İnsan, kimliğini kullandığı dil ile kazanır ve yine onu dille ifade eder. En yüksek ifade şekillerinden biri şiirdir. Daha önce hiç kendimizi o şekilde ifade etmemiş olsak bile, okuduğumuz bir şiirin tıpkı bizi ifade ettiğini düşünebiliriz. Bazı şiirlerde kendimizi buluruz. Her ne kadar bir şairin şiirsel ifadesinde kendimizi bulsak da, orada anlatılan bize göre biz değil, şaire göre bizizdir.
Eğer kişi, topluluk içindeyken ya da biriyle karşılıklı diyalog halindeyken kendini yeterince ifade edemediğini düşünüyorsa, bu onun yeterince kendini tanımamasından ileri gelir. “Düşüncelerimi ya da duygularımı dile getiremiyorum” demek, “ne düşündüğümü ya da ne yaşadığımı tam olarak bilemiyorum” demektir. Bilinç ilk olarak dile yansıyacağı için, bilincinde olduğumuz her türlü duygu ve düşünce de dile gelecektir.
Kendini yeterince ifade edemediği için başkalarının ifadelerinde kendini bulan kişilerin farkında olmadıkları bir tehlike vardır. Kimliğimizin başkası tarafından belirlenmesine bir kez izin verirsek ileride onların bizi tanımlamak istedikleri kimliğe de onlar tarafından rahatça büründürülebiliriz. Eğer biz başkaları tarafından anlaşılmışsak ama onları ve onların niyetlerini anlayamamışsak, onlar tarafından yönlendirilmemiz çok kolay olacaktır.
Bugün ne yazık ki insanlığın bir bölümünün duygu ve düşünceleri, daha yüksek bilinçler tarafından çok net olarak anlaşılmış ve üniversiteler, filmler, reklamlar, sanatsal ifadeler ve hatta farklı felsefeler yoluyla, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmiştir. Böylelikle insanlığın önemli bir bölümünün tarihi, kültürü ve gelenekleri yıpratılmış, manevi değerleri sarsılarak maddi boyunduruklar altına alınmaları kolaylaştırılmıştır.
Dili yani bilinci özgür olmayanlar, istekleri dışında kendilerine ait olmayan fikir ve düşüncelerin köleleri olmuşlardır. Kendi dilini kendisi üretemeyen toplumlar, başka toplumların düşünce ve fikirlerine boyun eğmek zorundadırlar. Dil, insanın özgürlüğüdür. Düşünce özgürlüğü, kişinin bir konu hakkında istediği gibi düşünmesi değil, farklı düşünebilmesidir. Fikri, irfanı, vicdanı hür nesillerin yetişmesi, dilimizin özgürleşmesine bağlıdır. Dil, anlamanın ve anlatmanın birliğinden doğar. Ne kadar farklı insanla anlaşabiliyorsak, o kadar zengin bir dile sahibiz demektir.
Bilincimizden kendi emeğimizle doğurduğumuz dille, çocukluğumuzda hiç emek sarf etmeden kalıplar halinde öğrenip ezbere kullandığımız gündelik dil arasında önemli bir fark vardır. Dili özgürce kullanma hakkımız, ona harcadığımız emekte saklıdır; başkalarının inşa ettiği bir dil üzerinde hak iddia edersek eğer, bizim hâkim olamadığımız bir dil bize hâkim olacak ve bilincimize hükmedecektir.
Kavram zenginliği olmayan bilinçler, sınırlı kavramlara hapsedilmiş sınırlı düşüncelere sahiptirler. Hâlbuki bilinç, bir konuyu düşünürken o konunun kendisi olur; neyi düşünüyorsa o olur. Öyleyse ne düşündüğümüz önemlidir, çünkü ne olacağımızı belirleyecektir. Eğer biz dilimize hâkimsek düşüncelerimize, düşüncelerimize hâkimsek ne olacağımıza, ne olacağımıza karar verebiliyorsak da kaderimize hükmedebiliriz.
Kimliğimiz kaderimizdir. Tüm insanların kimliği, yani kaderi ortaktır. O da dünya hayatında kemâlatın insan tarafından deneyimlenerek yaşanmasıdır. Ama insanlar bu kaderi yaşamak yerine, kendi iradeleriyle tayin edecekleri başka kaderleri yaşamakta özgürdürler. Bilincimizin kaderi, dil kalemiyle ve sonradan yazılır. Bu anlamda önceden yazılmış bir kader yoktur.
Tabii ki biz daha doğmadan önce genlerimize yazılmış olan fiziksel kaderimizden ve karakterimizden bahsetmiyorum. Bilincin kaderi, fiziksel kaderimizden bağımsız olarak inşa edilir. Nerede doğduğumuz, hangi kültür içinde yetiştiğimiz, fiziksel özelliklerimiz, dilimiz, dinimiz, kiminle evlendiğimiz, fakirliğimiz ya da zenginliğimiz bilincimizin kaderini belirlemez. Bilincin kemâlatı aidiyetle değil, vâhidiyetle kazanılır.
Kişi, hiçbir kültürü ve inancı dışlamadığı, ama aynı zamanda bunlardan birine ait olmak yoluyla da kendisini sınırlamadığı bir durumda, artık tek başına bir ümmettir. Ve tüm farklılıkları cem eden ortak bir dile sahiptir. Bu ortak dil, sohbet dilidir. Ama öncelikle kavramsal dili ele alırsak, onun hangi durumlarda yetersiz kaldığını ve sohbet dilinin nerede önem kazandığını görebiliriz.
Diyaloglardan doğan anlaşma, sadece kavramların anlamlarının bilinmesiyle sağlanamaz. Kavramlar bilincimizin inşası için ön şarttır ama anlayışla desteklenmedikçe yeterli değildir. Anlayıştan kastettiğim kavramların anlamlarının bilinmesi değil, anlamlarını bildiğimiz kavramları, insanların hangi durum içindeyken kullandığını anlayabilmemizdir.
Bazı durumlarda kavramların hangi haleti ruhiye içinde kullanıldıkları, içerdikleri anlamlardan çok daha önemli olabilir. Ve kendisine katılmasak bile, sırf içinde bulunduğu durum sebebiyle, o kişinin söylediklerine hak verebiliriz. Bu hakkın verilmesi anlayıştan doğar. Dil, bu türden bir anlayışı da yani hâlden anlamayı da beraberinde getirmediği sürece, kavramlara en üst düzeyde hâkim olmak, bizim insanları kalpleriyle değil, sadece kavramlarıyla değerlendirmemize yol açar. Kavramların bu şekilde kullanılması sadece rasyoya hitap eder. Rasyo ile dile getirilenin bilincimizde bizi özgürleştirecek şekilde deneyimlenmesiyle, yani yeniden üretilmesiyle mânâ ortaya çıkar. Kavramın mânâyla buluşması, bize rasyoda olduğundan daha yüksek bir anlayış kazandırır.
Nasreddin Hoca’nın bir hikâyesi dil ustalarının anlama, anlatma ve anlayıştaki farklılığını hoş bir şekilde gözler önüne serer. Bir gün aralarında tartışma çıkan iki kişi o devrin kadısı olan Nasreddin Hoca’ya gelir. Hoca içlerinden birinin şikâyetini dinledikten sonra ona “Haklısın” diyerek diğerini dinlemeye koyulur, onu da dinleyen Hoca konuşmanın sonunda yine “Haklısın” deyince bunu duyan Hoca’nın eşi, “Yahu ikisine de haklısın dedin, hiç öyle şey olur mu?” diye sorar. Hoca hanımına dönerek, “Hanım, sen de haklısın,” der.
Anlatımın ve anlamanın içinde anlayışı da barındıran yegâne dil, sohbet dilidir. Bu dile kavramsal dilden geçilir.
Dilimiz kimliğimiz olduğu için dilin, yani ‘ben’in eksikliği bildiğimiz hayvansal hayattır. Hayatımızı idame ettirebilmek için ne gerekiyorsa yapmamız, tıpkı hayvanlardaki içgüdü gibi, fiziksel devamlılığımızı sürdürmek içindir. Bundan farklı olarak, fiziksel devamlılığımızı sürdürmemiz sadece ‘ben’in anlaşılması ve yaşanması içinse, o zaman hayvansal içgüdü aşılmış demektir. Yani bilinç bedenin değil, mânânın devamlılığına adanmıştır. Adanmış olduğumuz mânâysa evrende yoktur. Doğayla ilgili bilimsel araştırmalarda da mânâya rastlayamayız.
Bilim sadece bize yağmurun ne olduğunu ve nasıl olduğunu açıklar. Yağmurun rahmet olduğunu, bize ne yağmurun kendisi ne de bilim söyler. Mânâ doğaya insan tarafından bahşedilir. Daha doğrusu doğaya mânâ atfetmek bizi insan yapar ve hayvandan farklı kılar. Yoksa yağmur yağdığında hayvanlar da gökyüzünden bir şey yağdığını bilirler ve ondan içmek ya da yıkanmak suretiyle faydalanırlar. İnsan ise hayvandan farklı olarak yağmurdan çok daha geniş faydalar elde edebilir. Ama eğer yağmuru sadece fiziksel bir fayda olarak ele alırsak, yağmurun bizde hayvanlardan farklı bir etkisi olmuyor demektir. Fayda açısından değil de kavramsal açıdan ele alırsak, yağmur kavramının bizde yarattığı etki, zihnimizde oluşturduğu imgedir. Oysa insan zihni imgelerle doldurulamayacak denli büyüktür. Geriye kalan boşluğu imgesi olmayan soyutlar doldurur. Gerçi soyutların da bir imgesi vardır. O da mitolojidir.
Mitolojiyle bilinçlere sunulan; kavramların bürünmüş olduğu tipolojilerin ruhları, yani dirimliliğidir. Mitoloji doğada şekillenir. Doğayla insanın birlikteliği kültürü ve değerleri üretir. Mitoloji nesilden nesile dil ile aktarıldığından zengin bir mitoloji, zengin bir dil gerektirir. Mitoloji kendi dilini yani mânâ dilini kendi içinde barındırır ve bu özelliğiyle avamın kullandığı dilden ayrılır. Dilin mânâ üretecek şekilde yeniden yorumlanması olan hermeneutik, ilk olarak mitoloji devrinde Hermes ile başlamış olup günümüze kadar devam etmiştir. Mitolojinin hiç yorumlanmadan düz bir şekilde anlaşılması, onu masal yapar. Nitekim günümüzde mitolojiyi geçmiş zaman masalı olarak değerlendiren felsefeler vardır. Bu tür bir değerlendirme, mitolojiye bağlı olarak gelişmiş olan kültürde ve dilde kopukluklara neden olur ve kavramları ruhsuz bırakır.
Kavramsal dil tek başına olduğunda güzel düşünceler ve fikirler üretebilir, ama mânâ üretemez. Mânâyı üreten dil, sohbet dilidir. Aslında sohbet dili ‘Ben Olan Ben’in dilidir. Ve o herkeste, anlamın ve anlayışın kendisidir. İnsanlarda çeşit çeşit olan idraklerin hepsi, ‘Ben Olan Ben’in farklı aşamalarından ibarettir. Ancak tüm insanların içinde her çeşit idrakin bir arada bulunduğu bir alan olduğundan, o alana temas edenler herkesle anlaşabilecekleri ortak bir dille dillenirler. İnsanlık tarihi, insanlara bu ortak dilden haber vermeye gelen habercilerle doludur.
‘Ben Olan Ben’ kendinden haber vermekle, aslında bize bizden haber vermektedir. O, sohbeti dil kalemiyle gönüllere yazar. Böylece artık kendi gönlümüzden haber alırız. Kendi dışımızda ne bir haber kalır, ne de bir haberci. Kendi kitabımız olan gönlümüzü okudukça, zannettiğimiz gibi kâinatın sadece madde ve enerjiyle değil, aynı zamanda bir araya getirilmesi gereken harflerle de dolu olduğunu görürüz. O harflerin eksiksiz olarak, en güzel anlamı oluşturacak şekilde bir araya gelmiş hâli insandır. İnsanın kendini bilmesi, insan bilinciyle kâinatın anlam kazanmasıdır. Hayatın anlamı, kendi anlamımızda saklıdır.
Kendi anlamımızsa dilimizde anlamlanır. Kavramlar yoluyla kendi üzerimize düşünmek, yani felsefi düşünce dilimizi geliştirmenin en iyi yoludur. Dilin en kusursuz hâli, felsefi düşüncenin yanında bilimsel tutum ve sanatsal duyarlılığı da içeren sohbet dilidir. Sohbet dili, farklı lisanlarda aynı anlamı dile getiren ortak bir dildir. Ortak bir dil oluşu sebebiyle de dünya insanlarının birbirini anlamasında en etkili olacak dildir.
Bu anlamda Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın tüm dünya insanları arasında barış ve özgürlüğü inşa edecek olan, disiplinlerarası ortak bir dil kullanıyor olması, sadece ülkemiz için değil, dünya için de çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Böylesi üstün bir hizmetten yararlanma olanağı bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ve en başta vakfımızın kurucusu ve sohbetleriyle bizleri aydınlatan sevgili Metin Bobaroğlu’na, sonra da vakıftaki çalışmalarıyla bu güzel sohbetlerden ve gelen konuklarımızdan en iyi şekilde faydalanmamızı sağlayan herkese cân-ı gönülden teşekkür ediyorum…