Okuma süresi: 44.10 mintues

karanlığa geçelim
karanlığı geçelim
ne uyku ne ölüm
hem uyku hem ölüm

düş içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi

beni
ve seni
ve geceyi yuttu
nirvana

Asaf Hâlet Çelebi / Nirvana

Jiddu Krishnamurti‘nin bakış açısıyla Dikkat ve Erdem üzerine 2001 yılının Ekim ayında Beşiktaş Kitap Fuarı’nda verdiğim konferansın müsveddelerini birkaç gün önce okuyan bir dostum heyecanla şunları söylemişti:
“Kendimi nasıl bilebilirim?”
“Nesnelere psikolojik katılım yapmadan nasıl bakabilirim?”
“Meditasyon ve yoga çalışmaları da yetersiz ise ne yapmalıyım?”
“Galiba biz sihirli bir değneğin değmesini bekliyoruz.”
“Hemen kullanabileceğimiz bir “hap” var mı, diye sormak geliyor içimden.”

Bunlar samimi ve coşku dolu sözlerdi.
Bu yüzden onları bu yazının başına aldım.

Tasavvuf, meditasyon ve yoga çalışmalarının genellikle ‘afaki’ olduğu ve bu konularda çalışma yapanların bir tür ‘eksiklikleri’ olduğu kabul edilir. Kendi yakın çevremde on sekiz yıldır ben de bu tür tutumlara maruz kaldım ve halen de bu sürmekte… Sorun, bu tür önyargılarladavrananların, bir tür ‘manevi öğretmen gibi‘ davrandıklarının ve yargıladıklarının bilincinde olmamalarıdır. Sanki karşısındaki insanın halini tam ve doğru olarak anlıyorlarmış gibi… Doğan Cüceloğlu bu tür yaşama, ‘mış gibi yaşam’ demekte…

Bu yüzden yazıma, çeşitli nedenlerden dolayı geniş çevrelerde uygulanım alanı bulan, bir tür New Age Cemaati olan N.L.P ile başlayacağım. Birkaç yıl önce verilmiş bir N.L.P konferansından bazı cümleleri Us dergisinin bu İletişim sayısı için alıntıladım.

…….BİR

Yirmibirinci gün
Alfa durumuna geçin…
Harry Adler / NLP

N.L.P’nin (Neuro Linguistic Programming) temel önermesi, bir insanın kendisiyle ve çevresiyle daha iyi iletişim kurmasıdır.

N.L.P uygulamaları bir insana neler kazandırabilir:

. İşe yaramayan zihinsel programlarımızı değiştirir.
. Bizi sınırlayan inançlarımızı, bizi destekleyen inançlarla değiştirir.
. Başarı stratejilerini modellemeyi öğretir.
. Beynimizi nasıl kullanacağımızı öğretir.
. Sahip olduğumuz öz kaynakları kullanarak başarımızı arttırır.
. Hem sağ hem de sol beynimizi birlikte kullanma becerisi kazandırır.
. Duygusal zekamızı geliştirerek, kendimizi ve başkalarını tanıma ve iletişim kurma becerimizi arttırır.
. Öğrenmeyi bize yeniden öğretir, hızlı öğrenme sağlar, öğrenmemizi kolaylaştırır.
. Yaratıcılığımızı arttırır.
. Kendimizi ve başkalarını motive etme becerisi kazandırır.
. İstediğimiz sonuçları yaratmayı ve onlara kavuşmayı öğretir.
. Kişinin kendi içinde ve çevresiyle ahenk oluşturmasını sağlar.
. Dilimizi, insanlarla iletişimimizde ve bu iletişimin başarılı olmasında etkin kılmak için, söz ustası olma becerisi kazanmamızı sağlar.
. Bize vizyon (görüş) ve misyon (görev duygusu) kazandırır.
. N.L.P kuramsal bir ideoloji değildir. Uygulama teknikleri sayesinde, öğrenilip unutulan bir bilgi olmanın ötesine geçer. Kişiye ömür boyu kullanabileceği beceriler kazandırır. N.L.P eğitimi alan bir kişi, önce kendinde, sonra çevresinde başlayan değişimi çok kısa sürede farkeder.

Sue Knight, ‘Uygulamalarla N.L.P’ isimli kitabında N.L.P’nin tarihçesini şöyle özetler: “Bertrand Russell’ın mantık katmanları çalışması, Robert Dilts tarafından ‘Değişim’, ‘Öğrenme’, ‘Hedefe Ulaşma’ ve ‘Sorun Çözme’ye uygulanmış ve N.L.P’nin kimlik ve nörolojik düzeysel dizisi oluşturulmuştur: ‘Manevi Düzey’, ‘Kimlik’, ‘İnanç ve Değerler’, ‘Yetenekler’, ‘Davranışlar’ ve ‘Çevre’.”

Çevre, sizin dışınızdaki her şeydir. Çalışma ortamınız, çevrenizdeki kişiler, işiniz, iş arkadaşlarınız, aileniz, müşterileriniz, ülke ekonomisinin koşulları… gibi. Sizin çevre kavramından ne anladığınız ise, edimlerinizin sorumluluğunu üstlenme derecenize bağlıdır. (Nedir?)

Söz ve davranışlarınız sizin dış dünyaya gönderdiğiniz mesajlarınızdır. Başkaları tarafından görülen ve duyulan yanınızdır. Buz dağının yüzeydeki tepesidir. Sorular sormak, istek belirtmek, hiddetlenerek kontrolü kaybetmek, hedefleri yazmak, eleştirmek, kollarını kavuşturmak, gülümsemek, kızarmak, koşmak, birine bakmak… (Başka kim?)

Becerileriniz buz dağının yüzey altındaki yanının başlangıcını oluşturur. Becerileriniz sizin özkaynaklarınızdır, yeterliliğinizdir, duyarlılığınızdır, uyum sağlamanızdır, esnekliğinizdir, sonuçlara odaklanarak düşünmenizdir… (Kim?)

İnanç sistemleriniz olgulara dayanmaz, duygularınızla desteklenirler. Değerleriniz ise karar vermenizi etkileyen süreçlerdir. Dürüstlük, açıklık, içsel tutarlılık, neşe… (Neden?)

Kimliğiniz sizin kendinizi algılama biçiminizdir, yaşamdan ne beklediğinizdir, misyonunuzdur. (Kim?)

Manevi değerlerinizin düzeyi, sizin parçası olduğunuz bütünle ve amacınızla bağlantılıdır. (Başka kim?)

Sue Knight, ‘Değişimin Mantıksal Düzeyleri’ başlıklı bölümde İç Tutarlılık Sağlamanın Basamaklarını şöyle betimler:

Parçası olduğunuz ve etkilemek istediğiniz sistem nedir? İş dünyası mı, eğitim dünyası mı, medya dünyası mı?..

Kimliğiniz ve göreviniz nedir?

İnançlarınız ve değerleriniz nelerdir?

Becerileriniz nelerdir?

Neler yaparsınız ya da gündelik davranışlarınız nelerdir? Başkalarından gelen eleştiriler ve bakış açıları nelerdir? Başkalarının sizi algılama biçimi ile kendi değerlendirmelerinizi karşılaştırın.

Çevreniz nedir? Yukarıdaki davranışları hangi ortamlarda ve ne zaman sergilersiniz?

…….İKİ

New Age hareketlerinin kökleri şu sıralamayla belirtilebilir:
Grek Misterleri ve Filozofları; Gnostisizm;
Yahudi Mistisizmi ve Kabala; Simya;
Rönesans; Hür Masonluk; Gül-Haçlar;
Aydınlanma Çağı; Doğu Rönesansı; Spiritüalizm;
Teozofi; Krishnamurti; Dördüncü Yol, Gurdjieff ve diğerleri;
New Age, yeniden keşfetme dönemi…
Michael Rogge / New Age Hareketi

Caddebostan’daki Kadıköy Sanat Merkezinde ve Boğaziçi Bilgi Topluluğunda üzerine iki ayrı konferans daha verdiğim “Dikkat Erdemdir” bağlamında, aşağıdaki önermeler, konuya girişimizi kolaylaştırabilir.

Meditasyonun bütünsel dikkatinde bilme yoktur, tanıma yoktur, daha önceki bir tarihte olmuş bir olayın anımsanması yoktur. Zaman, düşünce ve görüşü sınırlayan merkez bütünüyle sona ermiştir.

Sabit ve seçmesiz farkındalık bütün yanılsamalara ve ikiyüzlülüklere bir son verir.

Meditasyonun temeli gözlem, açıklık ve kendini bilmeye dayanan erdemdir.

Felsefe, hakikat aşkı demektir, entelektüel felsefe ya da kurgulanmış sanılar değil…

Kendini bilmek, bilgeliğin / hikmetin başlangıcıdır. İnsanlığın sorunlarını çözecek olan da bu bilgeliktir.

Kendini bilmek / anlamak / gerçekleştirmek (self realization – swastika) olmadan, Krishnamurti’nin onayladığı türden bir meditasyon yoktur.

Meditasyonun temeli gözlem, açıklık, bütünsel bakış, kendini bilmek, erdem, iyilik, duyarlılık, sessizlik, huzur, dinginlik, farkındalık ve dikkat’tir.

Size öğretecek bir öğretmen, sizi kurtaracak bir kurtarıcı, ne yapılması gerektiğini söyleyecek bir guru olmadığını gerçekten anladığınız zaman, her şeyi kendiniz yapmak zorunda kalırsınız. Bu da olağanüstü bir enerji gerektirir. Hayal edilemeyecek kadar büyük bir enerji ise beynin içindeki geniş uzaydadır.

……..ÜÇ

Her yazının bir ‘tarihsel bağlamı’ vardır.
Okuduğumuz yazının ‘hitabını’ kim yapmaktadır?
Okuduğumuz yazının ‘muhatabı’ kimdir?
Metnin anlaşılması için gerekli olduğu söylenen
paylaşılmış bellek kayıtları kimdedir?

Yazının bu noktasında, meditasyonun (en azından Krishnamurti’nin önerdiği şekliyle) zorunlu olduğunu söyleyen yukarıdaki satırlarla Krishnamurti ve Philosophia isimli kitabımdaki şu satırların birbiriyle çelişip çelişmediği sorgulanabilir:

“Anadolu bilgelik yolu olan sohbet sırasında kişiler, özel bir mantra, meditasyon ya da yoga deneyimine gerek kalmadan bu yoğun gücü yaşayabilirler. Krishnamurti de bu sohbet yöntemini kullanmış bir bilgedir, tıpkı Nisargadatta Maharaj ve İsmail Emre gibi…”

1984 yılından bu yana yaklaşık 14 yıl içinde çeşitli Tasavvuf, Budist meditasyon, Kundalini ve Raja Yoga grup çalışmalarına katılmış biri olarak yukarıdaki satırlar bana hiç de çelişik gelmiyor. Kundalini çalışmalarının Nefs ve Rahmani Nefes üzerine çalışmalar olduğunu ve simyadaki sembolünün civa, Raja Yoga çalışmalarının ise tin ya da Atman üzerine çalışmalar olduğunu ve simyadaki sembolünün de kükürt olduğunu dikkate alırsak, bütünsel bir çalışmanın her iki yanı da kapsadığını söyleyebiliriz. Tin ile nefs’in tuz sembollü bir bedende birleşmesi sembolünün Kabala çalışmalarında kullanıldığını dikkate alırsak, bütün bunların insan yapısıyla ilgili çeşitli süreçler olduğunu, birisini seçip diğerini dışlamanın ise parçasal çalışan bir bilincin işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Sohbet olayının fenomenolojisinde soran ve cevaplayan taraflar bütün bu süreçleri yaşarlar. Örneğin İsmail Emre “Bir söyleyen ve bir dinleyen her zaman var olacak”, “Seni kaldır, beni kaldır o hali yakalayalım”, “Tefekkür deryası ebedi baki”, “Fikirle seyran kafidir arife” derken, bu tür bir olguyu işaret etmekteydi. Krishnamurti de John White‘ın yaptığı bir röportajda, tartışma ile diyalog arasındaki farkı ortaya koyarken, diyalogta tarafların, soru sorma ve cevap verme edimleri sırasında derece derece ortadan kalktıklarını, sonunda sadece sorgulamanın kaldığını söylemiş ve bu halin, tarafların verdiği cevaplardan çok daha önemli olduğunu belirtmişti.

…….DÖRT


Kendi bilincine sahip olmak,
her şeyden önce kendi tarihini,
kendi serüvenini anlamak demektir.
Tülin Bumin

Krishnamurti’nin bir “Farkındalık Filozofu” olduğu söylenebilir. Her ne kadar bazı eleştirmenler kendisinin felsefeye ve filozoflara yönelttiği sert eleştirilerin üzerinde dursalar da, onun kavramları kendine özgü tanımlarla kullanışı, bu kavramların dizgesel bir ilişki içinde oluşu, yakından yapılacak bir incelemede kendisini ortaya koyar. Eleştiri, öteki’nde bir tutum değişikliği yaratabilmek için yapılır.

Farkındalık üzerinde yoğunlaşmam, Krishnamurti’den ‘Zihin ve Düşünce Üzerine’yi çevirirken ve ‘Krishnamurti ve Philosophia’yı yazarken başlamıştı. Özellikle Nisargadatta Maharaj’ın farkındalık üzerine söylemleriyle karşılaştırarak çeşitli yazılar yazmıştım. Bunlardan sekiz tanesi Kasım 1999 ile Ocak 2001 tarihleri arasında www.dergi.org‘ta, ‘Farkındalık Felsefesi’, ‘Farkındalık Çağına Giriş’, ‘Farkındalık ve Bilinç’, ‘Ayna ve Farkındalık’, ‘Ahimsa, Manifesto 2000 ve Farkındalık’, ‘Düşünce ve Sezgi’, ‘Yaşama Değerlerin Farkındalığıyla Bakış’ ve ‘Sen’in Yokluğu’ adlarıyla yayınlandı. Aşağıda bunları kısaca özetleyerek bir bağlam oluşturmaya çalışacağım.

bir. İnsanların rüyada oldukları söylenebilir. Rüyadaki bir insan ise ‘Olan’ın farkında değildir. Kim olduğumuzla ilgilenmemiz bizi rüyada tutan etkenlerden biridir. Ne olduğumuzla ilgilenmeye başlamamız ise uyanış belirtisidir. Kim olduğumuzla ilgili ‘yargılar’ (kendimizin ve ötekilerin oluşturduğu) bizim kişilik imgemizi ve ego kalemizi oluşturur. Bu kaleyi ise öfke ejderi korumaktadır. Rüyadan uyanmamız bu sahte ben kalesinin yok olmasına bağlıdır. O zaman ejder de işsiz kalır ve o insanı terkeder. Maharaj, farkındalığı ‘kendi başına, devinimsiz ve zamansız’ olarak tanımlar. Farkındalık her zaman burada ve şimdi’dir. Bir nesnesi olduğunda ise bilince dönüşür. Beden, zihin ve farkındalık. Bedenin dürtüleri vardır ve sembolü tütsüdür. Zihnin acıları, hazları ve düşünceleri vardır, sembolü tütsünün dumanıdır. Farkındalığın ise tüm bağımlılıklardan, koşullanmalardan kurtulmuş sarsılmazlığı vardır ve sembolü tütsünün ucundaki ateştir. Bu bağlamda farkındalık, ruh ya da tin’dir.

iki. İmgesiz ve saf bir dikkatle bakış ile felsefe alanındaki görü ve özgürlük kavramları arasında bir yakınlık vardır. Krishnamurti, “Neyseniz öyle algılıyorsunuz, dinginlik saf bakıştadır, ölçü ve fikrin çarpıtması olmaksızın dikkat etmektir bu…”, demişti. İsmail Emre’deki seyran kavramında, bütünsel sevgiyi yaşayan bir öznenin aşkın bakış sırasında yaşadığı bir tür yokluk, içerilir. Krishnamurti’de, insanın koşullanmalarının birikimi olan kendi (self, zat) veya psişe, ‘saf dikkat’edimi sırasında ortadan kalkmakta, beyindeki büyük güç açığa çıkmakta, zihin özgürleşmektedir. Farkındalık Çağı’nın insanını belirleyen özgül ayrım, Descartes‘teki gibi ‘düşünce’ ya da Freud‘daki gibi ‘arzu’ değil, İsmail Emre’nin dediği gibi ‘arzusuz ve düşüncesiz bir konumda sevgiyle hizmet’tir.

üç. Saltık olanın farkındalığı ile içinde evrenin belirdiği bilinç arasındaki ayırımı netleştirmek, Farkındalık Felsefesi çalışmalarında zorunlu bir kıpıdır. Maharaj, Hakikatte yalnızca bir tek hal olduğunu söyler ve ayrımları şöyle açar:
a. Tikel zati kimliklendirmeyle lekelendiğinde ona, kişi (person, Vyakti);
b. Duyumlarla boyandığında ona bilinç, şahit;
c. Saf ve boyasız halinde ise ona Saltık ya da Supreme, denir.

dört. Krishnamurti’de kutsal öğretiler yalnızca işaret etme ve açıklama aracıdırlar. Söyledikleri şey yalnızca şudur: “Kendine bak, kendi içine yönel, orada ne olduğunu araştır, onu anla ve ötesine geç…” Bizim öğretileri değil, kendi kitabımızı okumamız, kendimizi anlamamız gerekir. Bu da imgesiz ve düşüncesiz konumdaki bir konuşmacının sohbeti sırasında gerçekleşebilir. Konuşmacının sözlerinin bir ayna işlevi gördüğünü anlamamız gerekir. Maharaj ise esas olanın arzu ve korku gibi negatif duygulardan, zihnin altı tane düşmanından uzak durmak olduğunu açıklamıştır. Zihin onlardan kurtulduğunda bir saf hissetme akımı (Raja Yoga’da inner spring) başlar ve zihin arınır. İsmail Emre’de de kişi kin, kibir, haset, şehvet, riya, gadap ve yalandan kurtulduğunda, onun kalbine sevgi yerleşir ve iç kaynak çalışmaya başlar.

beş. Bilinç insanın bütünüdür ve özel bir insana ait değildir. Özel bir insana ait bir bilinç varsa, bölünmenin karmaşık sorunları, çelişki ve savaş vardır. ‘Benim bilincim’ düşüncesi varsa, ayırma vardır, çatışma vardır, savaş vardır. Krishnamurti metinlerinin şiddetsizlik ve barış yanlısı işlevi üzerine Dr. Refik Algan şunları söylemişti: “Seksenli yıllarda Krishnamurti’nin ‘Değişmek Zorundayız’ isimli kitabından yaptığım çevirilerin bir bölümünün fotokopisini bir arkadaşa vermiştim. O da hapiste yatan bir marksist arkadaşına götürmüş. Hapisteki kişi o fotokopileri okuduktan sonra arkadaşa şunları söylemiş: Eğer dışardayken bu metni okusaydım, şimdi içeride olmazdım.”

altı. Alpay Mut, bir toplantımızda Krishnamurti’nin mesajını şöyle özetlemişti: “Bir sezgiye sahip olduğumuzda düşüncenin yok olması, şaşırtıcı, güzel ve ilginçtir. Zihin çalışıyor, ama düşünce kalıplarıyla değil. Düşüncenin sezgisi olamaz. Yalnızca zihin mekanik çalışmadığı zaman bir sezgiye sahip olabilirsiniz. Zihnin, düşünce kalıplarıyla çalışmadığı zamanki çalışması sezgidir. Saf bilinç halidir. Eğer zihnindeki imgelerle bakıyorsan, eşyayı ne iseler o olarak görmüyorsun demektir. İmgelemindeki gibi görüyorsun. Senin onlara verdiğin rollerle görüyorsun. Eğer sezgimden bir sonuç çıkarırsam, bir fikre, bir imgeye, bir simgeye göre hareket etmiş olurum. Bütün bunlar düşüncenin yapısıdır ve şeyleri oldukları gibi algılamama, bir sezgiye sahip olmama engel olur. Dolayısıyla bir algı oluştuğunda, düşüncenin niçin araya girdiği ve bir sonuç çıkardığı ile ilgili sorunun bütününe girmek zorundayım. Algı, sezgi ve koşullanmalar arasında sürekli bir savaş vardır. Düşünce, denetim fikri tarafından oluşturulmuştur. Zihin ne yapmalıdır? Bir tarafta bütün anıları, deneyimleri ve bilgileriyle geçmiş vardır. Bu geçmişten düşünceler yükselir. Yeniyi eskinin içine yerleştirmeyi hedefler. Dolayısıyla bizler geçmişin sonuçlarıyız. Diğer tarafta ise bütünsel, yeni, açık seçik ve güzel gören sezgi vardır. Ancak düşüncenin olmaması halinde bütünsel sezgi olanaklıdır.”

yedi. Hegel“Her idea kendini edimsellik alanında gerçekleştirmek zorundadır”, demişti. Gerçekleşme kavramının İngilizcesi, realisation’dır. Self realisation ise kendini gerçekleştirmek’tir. Bu ise insanın ruhunun derinliklerindeki erdem hazinelerini hale dönüştürmesi, günlük yaşamına geçirmesiyle olanaklıdır. Metin Bobaroğlu, Caddebostan’daki Kadıköy Sanat Merkezinde sekiz yıldır sürdürdüğü konferanslarında sık sık, günümüz insanın ‘düşünceleri duygulara dönüştürme’ ve ‘değerleri gündelik yaşama sokma’ konularında sorunları olduğunu söylemişti. Krishnamurti de kendi okullarının öğretmenleri de dahil olmak üzere birçok felsefecileri ve profesörleri, konuştukları ve yazdıkları değerleri yaşamlarına geçirmedikleri için eleştirirdi. Değerleri yaşamak ya da düşünceleri deneyimlemek üzerine bir Raja Yoga pratiğini burada özetlemek istiyorum: İlk olarak sakin bir şekilde oturup nefes alıyorum ve dışarıya yönelmiş dikkatimi, içime, kaşlarımın arasına yöneltiyorum. İkinci olarak Safiyet, Aşk, İrfaniyet, Huzur, Adalet, Hoşgörü, Hizmet gibi bir değeri, ya da ‘Ben parlayan bir elmas ruhum, bu beden de benim mücevher kutum’ gibi bir olumlu önermeyi düşünmeye başlıyorum. Üçüncü olarak dikkatim, bu seçtiğim düşünce üzerinde odaklanıyor. Dördüncü olarak bu düşüncemi tefekkür etmeye başlıyorum, görselleştirme olabiliyor, yoğunlaşıyorum. Beşinci olarak değerin ya da düşüncenin deneyimi, meditasyon gerçekleşiyor. Bu meditasyon türü vijnana (tefekkür) olarak isimlendirilebilir ve Krishnamurti’nin prajna (seyran) temelli meditasyonundan farklıdır.

sekiz. Dolaysız yaşantı alanı, dil ve simgeler alanının kuruluşuyla bilinçaltına itilmiş olan ontolojik ben’dir. Dil ve simgeler alanının kuruluşundan itibaren kişi, ben dediğinde bu epistemelojik ve sözel ben’ini ifade etmeye başlar. Bu kabuk, ya da sahte-pseudo ben, kişiye ne aradığı mutluluğu, ne huzuru, ne bütünlük duygusunu, ne de diğer insanlarla doğru ilişki ve iletişim kurmayı kazandıramaz. Siz hakikatte, bilinçten önce gelen bir saf farkındalıksınız. Kişisel-ben (I) kavramı, zincirle bağlanmanın, koşullanmanın kaynağıdır. İkiliktir. Ben’in (I) nesneleşmesiyle saf öznellik nesnel-ben (me) olur. Bunu gördüğünüz zaman beyin hücrelerinde bir değişim olur, bir başkalaşım olur. Hiçbir çaba göstermeden, istenç ya da güdü olmadan, algı varken bu gerçekleşir. Düşüncenin hareketi olmaksızın gözlem yapılması algıdır. O zaman belleğin saltık sessizliği vardır ki, bellek zamandır, bellek düşüncedir. Belleğin saltık sessizliği ile bakmak, geçmişle bakmamaktır. Bunu uygulayın. sohbet sırasında konuşmacıya, onun hakkında biriktirdiğiniz yargıları, imgeleri anımsamaksızın bakın. Onu izleyin. Hiçbir önyargı olmaksızın yalnızca izlediğinizde özgürleşme gerçekleşir.

…….BEŞ

Tarihe özne olabilmemiz için
ya da kendi tarihimizin yazarı olabilmemiz için
özbilincimizi kazanmalıyız.
Bu özbilincimizi ise
tam da çağdaş yaşamın (modernist yaşam biçeminin C.E)
onu tahrip ettiği yerde,
ancak onu yitirdiğimiz o yerde yeniden kazanabiliriz.
Ünsal Oskay

Krishnamurti’nin bir felsefeye sahip olmadığını, aksine, bizi bütün sistemlerden, ideoloji bağlarından, zanlardan, örgütlü dinlerden, zihnin ve bedenin baskısından özgürleştirmeyi ümit ettiğini belirten Mary Lutyens, onun mesajının, kendisini dinleyen her bireye doğrudan yöneltilmiş birlik, bütünlük, bütünsel anlayış ve bütünsel sevgi olduğunu söylemişti. Onu dinlemek isteyen herkes, bütün kelimelerin ötesindeki bir değere sahip olabilirdi.

Krishnamurti birçok sohbetinde öğretisinin “farkındalık” üzerine olduğunu söylemişti. Birçok insan da onun konuşmalarını dinleyerek, kitaplarını okuyarak bu önemli kavramı anlamaya çalışmıştı. Bu kavramın önemi, insanlığın sorunlarının ancak imgesiz ve düşüncesiz bir farkındalıkla ortadan kalkabileceği iddiasındadır.

İnsanlığın sorunları ya da dünyamızın bugünkü durumu üzerine neler söylenebilir?

Gerçek bir iletişimin olmayışı ve sahte iletişimlerin gürültüsü…

İçinde yaşadığımız dünya, şu andaki haliyle çatışma, sefalet, karmaşa, sıkıntı, soygun, savaş ve işkenceyle doludur. İnsanlar gruplara bölünmüştür ve her grup kendi imgesini, kendi düşüncelerini savunmakta, karşıt imge ve düşüncelerle savaşmaktadır. Bu durum, Krishnamurti’nin yadsıdığı bir gelenek oluşturmuştur. Olan ile ilgilenilmemekte, yorumlar, düşünceler, imgeler ve ideallerle ilgilenilmektedir. Spinoza’nın sorusu halen gündemdedir:

“Sevgiden ve sevinçten sözeden din,
neden hep hoşgörüsüzlük, nefret,
kötülük ve savaş esinliyor?”

Sorunlarımız yıllardır sürüyor ve artıyor, çünkü yalnızca sessiz bir zihnin görebileceği hakikati göremiyoruz. Öylesine parçalanmış durumdayız ki, dünyayı hiçbir zaman bir bütün olarak göremiyoruz. Bütünsel algı ise yalnızca sessizliğin, Nirvana‘nın içinden geliyor, gürültülü bir zihinden değil. Buna İsmail Emre, Tevhid Gözü‘nün açılması, diyor.

“Ben konferansını verdikten sonra kendi yozlaşmış hayatına dönen bir profesör değilim” derken, aslında kendi pratik felsefesinin bir özetini veren Krishnamurti, bu sözüyle, kişinin günlük hayatındaki ilişkilerine yansımayan her türlü değeri, erdemi, düşünceyi, sözü ve yazıyı yadsımakta, bireyin yapısında gerçekleşecek kesin ve kalıcı bir dönüşümü önermektedir. Ancak tek tek bireylerde gerçekleşecek böyle bir dönüşümden sonra toplumlarda barışçı, şiddetsiz, sevgi dolu, şefkat dolu bir dönüşüm gerçekleşebilir. Farkındalık felsefesi bir pratik felsefesidir.

Yalnız bir tane sorumuz var, diyordu Krishnamurti: “Bir sorunu bütünsel olarak nasıl görebiliriz ki, bu bütünsel görü, gözlem, dikkat, algı sonucunda kişi bu sorundan bütünüyle kurtulabilsin?” İsmail Emre de benzer bir söze söylüyordu: “Tevhid Gözü açılmamışsa eğer, her şeyi parça parça görür ve gördüğü her parça başına bela olur.”

Tek bir an bile bütünsel görebilsek, sorunu bütünüyle anlayabiliriz ve bu sayede insanların bütün sorunlarını da anlayabiliriz. Bütünsel bakış ile parçasal bakış arasında hiçbir ilişki yoktur. Bu yüzden görmek, gözlem, algı büyük bir öneme sahiptir. Görmek dikkattir ve sorunlara yol açan yalnızca dikkatsizliktir. Sorunlarımızı düşünceyle çözmeye çalışmak, bölünmeye, çatışmaya, dışlamaya, denetime, direnmeye, yoğunlaşmaya, dikkatsiz olmaya, dikkatin dağılmasına, gürültüye, erdemsizliğe, yanılsamalara, ikiyüzlülüğe, seçmeye, kınamaya, yargılamaya, karşılaştırmalara, yorumlamalara yol açmakta. Simgeler, imgeler, kelimeler, önyargılar ve sonuçlar yüzünden hemen doğrudan algılayamıyoruz. Keşfedemiyoruz.

Oysa ki algı, hakikatin algılanması da dahil olmak üzere, bir anlıktır. Bir anda bir şeyi ya anlarız, ya da anlamayız. Sohbette can bağdaşması da bir anlıktır. Feraset de. Sohbet halinde yaşanan bütünsel bakış ya da prajna, damlanın deryaya kavuşması olarak da isimlendirilmiştir. Sohbet Hali, iki özne arasında anlamlı bir iletişimin kurulabilmesi için zorunlu olan durumsallıktır, haldir. Vahdeti vücud (vijnana) ile vahdeti şuhud’un (prajna) birliğidir.

Krishnamurti’nin bütünsel algı yaşantısından geçmemiş bir bilince ait düşünceyi acımasızca eleştirmesi, bizi Zen Budizm’deki vijnana ve prajna kavramlarına yöneltmektedir. Vijnana her türlü düşünme, odaklanma (focus), yoğunlaşma (konsantrasyon), meditasyon ve düşündüğü şeyi yaşayarak, o olarak bilme (samadhi) çalışmalarını içeren geniş bir kavramdır. Prajna ise sezgidir, aşkın ve bütünsel algıdır, zekadır. Krishnamurti öğretisinde düşünce, odaklanma, yoğunlaşma ve meditasyon Vijnana’yı; farkındalık, dikkat ve zeka da Prajna’yı temsil etmektedir, diyebiliriz. Krishnamurti’nin kendisine özgü meditasyon kavramı da bu Prajna ile bağıntılı bir meditasyondur. Özetle Vijnana kavramı tefekkür (thinking) ile bağıntılıdır, Prajna ise temaşa (seeing) ile. Prajna’ya verilebilecek en güzel örnek, Rabbin yüzünü dolunayı seyreder gibi seyretmektir. Bu da sohbette gerçekleşir. Sohbet, vijnana ile prajnanın ayrımlı birliğidir. Söyleyen ile dinleyen aynı denizdir.

Vijnana ile ilgili satırları temellendirebilmek için şimdi kısaca Patanjali Sutralardaki, Astanga Yoga adıyla bilinen mistisizmin sekiz yöntemini sıralayalım:

. Yama: Ahlak uygulamaları. Düşüncenin ve edimlerinin kontrolü.
. Niyama: Disiplinle saflaşma.
. Asana: Oturuş şekilleri.
. Pranayama: Nefes kontrolü.
. Pratyahara: Dikkatini duyumlardan çekip iki kaşın arasında tutma.
. Dharana: Zihinsel enerjiyi bir noktada yoğunlaştırma.
. Dhyana: Düşüncesiz bir bilinçle meditasyon, kontamplasyon, tefekküre dalma.
. Samadhi: Zihin ile ruhun/tinin birliği.

…….ALTI

Ya hayatınızın parçası olan değerlerden konuşun,
ya da konuşmayın, susun.
Dadi Janki / Raja Yoga Brahma Kumaris

Meditasyonun bütünsel dikkati, kendinin (self, zat) bilgisinden kaynaklanan erdemdir. Kendinin bilgisi ise bilgeliğin, hikmetin başlangıcıdır. Bizim ve dünyamızın sorunlarını, içinde bulunulan krizi çözecek olan da bu bilgeliktir. Kendinin bilgisi olmadan, Krishnamurti öğretisi bağlamında bir meditasyon var olamaz.

Gözleme, açıklığa, kendimizin bilgisine ve dolayısıyla erdeme sahip olmamız gerekir.

Sabit seçmesiz farkındalık, bütün yanılsamalara ve ikiyüzlülüklere bir son verir. Bu seçmesiz farkındalık özgürlüktür. Bu farkındalık hali içinde dikkat vardır. Dikkat her türlü düşüncenin olumsuzlanmasıdır. Dikkat içinde çelişki ve ikilik olmayan bir zihin halidir (Advaita hali). Ve bu dikkat son derece büyük bir enerji gerektirir, meditasyon da bu enerjinin özüdür. Titus BurckhardtHindu Advaita doktrinini, Brahmanizmdeki Brahma Nirguna ve Sufi Ehadiyet doktrinleriyle karşılaştırır.

Bütün sorunların temelinde de ikilik yatmaktadır. İkilikten, farktan, tevhide, ehadiyete nasıl geçeceğiz?

Dünyamız ve üzerinde yaşayan biz insanlar, bir kriz ortamındayız. Sorunlarımızın nedenleri ise siyasette değil, totaliter ya da demokratik hükümetlerde değil, bilim adamlarında ya da saygın dinlerde değil. Kriz her birimizin bilincinde, zihninde, kalbinde, davranışlarında ve ilişkilerinde. Dolayısıyla bu alanlarda bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirilmeden, hiçbir sorunumuzu çözemeyiz.

Dünya bizim sorunumuzdur. Dünyada olup bitenleri anlayabilmek için önce kendimizi anlamamız gerekir. Sorunlarımız kendi hakiki kimliğimizle, nesnelerle, insanlarla, fikirlerle, inançlarla olan ilişkilerimizdedir. Günümüzde bütün bu ilişkiler bölünmeye, çatışmaya, sürtüşmeye dönüşmüştür. Bu ilişkilerimizin doğasını anlamadığımız sürece, ne yaparsak yapalım, ister bir ideoloji ya da dogma ile kendimizi hipnotize edelim, ister meditasyon ya da yoga adı altında “olan”dan, “gerçeklik”ten, “olgu”dan yanılsamalara, illüzyonlara kaçış planlayalım, bizim için huzur asla kalıcı olmayacaktır. Çünkü ancak sessizlikten sonra huzur gelir. Bu sessizlik ise saf dikkat ve kendini bilme halidir. İnsanın saf fıtratı ademlik halidir.

İnsanın kendisini bilmesi acının sona ermesidir. Kendimizi, hakiki kimliğimizi bilmekten korkuyoruz, çünkü değerlendirme ve yargılarla kendimizi iyi ve kötü, saf ve kirli, siyah ve beyaz olarak bölmüş durumdayız. Kendimizi anlamamız, içimizdeki yüce beni, kutsal beni anlamamız değildir. Gündelik hayatımız içindeki hoşgörüsüzlüklerimizi, sabırsızlıklarımızı, diğer insanları kontrol etme arzularımızı, saygı beklentilerimizi, bize kin, kibir, haset, şehvet, riya, gadap, yalan gibi olumsuz duyguları yaşatan, geçmişimiz olan benimizi anlamamızdır. Dünyadaki savaşlara yol açan geleneği anlamamızdır. Belleğimizdeki kayıtların yönlendirdiği koşullu tepkilerimizi anlamamızdır.

Bizim binlerce yıllık yaşam biçemimiz, “deneyim, bilgi, bellek, düşünce ve edim” kalıbından oluşmaktadır. Düşüncelerimiz belleklerimizin olaylara tepkisidir ve bu tepkiler bize binlerce sorun çıkarmıştır. Düşünce edimi bütünlük, tamlık, bütünsellik üzerine düşünebilse de, kendisi hiçbir zaman bütünsel değildir. Bu yüzden sorunlarımızı düşünerek çözemeyiz. Oysa ki eğer ciddi olursak ve dikkat edersek, bütün sorunlarımızın en azından bir an için geçip gittiğini keşfedebiliriz. Dolayısıyla sorunlarımızı çözmek demek, dikkat etmek demektir.

…….YEDİ

Raja Yoga öğretisi dört bacak üzerinde duran bir iskemle gibidir:
Gyan (Bilgi),
Yoga (Tanrısal bağlantı, Rabıta)
Dharna (Bilgiyi, erdemleri, değerleri hale dönüştürmüş olmak, gündelik yaşamda uygulamak)
Seva (Tanrıyla Hizmet)
Yogesh Sharda / Raja Yoga Brahma Kumaris

Ben’in, kendi’nin ben merkezli etkinliklerin sorgulanmasına gelince:

Öncelikle “siz nesiniz?”

Siz kimsiniz değil, fakat “siz nesiniz?”

Sizin etkinlikleriniz, sabahtan akşama kadar süren “ben merkezli etkinlikler” üzerine kuruludur.

Bütün korkularınızın, tedirginliklerinizin, üzüntülerinizin, kederlerinizin, acılarınızın çıktığı ‘psişik merkez’ nedir?

Duygulanımlarınızın yükseldiği, mutluluk aradığınız, aydınlanma, Tanrı ya da her neyse aradığınız; ‘Bir rahip olmaya, bir sufi olmaya ya da bir yogi olmaya yemin ettim!’ dediğiniz merkez nedir?

Eğer iş hayatının içindeyseniz daha güçlü ve zengin olma çabalarınızın çıktığı merkez nedir?

İşte bizim sorguladığımız merkez budur, ‘kendi’dir.

Bu ‘kendi'(self) nedir ve nasıl var olmuştur?

Gerçeklik şu anda olmakta olan ise, gerçekten siz nesiniz? Siz bir isim, bir biçim, bir toplumun, bir kültürün sonucusunuz. Yıllar boyu sizin ‘ayrı’ olduğunuzu vurgulayan, tanımlanabilir bir kültürün sonucusunuz. Bir karaktere sahipsiniz, kendinize özgü eğilimleriniz var. Saldırı ya da boyun eğme konumlarından birinde olabilirsiniz. Bütün bunlar düşüncenin yarattığı kültür tarafından oluşturulmuyor mu? Anadolu irfan öğretilerinin temsilcilerinden İsmail Emre, bir sohbetinde “İsmin, cismin, resmin hasmın” demişti…

Böyle basit ve mantıksal bir sorgulama bile insanlara zor geliyor. Çünkü onlar ‘kendi’nin, en olağanüstü şey olmasını tercih ediyorlar. Biz, ‘kendi’nin kelimelerden ve anılardan başka bir şey olmadığına işaret ediyoruz. Dolayısıyla ‘kendi’, geçmiştir. Kendini bilmek ve kendini gözlemlemek ise, bir başkasıyla olan ilişkinizde gerçekten ne olduğunuzu gözlemlemek, demektir. O zaman kendi’nin tepkileri bu ilişki içinde açığa çıkacaktır. O zaman gerçekten ne olduğunuzu anlamaya başlayacaksınız. Tepkilerinizi, önyargılarınızı, hükümlerinizi, ideallerinizi anlamaya başlayacaksınız. Bütün bunlar bir sonuç değil mi?

Kendinizi, ne olduğunuzu düşündüğünüz gibi ya da ne olmayı ümit ettiğiniz gibi değil de gerçekten olduğunuz gibi bilmeniz olanaklı mıdır? Bunu tümüyle bilmeniz, özünüzü bilmeniz anlamına gelir.

Bu kendi’nin parçalara bölünmüş, çatışma içindeki etkinliklerinin ötesine geçmek olanaklı mıdır? Paramita, Piramit kavramı, hem ‘erdem’ hem de ‘nehrin karşı kıyısına geçmek’ anlamlarına gelir. Bir anlamda ölmeden önce ölmektir. Bu ‘kendi’, bu ‘merkez’ ise düşünce tarafından oluşturulmuştur. Düşüncenin olumsuzlanması ise dikkattir ve bu dikkat içinde bilincin bütünselliği vardır. Düşüncesiz farkındalık vardır.

Anlamak dikkattir ve neysek öyle algılıyoruz. “Fiilini değiştir, duysun kulağın”, diyordu İsmail Emre.

Dadi Janki ise şöyle söylüyor:

“Derin dikkat gösterin, davranışlarınız saflaşacaktır.
Hiçbir şey sizi cezbetmeyecektir.
Bakış açınız, görüşünüz ve davranışlarınız dürüstlük, merhamet ve sevgi ile dolu olacak. Ve hiç kimseden bir şey isteme arzunuz kalmayacak.”

Doğruluk saf bakıştadır.
Saf bakış ise ölçülerin ve fikirlerin çarpıtması olmadan dikkat etmektir.
Bir kartal gibi dikkat etmektir.

Bu kendimizi anlayış, ilişkilerimizdeki düzenle kendini gösterir. Doğrudan ilişki kurdukça kendimizi ve tepkilerimizi keşfederiz. İlişkilerimiz, bize kendimizi olduğumuz gibi gösteren aynalardır. Ve bu ilişki aynalarına önyargılarla, önceden ulaşılmış sonuçlarla, imgelerle, düşüncelerle, açıklamalarla, onaylama ve reddetmelerle yaklaşırsak, kendimizi olduğumuz gibi göremeyiz. Yalnızca kendi illüzyonumuzu, yanılsamamızı görürüz.

Açıklık, şeyleri ne iseler o olarak görmektir. Açıklık yanılsamanın olmamasıdır. Açıklık yalnızca uzay (boşluk/space) olduğunda ortaya çıkar. Beyin bütünüyle sessiz olduğunda, son derece duyarlı olduğunda uzay vardır. Dinginlikte, düşünce sona ermiştir. (Nirvana)

‘Gözlem’, ‘açıklık’ ve ‘kendini bilmekten kaynaklanan erdem’, gerçek meditasyonun, gerçek sessizlik ve huzur yaşantısının temelidir. Hakiki kimliğimizin yaşantısıdır. Tinsel yaşamdır.

…….SEKİZ

Algı filtrelerinizin farklılığı yüzünden ayrı ayrı
dünyalarda yaşamaktasınız. Deneyimlerinizden,
hatıralarınızdan, inançlarınızdan ve değerlerinizden
oluşan algı filtreniz, bilincinizdedir…
Yogesh Sharda / Raja Yoga Brahma Kumaris

Meditasyon, yoga ve tasavvuf sohbetleri, olan’dan, olgudan ve gerçeklikten bir kaçış olarak kullanıldığında, kişinin yaşamındaki bölünme ve çatışmalar daha da artar. Hayatımızdan kaçmak yerine onunla samimi olarak yüzleşmeliyiz (Face). İlişkilerimiz içinde kendimizi olduğumuz gibi algılamamız, bizi “olan”dan özgür kılacaktır. Hakikati keşfetmek de ancak her türlü geçmişten, koşullanmadan özgürleşimle gerçekleşecektir. Koşullu bir zihin asla hakikati keşfedemez, çünkü dikkatsiz bir zihindir. Dikkatsizlik ise sorunların nedenidir.

Dikkatsizlik ve farkında olmama hali içindeyken şeylere hep parçasal bakarız. Dikkatsiz olduğumuz için önyargılarla, sözsel ve ruhbilimsel imgelerle baktığımız için bütünüyle göremeyiz. İşte meditasyonun bütünsel dikkati bu noktada gereklidir.

Özgürlük bir tek başınalık halidir. Doğru, ama bu özgürlük gündelik yaşamdan ve ilişkilerden bütünüyle kaçmak, soyutlanmak değildir. Karısından ayrılmış bir kocanın yalnızlığı gibi bir şey değildir. Bu özgürlük; bu tek başınalık; öfke, şiddet, şehvet, kin gibi duygulardan arınma edimidir, özgürleşme edimidir ve bu özgürlük edimsellik alanında ancak erdemle gerçekleşir. Satya Sai Baba‘da erdemler arasında hakikat, doğruluk, huzur, sevgi ve şiddetsizlik en önemlileridir. Krishnamurti’de ise ‘kendinin bilgisi’nden kaynaklanan erdemden başka erdem yoktur ve bu erdem gereklidir, güçlüdür ve etkindir. kendinin bilgisi ise swastika’nın hakiki anlamıdır. (swa: kendinin, stika: bilmek, anlamak. Kendini gerçekleştirmek. Self realisation.)

Erdem, doğası gereği her türlü bölünmeden, ikilikten, çatışmadan, karmaşadan ve bunları oluşturan nedenlerden kurtulmamızı sağlar. Erdem ikilik olmayandır (Advaita) ve erdem-olmayan ise ikiliktir, karmaşadır, çatışmadır, bölünmedir. Erdem özgürlüktür ve bu özgürlük bir fikir ya da bir kavram değildir. Erdem, anlamanın getirdiği algılama netliğidir. Sohbet olayının fenomenolojisinde, konuşanın ve dinleyenin ben’lerinin kalktığı o anda yakalanan öznelik durumudur.

Her türlü arzu ve düşünce erdemli olmaya engeldir. “Hiçbir arzum ve düşüncem yok, sırf hizmetçilik ve sevgi”, demişti İsmail Emre ve “Şehvetsiz ve menfaatsiz bir sevgi ve hizmet”, diye eklemişti.

Erdemli olma arzusu, beklentisi ve planı bile açgözlülüktür, doymazlıktır, yanılsamadır.

Erdem, “olan”ın bir an içinde algılanmasıdır. Bu algılama hali bir an’lıktır. Bir anda bir şeyi ya anlarız, ya da hiçbir şeyi anlayamayız. Görmek, işitmek ve anlamak an’lıktır. Dinlemenin ve bakmanın ise süresi vardır. Bütünsel algılama, zeka olan algıdır. Gündelik yaşantımız içinde tek bir an’ı bütünsel olarak görebilsek, gözlemlediğimiz sorunu bütünüyle anlayabiliriz ve aynı anda insanların bütün sorunlarını da anlayabiliriz. Bütün varlığımızla baktığımız tek bir an içinde sorun ya da nesne ile ben arasında bir bölünme yoktur. Bütünün algılanması, gözlerimiz, kulaklarımız, kalbimiz ve zihnimizle birden algılamaktır, ayrı ayrı değil. Bir şeye bütün dikkatimizi vermemizdir. O zaman zihnimizle ve kalbimizle bölünmeden, bütünsel olarak görür, işitir, hisseder ve düşünürüz. Ve bu bütünüyle yaratıcı düşünme edimi, sıradan düşüncelerden farklıdır. Krishnamurti’nin bir filozof olduğunu söylerken, onun sıradan düşünceyi, kaba düşünceyi olumsuzladığını, yaratıcı düşünme edimini ise bizzat kullandığını söylemek istiyoruz. Bütünüyle yaratıcı olan bir düşünme edimi ise ancak ‘bütünsel algı yaşantısı’ndan sonra kuvveden fiile çıkmaktadır.

…….DOKUZ

Hikmet/Bilgelik entelektüel bilgi değildir.
Yaşamın basit ilkeleridir.
Tanrı üçüncü gözünüzü açar ve hikmet başlar.
Antony Strano

Krishnamurti’nin farkındalık kavramı üzerinde derinleşelim şimdi.

Farkındalık bir şeye bağlanmak değildir. Farkındalık hem içe hem de dışa doğru bir gözlemdir. Herhangi bir şey üzerinde yoğunlaşmak değildir. Belirli bir sonuca varmak için bir seçim yapan, çözümleme yapan iradenin, istencin basit bir edimi değildir. Farkındalık, belirli bir nesne üzerinde isteyerek, bilerek odaklandığında, bilince dönüşür. Bu iradenin bir edimi olan yoğunlaşmadır. Aynı anda bir bölünme ve çatışma da vardır. Zihinsel enerjinizi ve düşüncenizi seçmiş olduğunuz bir sorunda odakladığınızda, üzerinde yoğunlaştığınız sorun güçlenir ve beslenir. Oysa ki bütün varlığınızla, meditasyonun bütünsel dikkatiyle ve sabit seçmesiz farkındalıkla seyretmek bundan tümüyle farklıdır. Bu meditasyonun enerjisi sorunu çözer, dağıtır.

Farkındalığın çeşitli düzeyleri vardır.

İlk olarak duyumlar ve duyular düzeyindeki sıradan, yüzeysel farkındalık vardır.
Teşvikiye Camisinin arka bahçesindeki çınar ağaçlarını ve kırmızı gülleri seyrederken; Beşiktaş iskelesinin üzerinde çığlık atarak uçan martıları izlerken; Üsküdar evlerinin camlarında yansıyan turuncu renkli akşam güneşine bakarken; sahile vuran dalgaların sesini dinlerken onlar oradadır. Onlar betimleme değildirler. Eğer hiçbir psikolojik katılımda bulunmadan, beğenme, beğenmeme, karşılaştırma ve tercih etme olmaksızın yalnızca “olan”ın algılaması var olsaydı, hiçbir sorunumuz da olmayacaktı.

Onlar olgusal olarak vardır ve oradadır. Onların betimlemeleri ise olgusal olarak var olanın kendisi değildir. Kelime şey değildir.

Ağaç, gül, martı, akşam güneşi ve dalgalarla ilgili düşünceleriniz, heyecanlarınız, bellek kayıtlarınız, beniniz devreye girdiğinde ikinci adım atılmış demektir. İsimler ve geçmiş kayıtlar zihin ekranına gelir. Gördüğünüz şeyleri betimlemeye başladığınızda artık onların kendilerinden uzaklaşmışsınız demektir. Kelimeler nesnenin kendisi değildir. Bunu anlamadığımızdan, zihnimiz her geçen gün biraz daha karışmaktadır. Betimleme betimlenen değildir. Şu anda bile zorunlu olarak söylediğimiz bu kelimeler, betimlediğimiz şeyin kendisi değildir. Bellek kayıtlarımız, duygularımız, düşüncelerimiz, konuşmalarımız, yazılarımız, edimlerimizle yüzeysel farkındalığa verdiğimiz tepkinin, algı filtremizin farkında olduğumuzda, buna farkındalığın ikinci adımı diyebiliriz.

Ağacı görme, ağacın yüzeysel farkındalığı var ve bu ağaca verilen psikolojik tepkinin farkındalığı var. Belki de ağaca baktığım sırada, daha önce bir kitapta okuduğum “Serez’de Şeyh Bedrettin’in asıldığı ağaçla ilgili satırlar” gelecek zihin ekranıma. Yüzeysel farkındalıkta, ağaç ile olan ilişkimde bir ikilik, bir bölünme yoktu, zihnimde bir çatışma yoktu. “Şeyh Bedrettin’in asıldığı ağaç”imgesiyle psikojik tepki verdiğimde ise ağaç ile olan ilişkimde bir bölünme ortaya çıktı. Geçmişle koşullanmış tepki, gelenek, bu bölünmeye yol açtı. İşte ağaç ile olan ilişkimde “ben” ile “ben-olmayan” ayrımı da böylece doğmuş oldu.

Benzer örnekler diğerleri için de verilebilir. Kırmızı bir gül gördüğümde, “yıllar önce bir gülün elime batan dikeninin çıkardığı kan damlasını” anımsayabilirim. Martıları seyrederken, “çocukluk günlerimde dayımın Beşiktaş-Kadıköy vapurunun güvertesinden simit parçalarıyla martıları beslemesini” anımsayabilirim. Akşam güneşinin camlardaki yansımalarını seyrederken, “katıldığım bir Raja Yoga kursunda ruh dünyasının turuncu renkli ışığı olduğunun söylendiğini” hatırlayabilirim. Dalgaları izlerken, “okuduğum bir romandaki satırları” anımsayabilirim. Bütün bu anımsamalar, bütün bu geçmiş birikimler benim algımın kalitesini belirleyecektir.

Düşünce binlerce yıldır insanları bölmüş, çatışmalara, din savaşlarına, şiddet uygulamalarına yol açmıştır. Bu düşüncenin yalnızca öldüğümüz zaman mı bitebileceğini sorar Krishnamurti ve bunun doğru bir soru olduğunu söyleyerek ekler: “Öl! Geçmişe öl, geleneğe de.” Krishnamurti “geçmişe öl, geleneğe de” derken, an’ı yaşamayı, olan’ı yanılsamasız gözlemlemeyi, saf ve bütünsel dikkatin ancak böyle bir zihinde faaliyete geçebileceğini, dinginlik ve sessizliğin ardından huzurun geleceğini söylemiş olmaktadır. Fiziksel ölüm değil, geçmiş deneyimlerin ve size aktarılan başkalarının deneyimlerinin psişik birikimlerinin ölmesi, bu dinginliği sağlamaktadır. Bu ise ‘Saf Dikkat’tir ve bu dikkat gerçekten kutsal olandır. Bu saf dikkat yaşantısı ölmeden önce, yaşarken ölmektir, koşullanma zincirlerinden kurtulmaktır (jivan mukti).

Geçmişimizden gelen birikimlerimiz, koşullanmalarımızı, önyargılarımız bilincimizi, bilincimiz tutumlarımızı, tutumlarımız bakış açımızı, bakış açımız kararlarımızı, kararlarımız edimlerimizi belirliyor. Kendimizle, dünyamızla ve diğer insanlarla ilişkilerimizi “olduğu gibi” göremiyoruz. Her şey, belleklerimizin beniyle, merkezle olan ilişkileri içinde yanılsamalı şekilde görülüyor.

Bunu iyice algılamalıyız: Ağacın yüzeysel farkındalığı varken bir değerlendirme yapmıyoruz. Değerlendirme ve yargılama yaptığımızda, duygularımız ve düşüncelerimiz devreye girdiğinde ise “ben” ile “ben-olmayan” bölünmesi ortaya çıkıyor. İşte bu “ben”, gözlemlenen şeyden başka bir şeydir. Bu ben, ilişki sırasında geçmiş kayıtların verdiği tepkidir. Hakikat ise ikilik olmayandır, Adviata’dır. Hakikat her zaman ve her yerde biriciktir. Hakiki olan’dır. Taklit değildir.

Hiçbir değerlendirme, yargılama, düşüncelerle çevirme olmaksızın “ağacın” farkındalığı, gözlemi, algısı olabilir mi? Hiçbir değerlendirme, yargılama, düşüncelere çevirme olmaksızın “ağaca yönelik psikolojik tepkinin” farkındalığı, gözlemi, algısı olabilir mi?

Bunları başarabilirsek, hem “ağaca” hem de “benimize” koşulsuz olarak bakabilecek ve ilişkimizdeki bölünmeyi ortadan kaldırabileceğiz. Bu görme sırasında da kendisi bir betimleme olan “ben” yoktur. Çünkü “ben” gören değildir, göremez, farkında olamaz. Ben geçmiştir ve şimdi içinde “ben” yoktur. Eğer “ben” yoksa, koşullanmamış bir durumdayız demektir ve bu da yokluktaki, hiçlikteki bir bilinçtir.

Ancak büyük bir sessizlik halindeyken öğrenebilir, gözlemleyebilirsiniz. Gürültü çıkardığınız zaman değil. Şu tepeleri, şu güzelim ağaçları gözlemlemek için uzaya/boşluğa ve sessizliğe gereksiniminiz vardır. Psişik anlamda çok büyük bir uzay olduğunda, büyük bir canlılık söz konusudur. Bu uzay/boşluk insanın kendi küçük benliğiyle sınırlandığında, bu büyük enerji tutsak olur. Meditasyon bu tutsaklıktan kurtuluşu sağlar. Çünkü benliği öldürür. Kendi’nin, ben’in (me) sona ermesi, hiçbir şey olmaktır.

Eğer bunları “anladım” diyorsanız, lütfen kendinize sorun:
Neyi anladınız? “Şeyi” ya da “olguyu” mu, yoksa “betimlemesini” mi?

…….ON

Değerleri yaşamızına sokarsanız
yüzünüz parlar ve başkalarına ayna olur.
Sessizlikte kalma alışkalnlığı geliştirin.
Sonra sese dönün.
Sessizlikten çıkan kelimeler
başkalarını etkiler, kalplerine dokunur.
Dadi Janki

İlk olarak bir şeyin yüzeysel farkındalığı vardı.

İkinci olarak bu şeye yönelen koşullanmış tepkinin, yanıtın farkındalığı var.

Üçüncü olarak bu koşullanmış tepkinin “zihin” olduğunun, zihnin bu geçmiş birikimlerle özdeşleşmiş olduğunun algısı var.

Dördüncü olarak zihnin kendisini bu geçmişten, geçmiş birikimlerden, kayıtlardan, koşullanmalardan, ben’den kurtarabilmesi sorusu var.

Şimdi bu soruyu soranın kim olduğu sorgulanıyor. “Ağaca yönelik koşullu tepki olan ben” mi soruyor? Eğer soruyu “bu ben” soruyorsa, zaten kendisi geçmişin birikimlerinin yapılaşmasından başka bir şey değildir. Koşullu tepki tuzağının kendisidir. Bu noktada Krishnamurti, insanı bu koşullu tepkilerin tuzağından hiçbir gurunun, hiçbir ilacın, hiçbir mantranın, kendisi dahil hiçkimsenin çıkaramayacağını söylüyor. Yapılması gereken tek şey, başlangıcından sonuna dek bütün bu sürecin farkında olmak ve arada bir yerlerde dikkatin dağılmamasına, yitirilmemesine önem vermek.

Bütün bunların farkında olan ve zihnin, benin, koşullu tepkinin tuzaklarını gören ise bu soruyu sormuyor. Gözlemci bütünüyle sessiz olduğunda beşinci olarak, değişik nitelikte bir farkındalık oluşuyor. Bütün dikkatimizi verdiğimizde artık gözlemci yok. Bu durumda, salt enerji olan bir dikkat hali var ve bu salt enerji zekanın en üst biçimidir. Bu zihin hali bütünüyle sessizdir. Zorlamayla oluşmamış bir dinginlik, gözlemcinin ve gözlemlenenin olmadığı bir tam sessizlik vardır.

Ağaç örneğiyle geliştirilmiş bu anlatım, insan örneğine ve özellikle sohbete de uyarlanabilir. İmgesiz ve düşüncesiz konumdaki bir insanın (yokluktaki bilinç) sohbetini dinleme sırasında, bütün bu süreçleri yaşayabilirsiniz. Bir farkla ki, Anadalu Bilgeliğinde insan dışındaki tüm evren esma ve sıfatların tecellisi olduğu halde, yalnızca insan Zat’ın tecelli ettiği alandır. Bu anlamdaki bir sohbet Zat’ın Zat ile ilişkisi olarak evrendeki en yüksek iletişim biçimidir.

Eğer düşünmeksizin, değerlendirmeksizin, yargılamaksızın bakabiliyorsak, gözlerimizde geçmişin dokunmadığı yepyeni bir bakış var demektir. Düşüncelerin, duyguların ve arzuların gürültüsü olmaksızın, sessizlik içinde bir bakıştır bu. Bu sessizlik içinde ne gözlemlenen bir şey vardır, ne de gözlemci, kişinin geçmişi, ben vardır. Meditasyonun enerjisi geçmişi yüklenmeyi, psişik yüklemleri ortadan kaldırmıştır. Yeni olan da yalnızca bu bakış, bu sessizlik ve ardından gelen huzurdur. Organik zekanın orijinal hali budur.

Hakikatin algılanması bu zekanın bakışıdır. İmge yoktur, ben yoktur, psişik içerik yoktur. Yalnızca zekanın işlediği bir durumdur bu. Bunu anlamamız için kendi kendimize, tek başımıza yaşamamız gerekir. İmgesiz konumdaki, yokluktaki bir konuşmacının sohbetinde bu tek başınalık halini yaşayabiliriz.

Bütün bu süreç aslında tek bir farkındalıktır. Bu farkındalık bize koşullu tepki tuzağının doğasını gösterir. Bütün tuzaklar, sorular olumsuzlanır. Bütünüyle olumsuzlanır ve bütün bellek tuzaklarından, duygulardan, düşüncelerden boşalan zihin sessizleşir. Kendi orijinal haline, fıtrattaki haline döner.

Benden, geçmişten, tuzaklardan boşalan bu zihin, farkındalığın yeni bir boyutuna sahiptir artık.

Farkındalığın bu yeni niteliği “dikkat”tir. Bu dikkatin içinde “ben” tarafından çekilmiş bir sınır yoktur. Tam dikkat olduğu zaman, bir şey olma düşüncesi yoktur. Sufi olayım, yogi olayım, protestan olayım düşüncesi yoktur. Yalnızca ‘Varlık Hali’ vardır. (vahdeti vücud)

Tam dikkat hali ‘İyilik’tir. Bu dikkat erdemin en üst biçimidir. Bu dikkat sevgidir. Bu dikkat, zekanın en üst biçimidir.

Bu dikkat, arzusuz ve düşüncesiz bir bakıştır.

Bu dikkat, hakiki kimliğimizdir. Muhyiddin Arabi‘nin deyişiyle Zat Aynası‘dır. Bu dikkat halindeyken evren aynasındaki suretleri değil, yani karşımızdaki ağacı, okyanusu ya da sohbette konuşan kişiyi değil, Ayna’nın kendisini, Zat Aynası’nı görürüz.

Mira Shivke Sat Sambandhe

29 Mayıs 2002 – Çarşamba
Ayna Yayınevi – Cağaloğlu

Kaynakça

Jiddu Krishnamurti, “Tanrı Üzerine”, Çev: Deniz Demirdöven, Ayna Yayınevi, İstanbul, 2000, s.116.
Jiddu Krishnamurti, “Zihin ve Düşünce Üzerine”, Çev: Cengiz Erengil, Ayna Yayınevi, İstanbul, 1999, s.90,91.
Mary Lutyens, “The Second Penguin Krishnamurti Reader”, Penguin Books, London, 1984, s.313.
John White, “What Is Enlightement”, The Aquarian Press, Great Britain, 1988, s. 99

 

Cengiz Erengil
+ Son Yazılar