Vakıf katılımcılarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz gezimiz, sevgili dostumuz Dilek Yarcan rehberliğinde Aziz Yuhanna’nın –İncil’de Vahiy bölümünde: “Yedi kiliseye selam” başlığı– Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Sart, Filadelfya ve Laodikya Kiliselerinin meleklerine yazdığı mektupları temel alan bir hac yolculuğuydu. Gezinin güzergâhı yukarıdaki sıralamadan farklı olarak; 16 Nisan 2014 Çarşamba sabahı İstanbul’dan başlayıp Çanakkale Şehitliği’ni karşıdan selamlayarak Truva ve Assos’a, ertesi gün Bergama ve Asklepion (Antik Hastane), Cuma sabahı Smyrna Aziz Polikarb Kilisesi, Sardis Kilisesi, Filadelfya Kilisesi, Hierapolis ve Havari Filip Şehitliği’ne devam etti. Cumartesi Laodikya Kilisesi’nde ve Afrodisyas’ta, ertesi Pazar sabahı da İsa’nın diriliş gününde Efes’teydik. Gezinin son günü sabahı Meryem Ana’da Diriliş Günü ayinine katıldık, ardından Havari Yohannes Kilisesi’ni ziyaret ettik. Gezinin çok kısa bir anlatımı oldu bu. Çünkü aralarda dev Roma stadyumları, Antik tiyatrolar, Roma dönemi evler, kütüphaneler, antik dükkânlar, hamamlar yani neredeyse zamanda yolculuk diyebilirim; din, tarih, kültür, sanat hepsi beraber, dolu dolu beş gün geçirdik.
Buradan Sevgili Dilek ve Tan dostlarımıza ne kadar teşekkür etsem az olacak, ama dostlarım ve kendi adıma şükranlarımı sunmak istiyorum ve böyle aktivitelerde yeniden bir arada olmayı diliyorum.
7 Kilise’deki İzler
“İzzet demek aziz olmak demektir. Aziz olmaktan anlaşılması gereken şey ise bütün tehlikelerden korunmuş olan ebedi hayat, ebedi varlıktır. Biz izzetli ve aziz tabirini ancak kendisine kötülük yapmaya kimsenin gücü yetmeyecek olan şahsiyetler için kullanırız ki bunların en başında da Allah bulunur.” Cavit Sunar, Tasavvuf ve Gerçek Felsefe, s/291.
Gezi boyunca birbirinden keskin çizgilerle ayrılmış tapımların gerçekleştirildikleri mekânların harabeleri arasında, insanın kendi heyyulavi varlığını, toprağını yavaş yavaş yoğurup üstün bir beceriyle nasıl şekillendirip ortak değer haline getirdiğini hayranlık ve hayretle izledik. Anadolu’nun adı üzerinde zemini ana tanrıça tapımlarının bilinçaltı katmanlarımızın hem hamuru olup hem de formlarına analık ettiğini izlerken, Roma’nın süper egoyu temsilen gelip insan doğasına, insanın rahmine nasıl aklın yasalarını ilkah ettiğini gördük. Musevi eril bilincin Roma aklıyla yasa üzerinden işbirliğini, ticaretini anlamak zor değil, fakat trajedi, insan doğasının zorbalıkla, güç kullanımıyla şekillendirilmeye çalışılmasında ortaya çıkıyor. Ana tanrıça direniyor, yasa onun çocuklarını bir bir elinden alırken. Benzer bir süreç Musa’nın kavmiyle 40 yıl çölde eski alışkanlıklarından kurtulma ve “Ben olan Ben” bilincini kazanma yolunda çektikleri acılara benzetilebilir. Entegre olamayanlar nasıl ki orada Tanrı’nın gazabına uğruyorlardı, Roma Hukuku ve onun gerçek kişi üzerinden temsili, yani Sezarlar zamanında paganlar da doğa tapım alışkanlıklarından Tanrı’nın gazabını aratan bir şiddetle yeni yaşam alışkanlıklarına entegre edilmeye çalışılmışlardı. Ta ki İsa Roma’nın tanrı-krallarının tanrılık vasıflarını elinden alıncaya dek. Pagan yaşam tarzı İseviliği belki de bu yüzden yakın bulup içselleştiriyor ve bu sefer aynı gazaba İsevi oldukları gerekçesiyle uğruyorlardı. Bu kez Roma ilâhlarına kurban olarak İsevi bilincin temsilcileri sunuluyor. Roma’nın Hukuk dehası yine kendi güç istemi, iktidarı tarafından kullanılmaya başlandığında “insana” zulüm yapma aracı haline geliyor.
Bilinç doğa taparlıktan, kişi taparlığa, oradan da ortak yaşam değerlerini temsil eden “evrensel değerlerin, ideaların taşıyıcısı olan ama gerçek kişi olmayan” bir tanrı tapımına evriliyor ki bu zorunlu olarak kurumsallaşmayı getirmiş. Tanrı’yı temsil eden ve onun adına konuşan kurumlar ortaya çıkmış. İsa “Tanrı benim aracılığımla konuşuyor, Tanrı ve ben biriz,” dediğinde kurumlar onu mezbahlarına makbul bir kurban olarak kabul ediyorlar. Roma ve San Hedrin’in ortak kurbanı İsa yani birey oluyor.
Gezi esnasında ziyaret ettiğimiz İzmir’de St. Polycarp, Hierrapolis’te St. Filipus ve daha niceleri vahşice, genel anlamda iktidar hırsı için katledilmişler. Her biri insanlığın toprağına yani vicdanına gömülmüş olduklarından bugün onların filizlendiği, çiçek açtığı bir ortamda yaşıyor olduğumuzu benliklerimizde açıkça duyduk; görünenler tersini söylese de.
İnsanlık tarihinde ayırt ettiğimiz, sınırlarını belirlemeye çalıştığımız diller, kültürler, yaşam tarzları, uluslar, milletler, devletler, dinler ve genel olarak da aidiyetlerimiz tanımlandıkça bu ayrımların zemininde insanların arayışlarının ortak özelliklerine rastlıyoruz ve bu gayret ayrıştırıcı olmak yerine daha çok birleştirici bir etki yapıyor üzerimizde. Gezi gayesi ile bir araya gelmemizin ve bu hareketi beraberce gerçekleştirmemizin sonucu, bireysel ayrımlarımızı kültür tarihimizin bir yerlerinde kaybetmemiz oldu. Kimi zaman bir gladyatör, kimi zaman aslanların önünde bir inanır, kimi zaman da Romalı bir valiydik. Hepsi ana tanrıçanın rahminde olup bitmiş ve ortaya bilinçaltıyla, bilinçdışıyla, egosu, süper egosuyla bir insan çıkmış.
Yol boyunca ortak duygumuzun bazen önde keder arkada sevinç ya da önde sevinç ve arkada ona eşlik eden keder olduğunu söyleyebilirim. Bu duygunun en güzel ifadeleri sazlar eşliğinde okunan deyişlerde göründü, aşçılıkta birinci Hatice Hanım’ın cennet bahçesi gibi mekânında “Dost! Dost!” diye gözyaşlarıyla hasretini dile getirişinde de vardı bu ifade; yine başka bir aşçı Mehmet Bey’in bizi davulla zurnayla karşılamasının yarattığı coşkuyu, “Hasretim dağlar kadar, gözlerimden kan yaş akar…” türküsüyle dingin ve yaygın hale getirdiğinde aynı duyguyu bulduk. Hem güldük hem ağladık, beraberce. Yola çıkarken yabancı olanların, ayrılırken tanışıklıkları binlerce yıla dayanıyordu.
(Fotoğraflar: Cem Çelik)