Okuma süresi: 35.57 mintues

Bazı tehlikeli şeyleri sayın deseler, bunlar arasında kavramları söz gelişi, sayar mıydınız?

Dünyada olan bitenlere bakılırsa, pek suçsuz görünmüyor kavramlar.

Tehlikeli olmalarından biz sorumluyuz, yarattıkları sonuçlardan olduğumuz gibi.

Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca. Korkarım, insan hakları tehlikeli bir kavram olmuştur bile. Düşün onları yeniden ele almalı, içerikleri didiklemelidir.

Ben burada, yalnızca temel ya da devredilmez insan hakları kavramı ve bu hakların temeli, yani bütün insanları eşit kılan “onuru” ya da değeri üzerinde birkaç söz söylemekle yetineceğim.

Bu, kendi başına amaç olan devredilmez insan haklarının, neden her toplumsal ve siyasal kararın temeline konmaları ve neden her an herkesçe herkes için korunmaları gerektiğine ışık tutabilir, umarım. Belki başka bazı sonuçlar da çıkarılabilir.

İnsan hakları, her insanla ilgili bazı gerekleri dile getirirler. Bu gerekler, insanın değerini tanıma ve koruma istemleri olarak, yani insanları yalnızca insan oldukları için koruma istemleri olarak ortaya çıkarlar.

İnsanın değeri” derken, bundan insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini anlıyorum. İnsana bu özel yeri sağlayan onun özelliklerinin bütünüdür, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise, insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özellikler ya da olanaklar “insanın değerini” ya da “onurunu” oluşturur.

Böylece, insanın bu yapısal özelliklerini korumak, yani kişilerde insanın olanaklarını geliştirmek, insan türünün davası, insan olan herkesin ödevi oluyor. Diğer yandan, bu türün üyesi olan her bireyin hakkı oluyor: Bu olanakların geliştirilmesi onun için de sağlanmalı.

Bu yalnızca insana özgü olanakları kişilerde koruma istemleri, temel insan haklarını oluşturuyor, düşünce tarihinde adım adım bilincine varılan ve tökezliye tökezliye ortaya konan insan haklarını. Bu olanakların her kişide korunmasını istemek, insanın değerini – varlıktaki yerini – kendi değerimizi korumayı istemek oluyor. Bu da, kişileri sırf insan oldukları için korumayı istemek demek oluyor.

Bundan dolayı, bir kişide bir insan hakkının korunması söz konusu olunca, bu kişinin kim olduğu önemli değildir; başkasının bir insan hakkını çiğnemiş bir kişi olması bile önemli değildir. İnsan olması, insan haklarının onun için de korunması hakkını sağlıyor ona. Bir insan hakkını hak yapan, yani hiçbir insanda çiğnenmemesi ya da sağlanması gerekliliği, insanını olanaklarının bilgisinde temelini buluyor. Kendimizi – yani insan türünü – yeryüzünden silip süpürmeyi düşünmediğimiz sürece, hiçbir eylemin insan haklarıyla ilgisiz olmadığı bilincinde, bu haklarımızı kişilerde korumaktan ve bunu yapan kişiler olarak kazandığımız hakla, bu hakların herkes için korunmasını yüksek sesle istemekten – devletlerden ve insanlıktan istemekten – başka çaremiz yoktur.

İnsan hakları dediğimiz bu haklar nelerdir? Adlarına ve yapılmış sınıflamalarına bir göz atarsak, işler oldukça karışık görünür. Çeşitli uluslararası belgelerde ve çeşitli anayasalarda “temel haklar“ başlığı altında kişi hakları, sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal haklar gibi hak türlerini; bu başlıklar altında da, bazısı ortak, bazısı ayrı olan çeşitli tek tek hakları (ve özgürlükleri) görürüz.

Bu belgeleri okurken, bazı hakların “temel”liği konusunda sorular uyanmaktadır. Bir temel hak sayılması gereken bazı istemler ise bu belgelerde yer almamaktadır.

Elimizdeki insan hakları listelerini gözden geçirmek ve “yeni” haklar saptayabilmek için, ölçüt olarak ne kullanılabilir? Bazı hakların “temel”liği – ya da tersi – konusunda çekişmelere fazla yer bırakmayacak ölçüt ne olabilir?

İnsanlık olarak başardıklarımıza bakarak edindiğimiz, insanın olanaklarına ilişkin sistematik bilgi ve bu olanakların gerçekleşebilmesini sağlayan koşulların bilgisi, bize bu ölçütü sağlıyor. Bu ölçütle, bir bütün oluşturan, ama insanın olanaklarıyla ilgilerinde, sanırım, farklı gerekler getiren temel hakları temel olmayanlardan ayırabiliriz. Ters yönden, yani bu olanakların bugün nasıl körletildiğini görmekle desteklenen ve temellendirilen bu bilgi, bize hangi istemlerin temel haklar olduğunu ve olabileceğini, hangilerinin ise olmadığını ve olamayacağını ayırt edebilmek için bir ölçüt sağlamakla kalmaz; ayrıca temel hakların özünün gereklerini gitgide daha açık görmemiz için de bir yol açar.

Yalnızca bir iki örnek vermek istersem, diyebilirim ki, bu ölçüt hakları sınırlandırmaya ilişkin çekişmeli soruları yanıtlamaya yardımcı olur; insan haklarını korumada devletlerin ödevlerini belirlerken kaçamak yollarını kapatır; hangi hakların bugün uluslararası kuruluşlar ve yollarla korunabileceğini, hattâ korunması gerektiğini görmemizi sağlar; hem de öyle bir şekilde sağlar ki, böyle bir korunmanın başka haklarla çatıştığını ileri sürmeyi de önler.

İnsan hakları kişi haklarıdır. Şimdi bu önerilen ölçütle kişi haklarına baktığımızda, görürüz ki, her kişiyle ilgilerinde birbirine bağlı olmakla ve bir bütün oluşturmakla birlikte, istemler olarak bazı önemli farklar gösterirler: Bu istemlerden bir kısmı insanın olanaklarıyla doğrudan doğruya ilgilidir; başka bir kısmı ise bazı (değişken) koşullarıyla ilgilidir. Bunun için ben, “insan hakları” terimini, ancak ilk tür istemler için kullanmak ve insan hakları kavramına, kişinin güvenliğine ilişkin istemleri ve/veya “temel özgürlükleri” ile insanın olanaklarını korumanın genel olarak önkoşullarına ilişkin istemleri (sağlık için gerekli yaşama düzeyi, eğitim, çalışma vb. hakları) kapsatmak eğilimindeyim.

İlk türden istemler, doğrudan doğruya insanın olanaklarının gerçekleştirilebilmesiyle ilgilidir. İnsana özgü etkinlikleri gerçekleştirirken kişilere dokunulmaması istemini dile getirirler. Bir devlet tarafından verilemeyecek, ancak kişilerde kişilerce saygı görebilecek (veya çiğnenebilecek) hakları koruma isteminde bulunurlar. (Devlet görevlileri de kişilerdir.)

Böylece bu haklara saygı, etik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu haklar konusunda devletin rolü, çiğnenmelerini önlemek, çiğnendiği zaman da dengeyi yeniden kurmaktır, ya da devletten bu beklenir. Bu hakların korunması, ancak onları çiğneme girişimleri olduğu zaman söz konusu olabildiğinden, devletin bu hakları koruması, bu hakları yasaların güvencesi altına alması, yani bu hakların çiğnenmesini yasalarla önlemeye çalışması, çiğnendiği zaman da çeşitli organlarıyla araya girmesi demek olur. (Bunları söylerken, devlet organlarının da bu hakları çiğnediği, bunu yapmakla da o devletin temellerini sarstığı ve bugünkü insanlığı en önemli ikilemlerinden biriyle yüzyüze getirdiği durumları, kuşkusuz unutuyor değilim.) Geleneksel adlarıyla kişi özgürlüğü ve güvenliği gibi hakları ve gerektirdikleri (hiç kimse tutsak ya da köle durumunda tutulmayacaktır; hiç kimseye işkence ya da acımasız, insanlık dışı, küçültücü muamele yapılmayacak, bu tür ceza verilmeyecektir; hiç kimse keyfî olarak tutuklanmayacaktır) ile düşünce, ifade, barışçı bir şekilde toplanma gibi özgürlükler bu tür haklardır; herkesten insanın değerine dokunmama isteminde bulunurlar.

Temel özgürlükler” denen özgürlükler, bu kişi haklarının yasal güvenceleridir; bir kişi insan olarak olanaklarını gerçekleştirirken, o kişiye hiçbir nedenle “hiçkimse”nin dokunmamasını güvence altına alırlar. Yasal geçerliği olan bir belgede yer almaları, herkesten istenebilmelerini güvence altına alır, ama bununla bu haklara saygı gösterilmesi sağlanmış olmaz.

Bu haklar, bütün insanların eşit olduğu hakların bir kısmını oluştururlar. Bu haklara saygı gösterildiği yerde, ilgili özgürlükler vardır: kişiler yaşıyorlar bu özgürlükleri. Onlara saygı gösterilmediği yerde, güvensizlik – ya da anarşi ve terör – egemendir. Ve devlet organları tarafından çiğnendikleri yerde, orada baskı vardır demektir. Televizyonda bir tek defa haberleri izlemek, dünyada olan biten konusunda bir fikir edinmek için yeter: herkes bütün insanların onur ve değer bakımından eşit olduğunu resmen ilân ediyorsa da, dünyamızın dört bucağında, neredeyse her yerde, güvensizlik ve baskı egemendir.

Bütün insanların eşit olduğu, her kişinin insan olarak sahip olduğu yani tanınmaları sözkonusu olmayan ama saygı görmeleri ya da çiğnenmeleri de söz konusu olmayan bir grup temel haklar daha vardır. Bunlar, her kişiye insan olarak olanaklarını geliştirebilmesini sağlayan önkoşullara ilişkin istemlerdir. Sağlık için gerekli yaşama düzeyi, eğitim bu tür haklardandır. Bu haklarla ilgili karşılaşılan güçlük şudur: Bu hakların sağlanması başka tür haklara bağlıdır; ancak dolaylı olarak, devletin kişilere tanıdığı haklar – sosyal-ekonomik (ve bazı) siyasal haklar – her zaman değilse de, çoğu zaman siyasal kararla kurulan kamu kuruluşları aracılığıyla korunabilirler.

İlk grup insan haklarının tersine, bu hakların korunması kişilere doğrudan doğruya bağlı değil, bir ülkede yapılan düzenlemelere ve alınan siyasal kararlara bağlıdır. Ama şu ya da bu kararı almanın kişilere bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Bir ülkede ancak, o ülkenin koşullarına göre sınırların aracı oldukları hakları koruyup koruyamaması, bu sınırların, bir ülkedeki bütün yurttaşların eşitliği hesaba katılarak çizilip çizilmediğine bağlıdır. Çünkü bunlar, bütün insanların eşit olduğu hakların korunmasının aracı olsa bile, bütün yurttaşların eşit olduğu haklardır.

Bu sosyal ve ekonomik haklar “korunmaz” bir anlamda; ancak tanınır ya da sık sık söylendiği gibi “alınır”. Bu tür tanınan hakları bütün yurttaşlar eşitçe paylaştığı yerde, bazı insan hakları korunmuş olur; eşitçe paylaşmadığı yerde ise, insanın olanaklarının gerçekleştirilmesi için gerekli önkoşullar yok demektir. Böyle bir hakkın korunmasından söz etmek, ancak kişilerle (ya da kişi gruplarıyla) ilgisinde anlamlıdır ve tanınmış bir haktan onların da yurttaş olarak paylarını alabilmelerini, dolayısıyla onların da insan olarak olanaklarını geliştirebilmelerini sağlamak anlamına gelir.

Kişi haklarının birbirine bu bağımlılığı ancak kişiyle ilgilerinde söz konusudur; istemlerin de birbirine bağımlı olduğunu göstermez. Bunun için hiçbir insan hakkının ya da insan hakları grubunun korunması, başka bir insan hakkının ya da hak grubunun korunması adına bir ülkede ertelenemez, dünyayı şu anda yaratmakta olmadığımıza göre! Ertelenebileceğini ileri sürmek, insan haklarının ne olduğunu bilmemekten ya da belirli bir hakkın içeriğini açıkça görmemekten kaynaklanan bir yanılgıdır. Bunun bir sonucu olarak, birçok sınırlama yapılırken tersi ileri sürülse bile, özüne dokunmadan sınırlandırılamayacak olan insan haklarının sınırlandırıldığını; sık sık da bazı kişi “haklarının”, çizilmiş sınırlardan başka bir şey olmayan söz gelişi ekonomik hakların, hiç sınırlandırılmadığını görüyoruz.

Şimdi insan haklarını, kişilerde insanın olanaklarını koruma istemleri olarak – yani insan olarak olanaklarını geliştirirken hiçbir insanı, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak engellememe (ancak ve ancak bunda engellememe) isteminde bulunan pratik ilkeler olarak – ortaya koyduğumuzda, insan haklarının sınırlandırılabileceğini şu veya bu şekilde ileri sürmek, sosyal ve ekonomik hakların da bir ülkedeki koşullara göre sınırlandırılmasına şu veya bu şekilde karşı çıkmak, her biri kendi çıkarları peşinde koşan ve birbiriyle kaçınılmazcasına çarpışan kişileri ya da snıfları görmemezlikten gelmek, bugün sömürüyü ve terörizmi görmemezlikten gelmektir. Tanınan hakların sınırlandırılmasına her karşı çıkma, er geç çıkarların sınırlandırılmaması istemine dönüşür ve insanların diğer canlı varlıklarla ortak özelliklere de sahip oldukları olgusunun unutulduğunu gösterir.

Böylece insan haklarını korumanın ilk koşulu, insan haklarının ve tek tek hakların ne olduğunu açıkça – bunun tüm gerektirdiklerini görebilecek kadar açıkça – kavramak gibi görünüyor. Bu da bizden çok iş ve işbirliği bekliyor. Bir ikinci önkoşul, kendimizi kendimize – her birimiz kendisini kendisine – insan olarak ilân edecek kadar yürekli olmaktır; bu da kendimizi böyle ilân etmenin, kişi ve insanlık olarak bizim için birlikte getirdiği sorumluluğu taşımak ve gereklerini yerine getirmek demektir. İşte böyle ortaya konduğunda insan haklarını koruma sorunu, düşünsel, etik ve siyasal bir sorun olarak görünüyor. Düşünsel bir sorundur, çünkü insan hakları kavramının açıklığa kavuşturulmasına – bu hakların gerektirdikleri konusunda daha sağlam sonuçlar çıkarmamızı sağlayabilecek bir açıklığa kavuşturulmasına – şiddetle gereksinim vardır. Etik bir sorundur, çünkü günlük yaşamda bu haklara saygı gösteren ya da onları çiğneyen kişilerdirkişilerdir oylarıyla ya da kamu görevlisi olarak verdikleri kararlarla korunmalarına katkıda bulunan. Ayrıca siyasal bir sorundur, çünkü bütün yurttaşların insan olarak olanaklarını geliştirmeleri, “korku ve yoksunluktan uzak” yaşayabilmeleri için gerekli koşulları doğrudan doğ  ruya veya dolaylı olarak sağlamak her devletin görevidir. Ama devletleri de – bu konuda kim ne derse desin – kişiler yönetiyor. Böylece görüyoruz ki, etik ve siyasal bir sorun olarak insan haklarının korunması da düşüne ve düşün eğitimine bağlıdır. Çünkü düşün eğitiminin ana görevlerinden biri, kişileri, insan onurunun nerede tehlikeye düştüğünü görebilecek bir gözü kazandıracak şekilde olabildiğince erken eğitmektir.

İnsan haklarının korunması kişilere ve devletlere bağlıdır. Ama bugün devletlerin çoğu ne yapıyor? Birleşmiş Milletlerin, Uluslararası Af Örgütünün ve başka bazı dünya kuruluşlarının raporlarına kulak verirsek, pekçok devlet, insan haklarını yalnız yeterince korumamakla kalmıyor, kendi sınırları içinde olduğu kadar diğer devletlerle ilişkilerinde de bu hakları kendi organlarıyla çiğniyor. Bu olgu açıkça biliniyor. İnsanlık olarak, yeterince bilgi ediniyoruz bu konuda; çünkü hiç kimse, başkalarının hak çiğnemelerini örtbas etmeye kalkışmaz. Ancak bunun karşısında, insanlık olarak ne yapıyoruz? Ne yapabiliriz?

Burada önerilen insan hakları kavramından bu soruyla ilgili olarak da zorunlu bir sonuç çıkabiliyor: İnsanın olanakları tehlikeye düşünce, yani insan hakları doğal koruyucuları tarafından çiğnenince, bu hakları koruma insanlığın hakkı oluyor; bir bütün olarak insanlığın hakkı, sık sık ileri sürüldüğü gibi herhangi bir bölümün değil.

Bu hak bugün, bizi insanlık olarak bazı karmaşık hukuksal ve siyasal sorunlarla karşı karşıya getiriyor;  çünkü insan hakları arasında – insanın değerini tanıma ve koruma istemleri arasında – çatışmanın hiç çıkamayacağını, çıkan çatışmaların çıkar çatışmaları olduğunu gözden kaçırıyoruz. İnsan haklarının insanlık tarafından korunması istemine karşı, devletlerin iç işlerine karışmama istemi çıkarılıyor. Ama insan hakları söz konusu olunca, hangi sorunların “iç işleri” olduğu, hangilerinin ise olmadığı açık mıdır? Yukarıda yapılan hak sınıflaması bu soruyu da yanıtlamaya götürebilecek bir ipucu veriyor.

Bugün insanlık olarak karşılaştığımız çeşitli insan haklarını çiğneme durumları, bütün kavram ve ilkelerimizi insan haklarıyla ilgili gözden geçirmeyi ve aydınlatmayı zorunlu kılıyor. Bu, yönetimlerin insan haklarını çiğnemekle ya da onları sağlama konusunda ilgisiz kalmakla suçlanmaktan sakınmak için sığındıkları bazı siyasal ilkelerin yanıltıcı yorumlarını gözden geçirmemizi olanaklı kılmakla kalmaz; ayrıca yeni kavramlar kurmamızı ve siyaset için yeni ilkeler türetmemizi olanaklı kılar.

Bunu yapmak düşün’ün işidir; tehlikeli kavramları sömürmeye karşı savaşmak da düşün’ün işi olduğu gibi.

YAŞAM HAKKI

I. “Yaşam Hakkı”nın Alanı

“Yaşam Hakkı” bir temel özgürlüktür, hak’tır.

Gerçekten de önce “yaşam” vardır. Önce insansal varlığın kendisi vardır; onun bu yeryüzü yuvarlağında fiziksel olarak var oluşu ve bir fiziksel varlık olarak kendini yerleştirimi vardır. İnsansal varlık olarak yeryüzüne gelmek ve orada kendini yerleştirimselleştirmek ise “yaşam”dır, ilk özgürlüktür; hiç kimsenin, başka herhangi bir varlığın önleyemeyeceği, engel olamayacağı, sınırlayamayacağı bir özgürlüktür bu.

Bu yeryüzü yuvarlağında, bir insansal varlık olarak var olmak, ilk özgürlüğü oluşturur. Bu ilk özgürlüğün somutlaşması da ilk hakkı, temeldeki ilk hakkı oluşturur. Ve buna biz “yaşam hakkı” deriz.

Bir başka deyişle, evren vardır. Yeryüzü yuvarlağı vardır. Buna isterseniz doğa diyebilirsiniz – İnsansal varlık vardır. Yani, ilk olgu olarak bir “evren-doğa-insan”üçlüsü vardır. Bunların üçünü birden bir tek sözcük deyimler. Bu üçlüyü bir tek sözcük ile, mükemmel olarak anlatabiliriz: ÖZGÜRLÜK… Ve ilk olarak, özgürlüğün var oluşu vardır.

Bu özgürlük, evrenin ve doğanın, kendi iç yasasından başkasına kapılımda olmamaktır. Yani kendi doğal (siz buna Mutlak da diyebilirsiniz) yasasından başka bir dış etkene, bir dış etkiye, bir dış güce bağlı olmamaktır özgürlük.

İnsana gelince, bu özgürlük, insanın doğa ve evren bütünü içinde kendi iç güdüsünden başkası ile bağlı olmamasıdır. Ama, insan, hemen toplumsallaşmıştır. Öyle ise onun için söz konusu olan özgürlük, toplumsallaşma süreci içinde saf us’un gerçekleşmesidir, insanın bu saf us’tan başkasına bağlı kalmamasıdır.

Özgürlük evren-doğa-insan üçlüsü için budur. Yani özgürlük evren-doğa-insan üçlüsünün, kendilerine özgü, kendilerine ait olan yasalardan başkasına bağlı olmamalarıdır. Burada, özgürlüğü, insan için vurgulamak gerekirse, şunu söyleyebiliriz: Özgürlük saf us’tur, onun gerçekleşmesidir.

Fakat buraya kadar söylediklerimiz, daha çok, kuramsal bir anlayışta kavramadır. Özgürlüğü somutlaştırınca, ondan ne çıkacağını, ne doğacağını bilmemiz, görmemiz gerekir.

Özgürlük-doğa içinde içgüdüden, toplum içinde de saf us’un bütünselliğinden o töz – yeryüzünde somutlaşınca, bundan “haklar” doğar.

Bir başka deyişle, özgürlük somutlaşınca, birtakım “olanak”lara, birtakım “ayrıcalık”lara dönüşür. Özgürlük somutlaşınca, ondan insanlar için birtakım olanaklar, birtakım serbestlikler, birtakım yapma ya da yapmama yetenekleri doğar ki, bunlara “haklar”, “İNSAN HAKLARI” deriz.

Mademki, önce insansal varlık olmalı; önce evren ve doğa ile bütünleşmiş ve aynı zamanda hemen toplumsallaşmaya başlamış olan insan, insanın kendisi vardı, onun özgürlüğü vardı; ve özgürlük de, hemen somutlaşarak “haklar” doğurdu; öyle ise “ilk hak” nedir diye sorabiliriz. Bunun yanıtı çok açıktır: “Yaşam Hakkı”.

Ve yaşam hakkı da evren-doğa-insan üçlüsüne ait “ÖZGÜRLÜK”ten doğan; insan olarak “var olmak”, insan onuruna lâyık olarak “kendini gerçekleştirmek”, boyuna gelişen insan onuru kavramına paralel olarak “varoluşu” “geliştirmek” olanağı, serbestliği, yeteneği, ayrıcalığıdır.

II. Yaşam Hakkının Önemi

Şimdi artık “insan”ın somut varlığına dönebiliriz.

İnsan bir “birey”dir ve bir kişiliği vardır. Kişilik, hukuksal bir kavramdır: hak sahibi olmayı deyimler; sahip olduğu hakları kullanarak, insansal bir işlevi yerine getirmeyi anlatır.

İnsansal işlev, “geliştirmek”tir: insanın gelişme olanaklarından yararlanarak kendini geliştirmesidir.

İnsanın klasik üç yönü ve bir de çağdaş bir boyutu vardır. İnsan önce biyolojik bir varlıktır, biyolojik bir yönü vardır. İnsansal işlevi, insanın biyolojik olarak gelişmesidir. Sonra, insan entelektüel bir varlıktır, onun böyle bir yönü vardır. İnsansal işlevi gereği, onun bu yönde de gelişmesi gerekir. Daha sonra, insan moral bir varlıktır (fizik ötesine ait inançları olan bir varlık demektir bu). İnsansal işlevi gereği, bu yönde de gelişmesi gerekir. Bir tek tümce ile insan, üç yönlü bir varlıktır. Onun işlevi, her üç yönde, birlikte – aynı zamanda – ve eşit ölçülerde, dozlarda, daha doğrusu eşit önemlerde ağırlıklarda gelişmektir. O ilk özgürlükten, evren ve doğa ile birlikte sahip olduğu o temel özgürlükten doğan hakları kullanarak geliştirmek, kendini geliştirmek, insanın işlevidir.

Fakat bu işlev, zor bir işlevdir. İnsanın üç yönde gelişmesi ve kendini geliştirmesi o kadar kolay değildir. Çünkü, insan, aynı zamanda toplumsallaşmıştır: Bu, insanın bir toplum oluşturması; orada, birtakım değerler demeti oluşturması; kendi bireysel durumunu, tavrını da bu toplum değerlerine uydurmasıdır.

İşte, insan böylece toplumu ile bütünleşirken, bir yandan da, ona yabancılaşmaya başlar, çünkü toplumun egemen zümreleri o ilk özgürlüğün somutlaşmasını verecek olan olanakları, serbestlikleri, ayrıcalıkları, insandan alırlar. Daha doğrusu ona bunları hiç tanımazlar. Böylece insan, haklarını ve de onların ilki olan yaşam hakkını bile kullanamaz, geliştiremez duruma düşer. Çünkü, kendi yarattığı toplum içinde ekonomik ve sosyal yoksulluğa, yoksunluğa, zayıflığa düşmüştür.

İşte, burada, insanın kazanmış olduğu o çağdaş boyut işe karışır: bütün ekonomik ve sosyal yoksulluk ve zayıflıkların, bizzat toplum tarafından giderilmesini istemek hakkı doğar; ve bu “hak” da, topluma, gerçekte insanın ekonomik ve sosyal zayıflıklarını giderme zorununu yükler.

Böylece de insansal işlev, bu ekonomik ve sosyal zayıflıkların da toplumca giderilmesi ile doğan elverişli bir ortamda, insanın bu yönlerden gelişmesini de deyimler. Böylece, insan, asıl şimdidir ki ekonomik ve sosyal açıdan da “var olmak” olanağına kavuşur. Ekonomik ve sosyal açıdan da “insan onuruna lâyık olarak, kendini yerleştirimselleştirilmek” şansına erişir. Yani, yaşam hakkı, bütün yönleri ve boyutu ile gerçekleşme yoluna girmiş olur.

İşte, yaşam hakkının önemi burada belirir: yaşam hakkının topluma, onun siyasal örgütlenmesi olan devlete, ciddî bir işlev, hattâ ağır bir işlev yüklemesi. Böylece devlet bir yandan, “yaşam hakkının bozulmaması” için gerekli hukuksal örgütlenmesini tamamlar; öte yandan da, yaşam hakkının tam olarak gerçekleşmesi için, toplumda var olan ekonomik, sosyal tüm zayıflıkları gidererek, insanı gerçekten “yaşar kılma” önlemleri alır. Yaşam hakkı öyle önemlidir ki, devlete böyle çift bir yük yükler. Yinelemek gerekirse: Yaşam, insanın yaşam hakkı, insanın yaşaması olgusu, o denli önemlidir ki devlete bir çift yüzlü işlev yükler. Bu işlev yaşamın bozulması için bir güvence örgütlenmesi kurmak; yaşamın gerçekleşmesi için ona elverişli bir ekonomik-sosyal düzen önlemleri de almak ve bu önlemlerle yaşamı bizzat devlet olarak sağlamak işlevidir.

III. Böyle Bir Anlamın Çıkış Noktası ve Böyle Bir Önemin Kaynağı

Neden yaşam hakkı böyle bir anlam kazanmıştır? Nasıl bireyci insan olarak dünyaya gelme, öylece kendini yapılandırma, öylece insan onuruna lâyık bir düzeyde gelişme olanağı, ayrıcalığı halinde bir anlam kazanmıştır? Nereden ve nasıl kaynağını almıştır ki, bu kadar önemli olmuştur? Bir yandan, sapkınlık edilmemesi için devlete “özel bir örgütlenme” zorununu yüklemiştir; öte yandan ekonomik ve sosyal zayıflıkları giderme yükümlülüğü yüklemiştir?

Yaşam hakkına böyle en üst düzeyde bir anlam verilmesinin çıkış noktası, şimdiye kadar söylediklerimiz anlaşılabilir: yaşam hakkı. “İNSAN”ın kendisinden “İNSAN”ın kendisi donanımlı olduğu “DEĞER”den dolayı bir üstün anlam kazanmıştır. Ve bir zamanlar dinsel, şimdi de lâik bir düşünden kaynaklandığı içindir ki, devleti de iki yönlü bir yükümlülük altına sokmuştur. Bunu kısaca açımlamak istiyorum:

Gerçekten, bütün “İnsan Hakları Öğretisi” “İNSAN”dan yola çıkar; bu önemli varlığı geliştirme yükümlülüğünü oluşturur.

Doğa içinde insan, fizik olarak pek küçücük bir yer doldurmaktadır. Fakat toplumsal olarak düşündüğümüz zaman, sosyal yaşam ve onun tek kurucu öğesi insan, dev boyutlar kazanır; bu kadar önemli bir varlık olur: Toplum önemlidir. Bu, tartışma dışıdır. Onun bütünleyici öğesi olan “İNSAN”da önemlidir. Çünkü, o yalnızca biyolojik olarak değil, entelektüel ve moral olarak da gelişme yeteneği olan bir varlıktır. Bu kaliteleri ile de, insan, doğa ve hattâ evren için çok özgün bir varlıktır.

Böyle zengin, geniş yetenekli varlığa da, o ilk özgürlüğü, ondan çıkan hakları ve o ilk hakkı, yani yaşam hakkını, bütün gerekleri ile tanımak gerekir. Bu gerekircilik gibi de görünse, kanımca “doğa zorunluluğu”dur.

En önemli varlığın ilk hakkı da, bütün gerekleri ile birlikte önemlidir; anlamlıdır: İNSAN, insan onuruna lâyık olarak var olmalıdır; bu onura koşut olarak gelişmelidir; hem kendisi buna, bu düzeye çıkmaya çaba göstermek zorundadır, hem de onun devleti, bu düzeyi sağlamaya yükümlüdür.

Böylece, yaşam hakkına, insana yükümlülük ve zorunluluk geldiği için derin bir anlam verilmiştir. Yaşam hakkı, hem insanın kendisine, hem kurmuş olduğu devletine yükümler, zorunluluklar yüklediği için önemlidir.

Bir başka deyişle, yaşam hakkı derin anlamlıdır; geniş önemlidir. Çünkü, şu görüşten çıkar ve kaynaklanır: İnsan, kendisi bir “DEĞER”dir. “ONURLU” bir değerdir; onuruna lâyık olarak doğmalıdır, var olmalıdır, gelişmelidir; hiç kimse tarafından bu ilk hak, bir bozuşmaya uğramamalıdır.

1. Dinlere göre de yaşam hakkı anlamlıdır, önemlidir:

Dinlerin aralarında kimi farklar görülebilir. Ama dinlerin, insan ve onun yaşam hakkı üzerinde birleştiklerini sanıyorum.

Gerçekten, dinlere göre insan, Tanrıya bağlıdır. İnsan “Tanrı Kulu”dur. Ama Tanrının yarattıklarının da en yücesidir, en onurlusudur, en şereflisidir. İnsanın Tanrı katında itibarı vardır. Tanrı ile bütünleşme yeteneği vardır. Bu nedenle, insan bedeni Tanrısal bir Tözdür. İnsan yapısına, herhangi bir yol ve derecede bozuşma, Tanrı yapısına, dolayısı ile Tanrıya saldırıdır. Tanrıya ait bir olgu ise, bozuşma ve karşı durma söz konusu olamaz! İnsanın, Tanrının sureti sayılması gerekir. Bu yüksek saygınlık ve niteliği dolayısıyla kimi hakları vardır. Bu, devlete karşı da ileri sürülür. Ve devlet, onu geliştirmekle yükümlü kalır, çünkü bu devlet yükümlülüğü sayesinde, Tanrının sureti olarak yeryüzüne gelen insan gene Tanrının istenci ve buyruğu olarak “yaşar” ve“sosyalleşir”. Yaşam hakkı, böylece Tanrı yükümlülüğü olur ve bu nedenle, devletçe bile dokunulmaz kalır; kalması gerekir.

Ama “Büyük Monarşiler” döneminde yaşam hakkının bu yüce anlamı unutulmuştur. Tanrısal kaynaktan gelen önemi kaybolmuştur.

2. Lâik Düşün’e göre de yaşam hakkı anlamlıdır, önemlidir:

Bu kez, lâik bir Düşün “İnsan Hakları Öğretisi”ni ve “yaşam hakkı”nı yeniden sahneye çıkarmıştır. Bunun da türlü evreleri olmuştur.

Önce, biraz dinsel bir yönü olan bir “Doğal Hukuk” öğretisi çıkmıştır. Bu, şunu söylemiştir: Egemen olan monarkın bir iktidarı vardır. Bu onun Tanrısından ve kılıcından gelir. Fakat gene “Tanrı tarafından tesis edilmiş (konmuş, getirilmiş) gibi sayılan bir “Doğal Hukuk” vardır ki, egemen monark, bu hukuk ile de bağlıdır. İnsan hakları ve yaşam hakkı işte bu doğal hukuktandır. Egemenler de onun dışına çıkıp bozuşturamaz.

Fakat bir sonraki dönemde, içinde dinden gelen çizgiler, motifler bulunan bu anlayış, rasyonel bir hukuka dönmüştür, şunu söylemiştir:

Toplum ve devlet evresinden önce, bir doğal yaşam evresi vardır. İşte, o dönem içinde bir “hukuk” vardır: “Doğal Hukuk”. Bu rasyonel bir hukuk idi. İnsan, ona, kendiliği bir insan olması dolayısı ile, doğal olarak sahip idi.

İnsan, sonradan bir pakt ile bu toplumu kurmuştur; doğal haklarından kimisini bu pakt ile topluma bırakmıştır. Ama geri kalanlarını, kurduğu toplum içinde de sürdürür. “Yaşam hakkı”  insanın toplum içinde de sürdürdüğü bu rasyonel hukukun başında bulunan bir haktır. Egemenlerin koyduğu olumlu kurallar bütünlüğünden önce vardır. Şimdi de devam eder. Hattâ hükûmetler, onu – yaşam olgusunu güvenlik içinde – devam ettirmek ve bu devamı garanti etmek için kurulmuşlardır.

Bu noktada kalmamıştır. İnsan hakları ve yaşam hakkı konusundaki lâik düşün, şu açık-seçik duruma gelmiştir: Doğa ve onun içinde bir toplum vardır. Bu toplum içinde, biricik, gerçekçi, özgür, sorumlu varlık insandır, ancak insandır. Toplum içinde en merkezî, en temel, en önemli yeri de, bu insan kapsamı içine alır. Toplum, insan ekseni üzerinde kuruludur. Ve toplumun amacı, onun hukukunun amacı, toplumdaki en merkezî, en esaslı yeri kapsayan bu “İNSAN”ı gözetmektir. İnsanın kimi gereksinmeleri, özlemleri vardır. Kimi istekleri vardır. Kişi, bu gereksinmelerini, özlemlerini, isteklerini ileri sürmek, onları gerçekleştirmek ister.

İşte, insanın özgürlükleri ve onların somutlaşmaları olan hakları, bu gereksinmeler ve özlemler, bu savlar ve istekler etrafında olmak üzere, insanın bilincinden sızarak meydana gelen olanaklar, serbestlikler, yetenekler, kazanımlardır. Bu olanaklara, kazanımlara, serbestliklere sahip olması – yani özgürlüklere ve haklara sahip olması – onun toplumda böyle tek gerçek, sorumlu bir varlık olmasından gelir; onun toplumda merkezî yeri işgal etmesinden gelir. Topluma ve hukuka da, bunları gözetmek işlevi düşer.

İnsanın bu kadar anlamlı ve önemli bir yer kapsamasından gelen haklarının başındaki yaşam hakkı da, doğal olarak, daha doğrusu mantıksal olarak, en anlamlı ve önemli bir haktır.

Daha sonra, “Sosyal Hukuk” dönemi gelmiştir. O da bu görevi yinelemiştir. Hattâ yaşam hakkı konusunda, devlete bir yaşatmacılık görevi yüklenmiştir.

Gene Batılı Lâik Düşün içinde yer alan Marxist yapılanma da, insan haklarını en geniş boyutu ile benimsemiştir.

3. Öyle ise, yaşam hakkı korunmalıdır:

Görülüyor ki, o ilk özgürlüğün ilk somutlaşması olan yaşam hakkı, en anlamlı ve en önemli bir hak oluş düzeyini kazanmış oluyor. Öyle ise, yaşam hakkı, gerçekten korunmalıdır. Ayrıca, tüm boyutları ile de geliştirilmelidir.

Korunmayan bir yaşam hakkı, geliştirilmeyen bir yaşam hakkı, bütün anlamını ve önemini yitirir.

Evren-Doğa-Topluluk-Birey arasında bir eytişimsellik vardır. Gelişmeyi, bu eytişimsellik sağlar. Gelişmenin sürmesi için, bu eytişimselliğin işlemesi gereklidir. Onun için de, “Birey”in sürmesi, kendini yapılandırması gerekir. Yaşam hakkının gereğince korunamaması, eytişimselliğin öğelerinden birinin yok olmasıdır. Bunun sonucu olarak da, eytişimsellik öğelerinden yoksun bir denklem anlamsızlığa dönüşür ve “gelişim” denen süreç bozulur.

Onun için, yaşamın korunması, bizzat kendisi kadar önemlidir. Korunması düzenlenmemiş bir yaşam hakkı, boşluğa, ya da su üzerine resim çizmeye eşit bir anlamsızlıktır.

Korunmanın Boyutları:

Bununla beraber, “koruma” karmaşık bir iştir. Kolay değildir. Her zaman etkin sonuç vermez. Hattâ, yaşam hakkını bizzat topluma karşı (onun siyasal örgütü olan devlete karşı) korumak söz konusu olunca – ki olur – yaşam hakkı bir çıkmaza girmiş olur.

Yaşam hakkının korunması, hemen toplum düzenini ve onun siyasal deyimi olan devlet düzenini us’a getirir: Devlet, öyle düzenlenmelidir ki, onun içinde yaşam dokunulmaz kalmalıdır.

Devletin, yaşamı dokunulmaz kılacak yolda örgütlenmesi “devletin yaşatmacılık ödevini ve görevini” oluşturur.

Yaşatmacılık ödevi” devletin “birey”i yaşatması zorununu deyimler. “Yaşatmacılık görev” de, devletin bireyi yaşatmada, yaşatma  konusunda sahip olduğu işlevdir.

Bu anlamda devletin ödev ve görevini irdelediğimiz zaman, devletin şu yükümlülükler altında olduğunu görürüz:

a) Devletin, önce bireyin dünyaya “yaşar” durumda gelmesini; “yaşama yetisi” ile birlikte gelmesini sağlamak yükümlülüğü vardır. Birey, öyle bir toplumsal örgütlenmeye kavuşmalıdır ki, onun içinde bireyin bedensel ve toplumsal bütünlüğü içinde ve “yaşar” ve “yaşayacak” durumda doğmalıdır.

b) Ondan sonra da, devletin, bireyi her yönden gelecek tehditlerden koruyacak yolda örgütlenmesi yükümlülüğü vardır. Devlet, öyle bir toplumsal örgütlenmeye kavuşmalıdır ki, onun içinde bireyin bedensel ve toplumsal bütünlüğü, tümden ya da bir bölümü ile (yani kısmen) bozulmamalıdır.

Beden bütünlüğü, birkaç yönden gelecek tehditler karşısındadır.

İlk tehdit, bireyin kendisinden gelir: Bu intihardır, ya da ruhsal bir bozukluğa uğrayacak yolda bireyin kendisi için depresyonlar yaratmasıdır. İkinci tehdit, bir başka bireyden (ya da gruptan) gelir. Bu, o kişinin bedensel yapısını tümden ya da kısmen bozucu bir dış saldırıdır. Ya da bir başkasının, o kişi üzerinde onun ruhsal bütünlüğünü bozacak bir depresyon yaratmasıdır. Üçüncü tehdit, bizzat devletten gelir. Devlet, düzeni korumak için, ibret vermek için bireyin yaşamına müdahale eder; onu tutsak ederek bedeni üzerinde bir baskıda bulunmuş olur (bu baskı bedensel bütünlüğü bozar); ya da onda ölüm cezasını uygulayarak onun bedensel bütünlüğünü tümden bozar.

İşte burada, devletin yaşatmacılık yükümlülüğü üstün gelmelidir. Bu da, kısaca şu demektir:

Devlet öyle örgütlenmelidir ki; bu örgüt içinde:

1. Önce, birey dünyaya yaşar durumda ve yaşarlılık yetisi ile gelmelidir, bütün yaşamı boyunca da, fiziksel, moral, entelektüel yönleri ile gelişebilmelidir; yaşamının “ekonomik ve sosyal” boyutunda da, insan onuruna lâyık bir düzeye çıkmış olabilmelidir.

2. Sonra da kendisinin, bir başkasının, en sonunda devletin, kendisinin bedensel bütünlüğüne dolaylı yollarla yaptırımı olmamalı; hattâ yasa içine alınmış gibi görünen yolla (ölüm cezası ile) bile beden yok edilmemelidir. Yani bedenin korunması dolayısı ile yaşam hakkı, yasa içi bir uygulama olarak ölüm cezası yolu ile bile bozulmamalıdır.

Hulusi Akkanat
+ Son Yazılar