluştururlar. “Her cins değer aynı bütünün birer parçası olmak itibariyle birbiriyle organik bir ilişki içindedir.(1) İnsanın dünya ile ilişkisinde ortaya çıkan değerler aynı zamanda insanın yaratısı ve onun anlamlandırmasıdır. Yaşam fonksiyonlarını yerine getiren insan aynı zamanda insan olmanın tüm eylemlerini gerçekleştirirken bir yandan varolan değerlere uyar, diğer yandan gelişim süreci içersinde yeni değerler yaratır. “Çağlara ve toplumlara göre değişiklikler gösteren değerleri temel olarak üç alanda belirlemek mümkündür: “Doğru” ile ilgili “bilgi” alanı, “iyi” ile ilgili “ahlâk” alanı, “güzel” ile ilgili “estetik alanı”.(2) Değer iktisadî anlamın dışında tümüyle öznel bir kavramdır. Büyük ölçüde gereksinmelere bağlı olan bu değer bireyden bireye değişik anlamlar kazandığı gibi değişik durum ve ortamlarda da farklılık gösterir. Bu bağlamda her nesne istenir, özlenir bir gereksinimi karşıladığı ölçüde değer kazanır diyebiliriz.

Her toplumun kendine ait bir kültürü vardır ve her kültürde bir değer sistemi bulunur. Toplum bu değerler arasında kendine göre bir hiyerarşi kurmuştur. Bir toplumda iktisadî değer bu sıranın en üstünde olabilir ve oradaki insanların en önem verdiği şey maddî refahtır ve maddî değerlerdir. Bir başka toplumda din veya sanat daha önde gelebilir. Bu değerler sıralaması bir toplumun tarihi boyunca da değişmeler gösterebilir. Bu yüzden her değer alanına ait sorumluluklar da farklı olacaktır. Değerlerin öğrenilmesi daha ziyade rol öğrenmesi şeklinde bir sosyal öğrenmedir. Her bireyin toplum içinde bir mevkii ve bu mevkii için toplumun ona uygun gördüğü rolleri vardır. Birey bu rolleri uygularken toplumun değer yargılarını da gerçekleştirmiş olur.

Bu değerler arkalarında toplumun desteği bulundukça bireyde kuvvetle yer eder, fakat bu destek zayıflayınca, değerler de değişmeye ve dejenere olmaya başlar. Bu demektir ki her birey içinde yaşadığı toplumun kendisine sunduğu değerlere yoğurulmaktadır. Bu değerler toplumdan topluma olduğu kadar zaman zaman bireyden bireye de değişik anlamlar kazanabilir. Ziya Gökalp’in (1876-1924) dediği gibi:

“Gerçekten, bazen o kadar çok lezzetli olmayan bir yemeği dinî yahut millî gelenekten dolayı son derece lezzetli gören kavimler vardır. O halde, bu lezzet “mukaddes, iyi, güzel” duyguları gibi kıymet (değer) hükümleriyle karışık olduğu için basit değil karmaşıktır. Fakat bu karmaşıklık, onu terkip eden unsurların ayrı ayrı kategorilere ait olmasını ve onları duyan melekelerin ayrı melekeler mahiyetinde bulunmasını engelleyemez. Yemeğin lezzeti içinde “halis lezzet” diyebileceğimiz bir unsur vardır ki, onu duyan uzvî şuurdan ibarettir; sonra bu “halis lezzet”e eklenen müspet ve menfî kıymet (değer) duyguları vardır ki bunlar da sosyal vicdanın duyularla kavranan şeylerdir. Fakat uzvî şuur ile sosyal vicdan aynı dimağda, aynı ferdî ruhta beraber bulundukları için bu nev’î duygular birbirine karışarak, bir cinsten ve ahenkli bir duygu gibi hissolunur”.(3)

Aynı toplumda yaşayan ve genellikle belirli değerler karşısında aynı duygulanımları gösteren insanın bazen ve ne yazık ki belki de çoğu zaman açgözlü bencillik duyguları ağır basar. Unuttuğu ve belki de bilerek göz ardı ettiği gerçek; insanın huzur ve mutluluğu aşırıya kaçmadan kendisine yetecek kadarıyla yetinmede bulmasıdır. İnsanın zavallılığı, onu sonu gelmeyecek maddî şeylerde aramaya sevk eder. Bu zavallılığının farkına varan kişi gerçek mutluluğun ona huzur ve sükun veren değerlerde bulunacağını görür. İnsanın sadece maddî değerler peşinde sürüklenmesinin sonu gelmez bir çaba ve mutsuzluk kaynağı olduğunu ironik bir şekilde belirten Gazzali (1058-1111) şöyle der:

“Şayet bir adam yolda yüz altın bulsa, kalbinde on tane arzu ve istek uyanır ki bunların her biri yüzer altına olur. Bulduğu arzularının ancak onda birine yeter. Halbuki bir şey bulmadan önce rahat dururdu. Bulduğu yüz altın ile zengin olduğunu sanarak bir ev almak için dokuz yüz altına daha ihtiyaç gösterdi. Cariye, ev eşyası, güzel elbise gibi birçok ihtiyaçları doğdu. Artık bunlar birbirini doğurur ve ardı arkası gelmeden ömrü geçer gider ve cehennemi de hak eder, varacağı yer cehennem olur”.(4)

Günümüzden yaklaşık dokuz yüz yıl önceleri Gazzali’nin belirttiği bu aşırı maddesel değerler peşinden koşma ne yazık ki gerçekten de yaşadığımız dünyayı her geçen gün biraz daha fazla cehenneme çevirmektedir. İnsanlığın başarısı ise yaşadığımız dünyayı cennete çevirecek değerlere ulaştırmasındadır.

İnsanın maddî değerler peşinde sürüklenmesinin ne derece anlamsız ve yıkıcı bir süreç olduğunu belirten Gazzali gibi aynı şekilde ve Gazzali’den faydalanarak(5) Pascal (1623-1662) da belirtmiştir. Descartes (1596-1650) gibi dahi bir matematikçi, bir olasılıklar hesabı kurucusu olan Pascal; insan tabiatının hoşnutsuzluğu ve kendi varlığına ait sorulara cevap bulamayışı yüzünden kendi aklî ve matematik bilgilerinin bu ihtiyacı karşılamaya yetmeyeceğini görür.(6)

 

Rasyonalizmin çok şey ifade ettiği ve insanların sadece rasyonalizmden bahsedebilecekleri bir çağ olan on yedinci yüzyılda Pascal, mistisizmden bahsedebilecek bir cesareti gösterebilmiştir. Pascal bizi entelektüel nihilizmin yanına taşımakla birlikte aynı zamanda, nihilizmin baştan savdığı insanın varoluşunun yüksek değerlerine işaret eder. “Pascal’ı anlamak yorucu bir iştir; zira o derin bir düşünürdür. Paradoksları sevdiği için büyüleyici bir zekâdır”.(7)

 

İnsanın cehaleti yüzünden bu dünyadaki sefaletine dikkat çeken Pascal; “Ucu bucağı gözükmeyen uzayın sonsuz sessizliği beni ürkütüyor…  Niçin bilgilerim sınırlı?”.(8) diye sorarken bir anlamda Varoluşçu felsefenin de Sartre’dan (1905-1980) önce kuruculuğunu üstlenmiş gözüküyor. Pascal’a göre insanların cehaletinden gelen zavallılığı onları yanlış değerler peşinden sürükler. Yapılması gereken ise insanın aşırı isteklerini dengeleyecek bir nefis terbiyesidir. İnsan aşırı tutkularını bastırarak manevî değerler aramaya yönelmelidir.

 

“Böyle davranmakla mümin, dürüst, alçakgönüllü, değerbilir, hayırsever, samimi bir dost ve hakikat sever bir insan olursunuz. Şüphesiz sonsuz zevkler, ihtişam ve lüks içinde yüzmeyeceksiniz fakat başka şeyler bulamaz mısınız?.. Ben iddia ediyorum ki hayatınızı böyle yaşamakla siz kazanacaksınız ve bu yolda attığınız her adımda kazanma ihtimaliniz o kadar kesinleşecek”.(9)

 

Gazzali ve Pascal terazinin bir kefesine maddî değerleri, diğer kefesine manevî değerleri koyarlar. Maddî değerlerin geçici ve sonlu olmalarının yanında ayrıca insanları mutlu etmek huzura kavuşturmak için yeterli olmadıklarını belirtirler. Buna karşılık manevî değerler sonsuz ve sınırsız olduklarından insana sağlayacakları mutluluk ve huzur da sonsuz olacaktır. Tabiatın en yetkin varlığı olan insan; “Sonsuzluğa kıyasla bir hiç, hiçe kıyasla her şey, varlıkla yokluk arasında bir anlamdır”(10)

Pascal ve Gazzali’ye göre insan tabiatı kendi vücuda getirdiği gelenek ve göreneklerinin kölesi olmuştur. Bu kölelik onun basiretini bağlar, doğruları ve hakikati görmesine engel olur. O kadar ki Gazzali; “Bir kavme göre iyilik ve güzellik sayılan şeyler, diğer bir kavme göre kötülük ve çirkinlik sayılabilir. Bir yerde hakikat olan, başka bir yerde hatadır.”(11) derken Pascal; “Pirenelerin yukarısında hakikat olan, aşağısında hatadır.” (12) demektedir.

 

Gelenek ve göreneklere sosyal değerler ve kurumların tortuları diyebiliriz. Onlarda bilgi, sanat, ahlâk ve din, dil ve hukuk kurumları ayrımlaşmamıştır.(13)

İnsanlarda taklit aracılığıyla öğrenilen gelenek ve görenekler kuşaktan kuşağa geçer. Bunların doğrulukları ise rölatiftir; yani bir toplulukta doğru ve geçerli sayılan değerler, başka bir toplumda yadırganabilir. Her değer sistemi tarihsel şartlara belli bir uyum gösterir. Bu kabul edilmediği takdirde sosyal değişme ve kültürel değişme de inkâr edilmiş olur. Her çağ kendi imkânları çerçevesinde bir değerler sistemi yaratır. Geçmişten sürüklenip gelen değerleri eleştiri süzgecinden geçirmeden körü körüne uygulamak; gerçeği ve doğruyu bulmanın önündeki en büyük engeldir.

İnsanoğlunun dünyada geçirdiği sınırlı süre ve bunun nasıl değerlendirileceği konusu en eski devirlerden itibaren düşünülmüştür. Varılan neticeler her zaman aynı olmamakla beraber, toplum şartlarının ve kapasitesinin izlenmesinden sağduyu ile çıkarılan birçok ortak yanları da vardır: Dünya geçicidir, insan doğuştan sahip olduğu üstün özelliklere yakışır şekilde yaşayıp-ölmelidir. Kendisine ve çevresine saygılı olmalıdır. Kant’ın (1724-1804) ünlü “ödev ahlâkında” belirttiği gibi; “Öylesine davranacaksın ki davranışının kuralları herkes için genel-geçer bir kaide olsun”. Bu anlayışta bireyler arasında bir ortak kabul, bir uyum söz konusudur. Aslında içinde yaşadığımız evren güzel ve uyumlu (kozmos) bir bütündür. Evrenin bir parçası, küçük bir modeli (mikrokozmos) olarak kabul edilen insan da kendini bu düzenli bütün içinde güzel ve uyumlu bir bütün kabul edip ona göre davranır, değerlerini bu doğrultuda belirlerse o derece mutlu olur ve varoluşunun asıl amacını gerçekleştirir. Zamanımızdan binlerce yıl önceleri (M.Ö. 3.y.y.) Assoslu Kleantes, hocası Zenon’un “kendi kendisiyle uyum içinde yaşama” ilkesini; “tabiatla uyum içinde yaşamak” formülüne dönüştürerek her varlığın tabiatla uyum sağlaması gerektiği üzerinde dururken aynı gerçeği dile getirmektedir.

Tabiatın bir parçası olan insanın meydana getirdiği toplumların çöküşü de insanın doğasına uygun olmayan yanlış değerler peşinde koşmasından kaynaklanmaktadır. Değerler yanlış saptandığında mutlak surette sonuç aynıdır; toplumda ümitsizlik, korku ve çöküş. Büyük Roma İmparatorluğunun çöküşünde gerçekte insan doğasına uygun olan etik değerlerin zayıflaması yanında, toplumsal ve ekonomik değerlerin de zayıflaması büyük rol oynamıştır. Etik değerlerin zayıflaması her zorluğu alt edecek irade gücünün de zayıflamasına yol açmış ve büyük bir ümitsizliğe sürüklenmiş ve çöküntü içinde olan Roma’ya Hıristiyanlığın son darbeyi vurduğu söylenmiştir. Zamanla Eski Roma geleneğinin savunduğu değerler yerini, yeni bir dünya görüşüne bırakmıştır.

Yahudiler nasıl inanç değerleri bakımından dünyanın en iyi hocaları olmuşlarsa, aynı şekilde estetik değerleri bize en iyi öğreten de eski Yunanlılar olmuştur. Bu estetik değer anlayışı son derece yalındır. Fazla süs, fazla şatafat yoktur. Örneğin, şair Simonides’in Thermopiller’de ölen üçyüz Ispartalı için yazdığı mezar taşı şiirine bakınız:  “Ey yabancı, Ispartalılara, buyruklarına boyun eğerek burada yattığımızı söyle”.(14)Yunanca aslında iki dizeden oluşan bu etkileyici sözlerde ne bir tek kelime boşunadır, ne de duyguları süslemek için bir tek fazla kelime kullanılmıştır. Askerlerin yiğitlik ve bağlılığındaki güzellik, tek başına her şeyi anlatmaya yetecek değerdedir.

Eski Yunanlıların değer anlayışında genel bir sonuç olarak bir denge ve bir sadelik söz konusuydu. Platon’a (M.Ö. 427-347) göre bedenle ruhun dengeli eğitilmesi, evrenin şeklini taklit etmekle mümkün olur. Madem ki evren devamlı hareket halindedir o halde bedeni de – evreni taklit ederek – devamlı hareketli tutmak gerekir. Ancak evrenle böyle bir bütünleşebilme; yani tabiata uygun hareket edebilme sayesinde bedensel ve ruhsal sağlığımızı koruyabiliriz.(15)

 

Doğası gereği çalışmak, hareket etmek zorunda olan insan, kendisini çöküşe, yok oluşa götürecek yanlış değerlerin peşinden koşmaktan ne yazık ki çağlar boyunca kurtulamamıştır. Çoğu zaman elde etmek istediği sonuç; çabalamadan, çalışmadan bütün isteklerine kavuşmaktır. İşte çağımız dünyasının sosyal ve iktisadî bunalımındaki en büyük etken insanın peşinden sürüklendiği bu yanlış değerleridir. Bu yanlış değerler sisteminin temelinde insanın yaşayan en değerli varlık olarak psikolojik ihtiyaçlarının geri plana atılması, buna karşılık sadece maddesel değerlerin ön plana geçirilmesi vardır. Çağımız dünyasının çarpık değer anlayışı insan karakterinin bir yanını önemseyerek, diğer yanını; yani duygusal, vicdanî ve erdemli yanını ihmal etmektedir. Bu bağlamda geçerli olan sosyal ve iktisadî organizasyon ile değerler sistemi doğal olarak büyük oranda tatminsizliklere yol açmaktadır. İnsan ilişkilerinde maddesel kriterlerin öne geçmesi, doğanın bu uğurda vahşice katledilmesi, insan karakteri ve niteliklerinde hiçbir etkisi olmayan ırk, renk, dil, coğrafî bölge, tarihsel yakınlık gibi kriterlere göre farklı davranışlar sergilenmesi dünyamızı her geçen gün biraz daha fazla karanlığa sürüklemektedir. Böyle bir ortamda insanın değer anlayışı; bulduğu kadar çok yiyip içen bir hazım tüpü olmak, çevresindeki her şeyi yıkmak-yok etmek pahasına kendi azgın zevkleri peşinden gitmek ve yaşamın gerçek amacını asla düşünme gereğini duymadan şuursuzca sürüklenmektir.

Baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojinin hakim kıldığı değerler, insanın aracısız tatmin olduğu doğayla bütünleşerek yaşamasını engellerken aynı zamanda sanat, ahlâk inanç gibi değerlerini de zayıflatmaktadır. İnsanı da makineleştirip bir robota çeviren bu teknolojik gelişim, beraberinde daha modern silâhlar, milletler ve sınıflar arası düşmanlıklar, sefalet, zulüm, terör ve işkenceleri de sürüklemiştir.

“Makine medeniyeti hayatımıza sahte değerler getirmektedir. Vasıtalar gaye yerine geçmiş, insanlar gayeleri unutarak vasıtaları geliştirmeye ve onlar üzerinde çalışmaya önem verir olmuşlardır. Başarı denen şey, sonu olmayan bir yolda sürekli bir şekilde daha ileri gitmek ve daha yükseğe çıkmaktır. Daha çok para kazanmak, niçin? Çok kazandıkça daha çoğunu kazanma ihtimali olduğu için…”.(16)

Tabiatın bize sunduğu değerler yerine, biz insanların ortaya koyduğu yapay değerleri eleştiren, günümüz eğitimcileri tarafından “Eğitim Peygamberi” olarak nitelendirilen Jean Jacques Rousseau’ya (1712-1778) göre bu yanlış değerler; “İnsanları gerçek benliklerinden ayırıyor, insan halini ve zamanı hiçe sayıyor, kendisine doğru ilerledikçe, daima uzaklaşan bir istikbale doğru gidiyor. Bizim için olmayan bir hedef peşinde dolaştıkça, doğal mevkiimizden bizi uzaklaştırıyor.”(17) “İlimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma” adlı eseri ile 1750 senesinde Dijon Akademi (18) ödülünü kazanan Rousseau, bu eserinde kendi zamanının değerler anlayışını ağır bir şekilde eleştirir.

Ona göre medeniyet topluma birçok olanaklar sağlayan, insanların gittikçe daha fazla şeye gereksinim duydukları bir ortamı hazırlar. İnsanların gereksinimleri arttıkça da bu gereksinimlerinin giderilebilmesi için kendi rızalarıyla köleleştirilebilirler. Kral tahtları ve devletler ihtiyaçlardan doğarlar, güçlerini ise ilim ve sanatlardan alırlar. İlim ve sanatlar ihtiyaçları besler, büyütür ve böylece insanları mutlu köleler haline getirir. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, tabiatın kucağında özgür yaşayan insanı köleleştirmek ve boyunduruk altına almak kolay değildir.(19)

“Her insan doğal olarak kendisini sever” (20) diyen Rousseau, insan tabiatının doğal olarak iyi olduğunu, bu yüzden doğallığı doğrultusunda oluşturacağı her değerin de iyi olacağını belirtir.

Dünyamızın bugünkü korkunç manzarası elbette ki tek başına teknoloji değildir. Teknolojiyi yaratan da insan zekâsıdır ve insan zekâsı geliştiği ölçüde teknolojisini de geliştirecektir. Dikkate alınması gereken teknolojiyi reddetmek değil, onu daha yüksek bir değer sisteminin emrine vermektir. Atom bombasını icat eden insan zekâsı; şehirleri, içindeki bütün varlıklarıyla imha da edebilir, ekolojik dengeyi bozmayacak nükleer santraller kurarak insan yaşamını daha da kolaylaştırabilir. Teknolojinin doğaya verebileceği zarar yine insanî değerleri yok etmeyen teknoloji yoluyla giderilebilir.

Sadece teknolojik ilerleme ve bilgilenmeden kaynaklanan gurur, insanın gerçek değerini yansıtmaz. Kant; “Rousseau beni doğru yola getirdi”  derken, anlatmak istediği, Rousseau sayesinde Aydınlanma’nın bilgi gururundan kurtularak arınmış olduğuydu: “O zamana kadar bilimle dolu idim, insanın değerini koydum şimdi oraya” diyordu. Rousseau’nun “Emile” adlı ahlâk kitabını başucu kitabı yapan Kant’a göre, Rousseau bir çeşit ahlâk düzeninin Newton’udur. Rousseau etik değerler konusunda insan tabiatının birliğini kuran şeyi keşfetmiştir; tıpkı Newton’un bütün tabiat kanunları arasında bağ kuran ilkeyi bulması gibi. Erdem o zamandan beri artık kişisel yetkinlikte değil, insanlar arası dürüst ilişkilerde aranmaktadır. Kant’ın Rousseau ile görüş birliği yaptığı etik değer anlayışı şöyledir:

“İnsanın iyi davranışlarını öbür dünya ümidine bağlamaktansa, gelecekteki dünyadan beklenilen şeyleri, iyi düzenlenmiş bir ruhun duyumlarına dayandırmak insan tabiatına ve ahlâkın arıklığına çok daha uyar görünüyor”. (21)

İnsanın yetkinleşmesi kendisi, çevresi ve içinde bulunduğu tüm evren ile uyumlu yaşamasıyla mümkündür ve bunun için de doğru değerlere sahip olmalıdır. Yetkinleşmiş bir dünya; insanların araç olan maddî değerlerde eşit, manevî olan ideal değerlerde özgür olduğu bir dünyadır. Sosyal ve ekonomik adalet ancak böyle bir değerler sisteminde bulunabilir. Doğru konmuş değerler sistemi insan yaşamını bir kördöğüşü halinden çıkaracak, kendisini, dış dünyayı ve olayları gerektiği şekilde değerlendirmesine yol açacaktır. Böylece insan hem gündelik yaşamın gereksinimlerini karşılarken hem de gündelik yaşamın ötesinde gelecek değerleri geliştirebilecektir.


Kaynakça
AKARSU, Bedia, “Ödev Ahlâkı”, İmmanuel Kant’ın Ahlâk Felsefesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay., İstanbul, 1968.
BENSE, M., Blaise Pascal, die Leidenschaften der Liebe, (Verlag Gustav Kiepenhever), Köln-Hagen, 1949.
BLUNT, A.W.F., Batı Uygarlığının Temelleri, (Çev. Müzehher Erim), İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fak. Yay., İstanbul, 1979.
GAZZALİ; İhyau’Ulumi’d-Din, c.3 (Çev. A. Serdaroğlu), Bedir Yayınevi, İstanbul, 1985.
GÖKALP, Ziya, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, M.E.B. Yay., İstanbul, 1992.
GÜNGÖR, Erol, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Yay., İstanbul, 1998.
GÜNGÖR, Erol, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Yay., İstanbul, 1995.
KÜKEN, Gülnihal; Gazzali ve Pascal’de Şüphecilikten Sezgiciliğe, Çantay Kitabevi, İstanbul, 1997.
PASCAL, B., Pensees (İng. Trans. By W.F. Trotter), London, Last Reprinted 1947.
PLATON, Timaios,(çev. Erol Güney, Lütfi Ay), Maarif Matbaası, İstanbul, 1943.
ROUSSEAU, J. J., İtiraflar, (çev. Kenan Somer), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1973.
ROUSSEAU, J. J., İlim ve Sanatlar Hakkında Nutuk, (çev. S. Eyüboğlu, S. Evrim), Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1942.
STÖRIG, H.J., Kleine Weltgeschichte der Philosophie, (by Verlag. W. Kohlhammer), Stuttgart, 1985.
TİMUÇİN, Afşar, Felsefe Sözlüğü, İnsancıl Yay., İstanbul, 1998, İkinci Basım.
ÜLKEN, H.Z., Aşk Ahlâkı, Ülken Yay., İstanbul, 1981, Dördüncü Baskı.
WEIGAND, Kurt, J.J. Rousseau, Über Kunst und Weissenschaft, Über den Ursprung der Untergleicheit unter den Menchen, (MCMLV, Feliw Meiner Verlag, Hamburg, 1955).


(*) Doç. Dr. Gülnihal Küken, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü.

(1) Güngör, Erol, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, S.73-74.

(2) Timuçin, Afşar, Felsefe Sözlüğü, S.72, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 1998, İkinci Basım.

(3) Gökalp, Ziya, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1992, S.79.

(4)  Gazzali, İhyau’Ulumi’d-Din (çev. A. Serdaroğlu), Bedir Yayınevi, İstanbul, 1998, c.3, b12, S.75-76.

(5) Küken, Gülnihal, Gazzali ve Pascal’de Şüphecilikten Sezgiciliğe, Çantay Kitabevi, İstanbul, 1997

(6) Störig, H-J; Kleine Weltgeschichte der Philosophie (by Verlag W. Kohlhammer) Stutgart, 1985, S.320.

(7) Bense, M – Blaise, Pascal, Die Leidenschaften der Liebe (Verlag Gustav Kiepenhever) Köln-Hagen, 1949, S.104.

(8)  Pascal, Pensees, (İng. Trans. By W.F. Trotter) London, Last reprinted, 1947, frag. 206, S.61.

(9) Pascal, Pensees, (İng. Trans. By W.F. Trotter) London Last reprinted, 1947, frag. 233, S.68.

(10) Pascal, Pensees, frag. 72, S.17.

(11) Gazzali, İhya’u Ulumi’d-Din, c.3, b.6. S.144.

(12) Pascal, Pensees, frag 294, S.83.

(13)  Ülken, H.Z., Aşk ahlâkı, Ülken Yayınları, İstanbul, 1981, Dördüncü Baskı, S.258.

(14) Blunt, A.W.F., Batı Uygarlığının Temelleri (çev. Müzehher Erim), İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Yay., İst. 1979.

(15) Platon, Timaios, (90 d) (çev. Erol Güney, Lütfi Ay) Maarif Matbaası, İst, 1943, S.126.

(16) Güngör, Erol, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, S.199-200.

(17) Rousseau, J. J., İtiraflar, 11. Kitap (çev. Kenan Somer), Remzi Kitabevi, İst., 1973, S.11.

(18) Weigand, Kurt – J.J. Rouseau, Über Kunst und Weissenschaft , Önsöz S.XV. (MCMLV, Feliw Meiner Verlag, Hamburg 1955).

(19) Rousseau, J.J., İlim ve Sanatlar Hakkında Nutuk (Çev. S. Eyüboğlu, S. Evrim), Hilmi Kitabevi, İst., 1942, S.73.

(20) Rousseau, J. J., Emile Yakut, Terbiyeye Dair, IV. Kitap (Çev. H.Z. Ülken, Ali Rıza Ülgener, Selahattin Güzey), Türkiye Yayınevi, İst., 1943, S.7.

(21) Akarsu, Bedia, “Ödev Ahlâkı”, İmmanuel Kant’ın Ahlâk Felsefesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1968, S.41.

Gülnihal Küken
+ Son Yazılar