Okuma süresi: 37.31 mintues

İNSAN HAKLARININ TEMELLERİ

Bu yazının savı iki kabule dayanacaktır:
1. İnsan hakları ancak insan ödevleriyle birlikte düşünülürse temellendirilir;
2. Bazı hak ve ödevlerin öyle porototipleri vardır ki, bunlar hem insan onurunun hem de insanın alçakgönüllülüğünün tek ve aynı ifadesinin birbirini tamamlayan iki görünümüdür. Çıkaracağım sonuçlardan biri de, bu birbirini tamamlamaların sevgiden kaynaklandığıdır.

Her şeyden önce “haklar” dediğimiz şeyi onur ve özgürlükle karıştırmamalıyız. Onur çok değerli kılınmış bir şeyin özelliğidir. İnsan onuru insanın hakkı olan hakları alması sonucu ortaya çıkabilir. Ancak insanın da bu haklara lâyık olduğunu göstermesi gerekir. Bu da, insanın bu haklara sahip olmaktan ötürü övünmemesi, tam tersine, bu onur durumuna erişmiş olmaktan ötürü gönül borcu olması gerekir. Bu ise, onurun insanın son bir aşaması olarak tek başına olmadığı, tamamlayıcı bir koşulla birlikte bulunduğu anlamına gelir. Ayrıca, elde edilen haklar sonucu ortaya çıkan insan onurunun insanı en üstün yerine yerleştirmek için yettiğini savunacak biri çıkarsa, vereceğim yanıt olumsuz olacaktır. Çünkü hem onur hem de onun tamamlayıcı koşullarına birlikte sahip olan ve – sırası gelmişken şunu da belirteyim – özellikle bu nedenle herkesçe her zaman takdir görmüş insanlar bildiğimize göre, bu iki koşula sahip olduğunu göstermeyen insanların daha az kişiliğe sahip olduğu açıktır; dolayısıyla da bu koşullarda insan olmayı tam olarak yerine getirdikleri söylenemez.

Böbürlenmenin tam karşıtı olan başarı konusunda gösterişsizlik, bir uç noktası olduğundan, onurun tamamlayıcı koşulu alçakgönüllülüktür. İnsanın durumuna onurdan dolayı hiçbir zaman zarar gelmez, yeter ki insanın kendisi bu alçakgönüllülüğü göstersin. Oysa çok farklı bir durum olan aşağılanma insan olma durumuna zarar getirir. Çünkü bir kişinin aşağılanması, o kişinin dışında olan bir çevrenin ona bazı hakları tanımaması sonucunda ortaya çıkar, ki bu, insan olma durumuna zarar verir. Aynı şey ama karşıt açıdan dile getirilirse, insanın durumu onurdan ötürü hiçbir şekilde yücelmez; olsa olsa, bu, olumsuz anlamda bir yücelme olur; yani o kişinin özel bir şekilde onurlandırılmasıyla, şunu veya bunu yapmayı kendine “yakıştıramaması”, onun yapay bir şekilde yüceltildiği anlamına gelir. Öte yandan, belirli bir şekilde onurlandırılan ve bundan daha çok alçakgönüllülük gösteren bir insan, genel saygınlığa lâyıktır. Çünkü bütün insanlar eşittir ve eğer bir kişi, onu diğer insanların yapay bir şekilde üstüne çıkaran bir şeye sahip olursa, elde ettiği şeyin bedelini reddetmeyi kabul ederek, diğer insanlarla eşit kalabilir. Ve yine aynı şekilde aşağılanma sonucu bir insan yapay bir şekilde diğer insanlardan aşağı görülüyorsa, bu eşitsizlik ancak uygun bir karşılıkla ortadan kaldırılarak, o kişinin diğer insanlarla eşit olması sağlanabilir.

Bu, özellikle hak ve ödevler için söz konusudur. Eğer bir insana bazı haklar verilmişse, bunun karşılığında bazı ödevleri kabul etmelidir. Yoksa yapay bir şekilde insan olma durumunun “ötesinde” bir durumda olur. Doğal olarak da, demin sözünü ettiğimiz durumun tersi olan, yani bir insandan daha fazla ödev kabul etmesi istenirken, yani olduğundan daha fazla alçakgönüllülük istenirken, buna karşılık o kişiye, dengeyi koruyabilmek için daha fazla hak verilmesi gerektiği kanısındayım. Tarihsel durumlara bakıldığında, bazı insan gruplarının diğerlerine göre daha fazla bir alçakgönüllülüğe zorlandığını, yani aşağılandığını, dolayısıyla da haksızlığa uğradığını; bazı insan gruplarına ise daha fazla onurlandırılmaya hak tanındığını, yani fazladan haklar verildiğini görüyoruz. Etik açısından olumlu bir anlamı birlikte getiren “alçakgönüllülük” sözcüğüyle ilgili olan bir sözcüğün, yani aşağılanmanın etik bakımından olumsuz bir anlamı birlikte getirdiğine dikkati çekmek, anlambilimi açıdan ilgi çekici olsa gerek. Öte yandan olumlu bir anlam taşıyan “onur” sözcüğünden her ne kadar “onurlandırma” diye bir sözcük türetilebilirse de, “onur” sözcüğünün kökünden türetilmiş herhangi bir sözcüğün olumsuz bir anlam taşımadığını görüyoruz.

Şimdi de, hak ve geniş anlamda özgürlük arasında olduğu gibi, yapılması gereken bazı ayırımları gözönünde bulundurarak, şu noktaya dikkat edelim: çoğul anlamda özgürlüklerin sık sık haklarla aynı anlamda kullanıldığını görüyoruz; böyle bir kullanım ise, dili kullanmada gereken ilgiyi göstermemektir. Gerçekten de, bildiriler ve anayasalarda söz, vicdan ve başka özgürlüklerden, sanki bunlar haklarla aynı şeylermiş gibi söz edilir. Özgürlük hiçbir şekilde bir kişinin her istediğini yapabilmesi, hele bu hakka sahip olması anlamına gelmez. Özgürlük, daha çok, birlikte getirdiği bazı güçlük ve engellere rağmen bir şeyde ısrar etme, onu halletme ve aşma olanağıdır. Özgürlük, özellikle, bir kişinin istediğini yapması demek değildir. Çünkü her zaman için bir hak, ya kabul görmüş bir kurum tarafından olağan kılınmıştır; ya da ikna, gelenek, hattâ şiddet yoluyla oluşan toplu bir uzlaşma sonucu olağan kılınmıştır. Aslında hak olan bu gibi özgürlüklerden söz etmek, dilin dikkatlice ve açık seçik kullanılmasından kaynaklanıyor.

Kanımca, özgürlük için yapılabilecek en genel tanım; eytişimsel türden bir tanım olacaktır.

Bu tanımı da şöyle dile getirebiliriz: özgür olmak özgür olmadığını bilmek, itiraf etmek ve bunu kabullenmektir. Çünkü yaşamımızın tüm deneyimlerinin de bize gösterdiği gibi, hangi koşullar altında olursa olsun, yaşamımızda birçok sınırlara bağlı olduğumuz tartışma götürmez.

Bu durumu itiraf etmek ve kabullenmek bu sınırlamalardan kurtulmak ile aynı anlama gelir, çünkü bu sınırlamaları reddetmekten çok farklı bir şeydir. Bu sınırlamaları reddettiğimize inansak da, devrim diye adlandırdığımız veya terörizm ya da buna benzer durumlarda çoğunlukla yapıldığı gibi, bu sınırlamalar şiddetle ortadan kaldırılmadıkça, bunlar hâlâ vardır ve bunların yokluğu konusundaki inancımız da böylelikle asılsız olmuş olur. Ancak tarihte de görüldüğü gibi, şiddet yoluyla ortadan kaldırılan sınırlamaların yerini her zaman yenileri almıştır. Demek ki, kişi varolan sınırlandırmaları aşamadığı sürece ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman özgür olamayacaktır. Varolan sınırlamaları aşmak, kargaşa yoluyla da olanaklı değildir. Kargaşa bütün bu sınırlamaları aşmanın yolunu göstermek bir yana dursun, bu sınırlamaları göremez, göremediği için de bunları kabul edip kendini özgür kılma olanağını bulamaz.

Özgürlüğün, her andaki özgürsüzlük durumunu bilmek olduğunu söyleyen bu özgürlük tanımının ayrıcalığı da, örneğin, istemenin kendini seçme ve gerçekleştirme yeteneği olan özgür isteme gibi, birçok belirli özgürlükle ilgili kavramları özel birer durum olarak kapsamına almasından gelmektedir.

Özgürlük ve haklar, elbette birbirleriyle ilişkisi olmayan şeyler değildir. Her şeyden önce, yukarıda sözünü etmiş olduğumuz eytişimsel tanım, bizi onur ve alçakgönüllülük durumlarının birbirlerini tamamlamalarına çok yaklaştırır. Ayrıca haklar, yasalarda yazılı olarak belirtilen şekilleriyle, hangi sınırlamalar içinde hangi hareketlerin polisçe tutuklanmadan yapılabileceğinin açık seçik bir biçimde ifade edilişidir. Başka bir deyişle yasaların metni, neye izin verildiğinden çok, nelerin yasak olduğunu dile getirir. Çünkü kişinin cezalandırılmasına neden olan “yasayı çiğnemesi”, bu sınırları bilip kabullenerek değil, bazen dalgınlıktan da olsa, şiddet yoluyla aşması sonucudur. Böylelikle yasalar aracılığıyla belirlenen haklar, özgürlüğü kullanma olanaklarını belirgin kılar.

Eğer şimdi tüm insanlığa ve onun çağlar boyunca verdiği çeşitli savaşımlara bakacak olursak, dikkatimizi çekecek bir konu, insanın iki amaç yüzünden doğayı egemenliği altına almak için savaşım verdiğidir. Buradaki birinci amaç, doğal afetlerin önüne geçebilmek, ikinci amaç ise doğayı kullanmak anlamında sömürmektir. Dikkatimizi çekecek bir diğer konu ise, insanlığın kendi içindeki toplulukların farklılığı yüzünden, kendine karşı verdiği savaşımıdır. Bu savaşım ise hep savaş ve sömürgecilikle sonuçlanır. Buradaki sömürgecilik artık doğayla ilgili değil, doğrudan doğruya insanın kendisiyle ilgili bir sömürgeciliktir. Kısa vadede olmasa bile, bu tür sömürgeciliği genellikle devrimler izler. Savaş barışı gerektirir. Oysa bugüne kadar barış, insanın değerinin yükseltilmesinin bir koşulu olarak değil de, sadece bir savaşmama durumu konusunda yapılan resmî bir anlaşma olarak düşünülmüş. Ancak 1948 yılında Birleşmiş Milletlerin duyumlaştırdığı “Evrensel Bildiri”nin 28. Maddesinde olduğu gibi, barış yeni yeni bazı kişiler tarafından temel bir hakkın nesnesi olarak düşünülmeye başlamıştır. Hattâ bu temel hak, yani barış olmadan diğer tüm hakların yerine getirilemeyeceği savunulmuştur. Ben şahsen, bu görüşe katılmıyorum. Çünkü biz, bir “barış hakkının bir barış ödevi”ni gerektirdiğini gözardı ederek bağımsız bir “barış hakkının bir barış ödevi”ni gerektirdiğini gözardı ederek bağımsız bir “barış hakkından” söz edemeyiz. Başka bir deyişle, taraflar arasında iletişimde hoşgörünün uygulanmaması gibi bir “barış ödevi”nin eksik olduğu yerde, bir “barış hakkı”ndan söz edebilir miyiz? “Hoşgörü”den, karşı tarafa dar bir eylem özgürlüğünün tanınmasından daha fazla bir şey anlaşılmalıdır. Gerçekten de bugün bir kişi veya bir grup tarafından gösterilen hoşgörüden, bu kişi veya grubun hatalı olabileceğini, hattâ yine o kişi veya grubun kendi düşünce ve davranışlarını değiştirmesi gerektiğini kabul edebilmesini anlıyoruz. Barış ve hoşgörü konularına daha ayrıntılı bir şekilde başka yerlerde değindiğimden, bu konu üzerinde burada daha fazla durmayacağım.

İnsanlığın ve gelişiminin incelenmesinden ortaya çıkan bir diğer ilginç konu da tarihsel ve/veya yöresel koşullara bağlı olarak, genellikle bunları yapanlar tarafından olsa bile, bazı ticaret ve mesleklerin daha soylu diğer uğraşların ise aşağı meslekler olarak nitelendiğini görüyoruz. Bu bakış açısı yüzünden de ortaya bir basamaklar dizgesi çıktığını, hattâ bazen de bu basamaklar dizgesine bir de makamsal  sistemin eklendiğini görüyoruz. Örneğin; en başta din adamları, bunları izleyen askerlerden sonra serbest meslek adı verilen meslekler, bunların arkasından da tüccarlar gelir ve en son alt düzeydeki diye nitelendirilen işlere varıncaya kadar, böyle bir sıralama sürer. Dolayısıyla basamaklar dizgesinin en başında bulunan kişiler başkalarının haklarını elinden alır ve onlara daha az hak tanıyarak, onları daha da aşağılayıcı bir duruma sokar. Hattâ babaerkil toplumlarda basamaklar dizgesinde yükselmeye, üstü kapalı bir şekilde de olsa, yalnızca kadınların hakkı vardır; çünkü bu toplumlarda kadınlar az çok görülmez birer varlıktırlar. Basamaklar dizgesinin üst aşamasında yer alsalar bile, doğurmak ve çocuklara bakmakla yükümlü bir tür hizmetçi konumundadırlar.

İnsanlığın savaşımları yalnızca gruplar değil, aynı zamanda kuşaklar arasında da olup biter. Birbirini izleyen iki kuşağın elbette iki ayrı grup oluşturduğu düşünülebilir. Ancak buradaki çekişme, iki somut grup arasında çıkmaktan çok, farklı yaşta insanlar, yani yaşlılar ve gençler arasında ortaya çıkmaktadır. Bir yandan yaşlılar gençlere değer vermeseler ve/veya onlara güvenmeseler bile, gençlerden kendilerinin, yani yaşlıların, doğru olduklarına inandıkları kuralları kabul edip onlara uygun bir şekilde hareket etmelerini istemekten başka savaşımları olamaz. (Bu arada “kuralların”, yani yükümlülüklerin “haklı” diye kabul edilebileceği konusunda dikkatinizi çekmek isterim.) Öte yandan gençler yaşlıların tepeden onlara zorla kabul ettirmeye çalıştığını sandıkları ve kabul edilemeyeceğini savundukları bu kurallara, yani “haksız” olan bu kurallara karşı koyma eğilimine sahiptirler. Ayrıca gençler bazı hakların onlara verilmeyip yalnızca yaşlılara verildiği konusundaki hoşnutsuzluklarını belirtecek savaşımlar vermeye yatkındırlar.

Bu anlaşmazlığın tüm anlaşmazlıkların bir dizini ve sözünü etmiş olduğumuz anlaşmazlığın ilk tipine doğru bir adım daha atmamıza yardımcı olacak bir anlaşmazlık türü olduğuna inanmıyorum. Çünkü bu anlaşmazlık, ana-babaların dünyaya çocuk getirmeleri olgusundan ortaya çıkmaktadır; bu da kuşaklar arasındaki farklılıkları kaçınılmaz kılar.

Çağımızın iki büyük özgürleşme hareketi kadın ve daha çok da (öğrenci hareketlerinde anlatım bulan) gençlik hareketleridir. XIX. yüzyıla kadar dayanan işçi sınıfının özgürleşmesi gitgide artan derecede geliştiyse de, kadın ve gençlik hareketlerine göre ikinci planda kalır. Bunun nedenine gelince, çalışan kadın, erkek, hattâ çocuklardan önce, kadın-erkek ve ana-baba-çocuk ilişkilerinin olmasıdır. Dolayısıyla kadın-erkek ve yaşlı-genç grupları arasında anlaşmazlık, diğer herhangi bir grup anlaşmazlığından çok daha eski tarihlere dayanmaktadır.

Bugün insanlığın gelişimini inceleyen İnsanbilimciler, toplumsal düzenlerin iki uç noktası olan babaerkil ve anaerkil ilkeli toplumlar arasında farklılaşma dolu çok geniş bir yelpaze alanı olduğunu açıklamışlardır. Bu farklılaşma süreci içinde biz artık babaerkilliğin yavaş yavaş anaerkilliğe doğru yer bıraktığı bir değişim döneminde yaşıyoruz. Bu değişikliğin yarı yolda durması pek beklenemez; olsa olsa sistem bir süre için – aşağı yukarı bir yüzyıl diyelim – cinsiyetler arasında bir denge durumunda kalabilir.

Değişen tarihsel koşullarla belli sorunlar değişse bile, kuşaklararası anlaşmazlıklar, bildiğim kadarıyla, bu tür dalgalanmalar göstermez; bu tür anlaşmazlık her zaman vardır ve gerginlikleri hep aynı görüntüyü gösterir. Bu nedenle, insanın hem alçakgönüllülüğünü hem de onurunu oluşturan, bu birbirinin tamamlayıcısı olan iki öğenin kaynağını bu noktada aramak gerektiğini sanıyorum. En azından cinsel yaşamda doğum kontrolü yöntemleri, yapay döllenme ve hattâ – kopyalama – konuları ortaya çıkmadan önce, insan toplumlarının kendilerini devam ettirmesinin, çocuk dünyaya getirmenin tek ve en önemli amacını oluşturduğunu hiç kimse yadsıyamaz. Doğum kontrolü, şüphesiz, kadının özgürleşmesine yardımcı olmaktır ve nüfus planlaması için teknik olarak yararlıdır. Eğer istenen, toplumun kendini devam ettirmesiyse, bunun ya doğal cinsel birleşme ya da yapay döllenme veya her iki yolla da gerçekleştirilebileceği açıktır. Ama şöyle ama böyle, insan toplumu hayvan yetiştirme yöntemine benzer bir şekilde devam ettirilen bir sürüye dönüşse, hattâ bu kadın-erkek ilişkisini önemli bir şekilde etkileyerek bambaşka bir ilişki türüne dönüştürse bile, kuşakların birbirini izlemesi her zaman söz konusu olacaktır. Eğer bir an için yapay döllenmenin veya kopyalamanın olanaklı olmadığını düşünecek olursak, toplumun kendini devam ettirmesinin ancak doğal cinsel birleşmeyle olacağını kabul etmemiz gerekir. Çocuk yetiştirme zorunluluğunun da şu veya bu şekilde genç kuşağı yaşlı kuşağın karşısına alacağını kabul etmek gerekir. Eğitim, ister yapısını hâlâ koruyan ailede, ister okul veya kamplarda yetişkinler tarafından yapılsın, bu böyle olur.

Ancak, toplumun kendini devam ettirmesinin tek değilse de başlıca yolu, hayvan üretir gibi yapay döllenme veya kopyalama olduğunu düşünürsek bile, çocukları yetiştirmek sorunu yine varolacaktır. Kuramsal olarak da kuşaklararası anlaşmazlıkları kaldırmanın tek yolu, yetişmekte olan seçeneksiz tüm kişilerin, tüm davranışların açık, kesin ve değişmez bir şekilde şekillendireceğini savunan ve evrensel olduğu ileri sürülen bir ideolojiyle düzenli bir şekilde eğitilmesiyle ancak olanaklıdır. Böyle bir sistemde “haklar” gibi kavramlara yer yoktur ve “özgürlük” gibi şeylere olanak yoktur. Kişi kavramı böyle bir sistemde anlamsız olacağından, herhangi bir kişinin onurlu veya alçakgönüllü olabileceği bir durumun olamayacağı açıktır. Herkes, kapalı bir toplumda bir karınca gibi olacaktır.

Bu nedenledir ki, kuşakları birbirine bağlayan, aynı zamanda onları birbirinden ayıran ilişkilerdeki haklar ve ödevlerin ilk ve özgün tiplerini aramamız gerekir.

Bundan dolayı;
a. çocuk yapma hakkının bir hakkın ilk özgün tipini oluşturduğunu,
b. zamanla çocuklara yer açmak için, kenara çekilme zorunluluğunun da bir ödevin ilk özgün tipini izlemesi gerekir.

Ayrıca, haklar ilk özgün tipi, insanı bu hakları ödevlerle değiş tokuş edebilme durumuna sokar; çünkü bu şekilde insanı karşıt bir duruma, aynı zamanda ona bağlı olduğu bir duruma sokar. Bu bağların kaynaklandığı yer ise, sevginin kendisinden başka bir şey değildir: özellikle kadın-erkek, ana-baba-çocuk arasındaki sevgiden kaynaklanırlar (ana-baba ve çocuk arasındaki sevginin, zorunlu yapay döllenmenin, olsa olsa yalnızca, ilerde ana-baba olacak kişileri yabancılaşma durumuna sokabileceğine inanıyorum.) Böylece ana-babalar kendileri için hak olanın, temelinde başkasına karşı bir ödev olduğunu duyacaklardır; hak ve ödevlerle ilgili bütün etiksel sonuçlar da kaynaklarını, hakların ve ödevlerin birbirini tamamlayacaklarının da kaynaklandığı üstün bir hareket ettirici olan sevgiden başka bir yerde bulamaz. Buraya kadar söylenenler, onur ve alçakgönüllülüğünün olduğu kadar, birbirlerini tamamlamalarının da sevgiye nasıl bağlı olduğunun açıkça görülmesi için yeter.

Hak ve ödevlerin birbirlerini tamamlayıcı olduklarını söylerken, bir yandan dünyaya çocuk getirme hakkını isterken, öte yandan onların adına geri çekilme görevini kabul etmeden edemezsiniz. Çünkü ilk istek bir hak talebi, ikincisi ise bir ödev kabul etmedir. Dikkat edecek olursanız, dünyaya çocuk getirmenin, bu dünyaya getirilen çocuklar için kenara çekilmeyi gerektirdiğini görmeye yeter. Yoksa onlar nasıl var olabilirler? Diğer yandan, hemen hemen her yetişkinde deneyimle oluşan kenara çekilme arzusu (Hint Bilgeliği yaşlıların ormana çekilmesi gerektiğini söyler), nöbeti devralacak kişiler doğmadıkça anlamsız olur.

Çocukların da ana-babalarına karşı aynı sorumlulukları taşıdığını gözardı ederek, yalnızca ana-babaların çocuklarına karşı hak ve ödevlere sahip olduklarını söylemek yeterli olmaz. İlk önce, zaman içerisinde gencin, etiksel davranışın bir çeşit doğa kuralını izleyerek, yavaş yavaş yaşlılığa doğru adım attığına işaret eder.

Gençlerin yaşlılığa doğru adım atmalarından başka bir konu daha var. Ana-babaların, öğretmenlerin veya takımlara öncülük edenlerin ya da ana-baba yerine geçebilecek herhangi birinin gençler üzerindeki etkisinin önemi yadsınamaz. Gençler büyüklerine karşı bazı durumlarda ise hak sahibi olma olarak görülen doğal bir duygu beslerler. Bu iki duygu da, açıklamış olduğum anlamda, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bağlılık duygusu ise hakkın karşılığı olarak ortaya çıkar. Başka bir deyişle gençler farkında olmadan, bazı koşullarda bazı kişilere ana-baba veya “büyüğüm” demek hakkına sahip olduklarını duyarlar; dolayısıyla meme emmeden sigara almak için harçlık istemeye varıncaya kadar da hizmet beklerler. Başka koşullarda ise, dili doğru öğrenmekten başlayarak yaşlılara bakmaya kadar, onları dinlemeleri gerektiğini duyarlar.

Bu açığa çıktıktan sonra, sanırım, hakları temellendirmenin, haklar ve ödevleri her sınıflamanın ilk özgün tipiyle, yani bir çocuğa ya da toruna sahip olma hakkı ve bu çocuğun bu hakkı kazanması için bir kenara çekilme ödeviyle temellendirme şeklinde anlaşılması gerektiğini gösterdiğime inanabilirim.

Ancak, bunun sevgiden kaynaklandığını anlamadan, insanın onuru ve alçakgönüllülüğü tam anlamıyla kavranamaz.

TEMEL HAKLARIN EVRENSELLİĞİ

I. Güvenlik ve Varlığını Sürdürme

HAKLAR

Etiksel bir hak;

1. Bir özden yararlanmanın
2. Genel tehditlere karşı toplumca güvence altına alınması
3. Haklı istemin ussal temelini oluşturur.

Etiksel bir hakkın genel yapısının önemi ne de olsa haklarla ilgili somut durumlarda en iyi görülebilir. Hak, haklı bir istemin ussal temelini oluşturur. Eğer bir insanın belli bir hakkı varsa, o hakkın özünden yararlanabilmesinin toplumca güvence altına alınmasını istemesini haklı gösterecek geçerli nedenleri vardır; işte bu yüzden güvencelerin sağlanması gerekir. Ussal temeli ya da yeterince haklılığı genel ve soyut planda nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Toplumsal güvence isteminin, yeterince sağlam nedenler ileri sürüldüğünde haklı gösterileceğini söyleyebiliriz, ama o zaman sorunun odak noktasını yeterince sağlam nedenlerin neler olabileceği sorusuna kaydırmış oluruz. Bu ise Düşün’e girer ve insanın böyle bir konuda pek çok şey söylemeden işe yarar bir şeyler söylemesi olanaksızdır. Ama bir hakkı olmak demek başkalarından bir şeyler isteyebilecek bir durumda olmak demektir ve birinin bu durumda olması demek, başka şeylerin yanında, o kişinin durumunun, istemlerinin yerine getirilmesinin haklı gerekçeleri sayılan genel ilkelere girmesi demektir. Bir hakkı olan kişiyi destekleyen özellikle zorlayıcı nedenler – özellikle derin ilkeler – vardır. Kuşkusuz insanların açıklayamadıkları hakları olabilir – kendi durumlarına uyan ve istemlerin haklı nedenleri olan ilkeleri açıkça dile getirmeyebilirler.

Haklılığını kanıtlamanın önemi açıktır. Madem ki bir hak haklı bir istemin temelidir, o zaman insanların yalnızca diretebilecekleri değil, diretmeleri gerektiği ortaya çıkar. Hakları tanımayanlar, bunu yaparken kendilerini tehlikeye atmaktadırlar. Bu, bir hakkı ortaya çıkaran istemin yerine getirilişinin güvence altına alınması çabalarının birtakım zorunlulukları gözetmek zorunda olmadığı anlamına gelmez. Bu şu anlama gelir: Hakları tanımayanların, bu davranışları özellikle sistemli bir yoksun bırakma modelinin bir bölümüyse, direnişle karşılaştıkları zaman yakınmaya hiç hakları yoktur. Aynı şekilde hangi karşı önlemlerin hangi tür hak kısıtlamaları karşısında haklı görülebileceği ayrı bir tartışma konusudur.

Öyleyse bir hak haklı bir istemin ussal temelidir. Haklar yalnızca dilekleri, istekleri, dileyişleri haklı çıkarmak için değildirler. Haklar ancak daha güçsüz bir şeye değil de istemlere yol açtığı içindir ki, haklara sahip olmak insan onuruyla sıkı sıkıya bağlıdır.

Bir hakkın, o haktan gerçekten yararlanma isteminin ussal temelini oluşturuyor olması, hakların çoğunda en çok gözardı edilen öğedir. Bir hak insanlara bir şeyden yararlanmaya hakları olduğunun söylenmesi ya da ilerde yararlanacakları şeyler için söz verilmesi istemini doğurmaz. Bir hakkın duyurusu o hakkın yerine getirilmesi demek değildir, nasıl ki uçak tarifesi uçuş demek değilse. Duyuru, alt alta sıralanan hakların yerine getirilmesi yönünde bir ilk adım olabilir de olmayabilir de. Çoğu kez yerine getirmeyi söz vermekle karşılamak olmaktadır.

Bir hakkın özü, o hak neyin hakkıysa odur. Hak, bir hakka sahip olma hakkı değildir – yiyecek gibi, özgürlük gibi başka bir şeyden yararlanma hakkıdır. Bazen bir insanın “bir hakkı olduğu”ndan şöylece söz ederiz, ama asıl söylemek istediğimiz şey bir insanın bir hakkın özü demek olan şu ya da bu şeye sahip olduğu, belki de ona bir hak olarak sahip olduğudur.

Örneğin, özgürlük hakkına sahip olmak demek özgürlüğe sahip olmak demektir. Özgürlüğün bir hak olduğu bilinciyle özgürlüğe sahip olmak anlamına da gelebilir. Hak olma, sahip olunan çeşitli şeylerin niteliğidir. Hak konusu şeye sahip olmak yerine salt hakkın kendisine, salt bu niteliğe sahip oluşuyla yetinmeye benzer. Ama genellikle birinin bir hakkı olduğundan söz ettiğimizde, o kişinin bu hakkın özüne sahip olduğunu söylemek isteriz.

Toplumca güvence altına alınması, genel bir hakkın belki de en önemli tek yönüdür, çünkü bu hakkın karşılığı olan ödevleri gerekli kılan bir yöndür. Hak, genellikle, bir kişinin bir hakkın özüne sahip olmayı kendi başına düzenlemeye kendi gücü – özellikle de kendi gücü – yetmese bile, o kişinin gene de o hakkın özüne sahip olabilmesi için, başka insanların birtakım düzenlemeler yapmasını haklı olarak istemesidir. Diyelim ki insanların fiziksel güvenlik hakları vardır. Kimileri, sanki hiç toplumsal güvenceye hakları yokmuş gibi, kendilerine özel koruyucular tutma yolunu seçebilirler. Ama güvenliği sağlamak ve sürdürmek için birilerinin bir yerlerde birtakım etkili düzenlemeler yapmasını isteselerdi bunda haklı olurlardı, bunu kim isterse istesin haklı olurdu. Düzenlenmeler hükûmetten mi gelsin yoksa hükûmet dışından mı; yerel mi olsun ulusal mı, uluslararası mı, ortak olsun mu olmasın mı, bunların hepsi de güç sorular. Biz burada bu sorulara tam ve kesin yanıtlar verebiliriz de veremeyebiliriz de. Ne olursa olsun hak, temelinde başkalarına yöneltilen bir istemdir, ama hangi başkalarına, işte bunu kesin olarak belirlemek güçtür.

Bir hak, ancak o hakka sahip herkesin yararlanmasını sağlayacak düzenlemeler yapıldığı zaman güvence altına alınmış olur. Şu anda rastlantısal olarak o hakkı çiğneyen hiç kimsenin bulunmuyor olması yeterli değildir. Nasıl ki bir hakkın duyurusu o hakkın yerine getirilmesi demek değilse, aslında o hakkın yerine getirilmesi yönünde bir ilk adım olabileceği gibi ters yönde bir adım da olabilirse, hak konusu olan çeşitli şeylerden yararlanmayı sağlayacak toplumsal güvenceleri yaratmayı üstlenmek de hiçbir biçimde güvenceye almak değildir ve gerçek güvencelerle sonuçlanabilir de sonuçlanmayabilir de. Ama insanların neye hakları varsa o şeyden yararlanmaları için gerekli düzenlemeler gerçekten yapılmadıkça, bir hak yerine getirilmiş sayılmaz. Çoğunlukla bu düzenlemeler hakları etiksel olduğu kadar yasal duruma getiren bir yasa biçiminde de olabilir. Ama kimi durumlarda toplumsal yasakların desteklediği iyi korunmuş görenekler yasalardan daha çok işe yarar – kuşkusuz zorlayıcı olmayan yasalardan daha iyidirler.

Bir hak, ancak hiç kimseyi o haktan yoksun bırakmak olanağı yoksa, ya da ancak hiç kimse hiçbir zaman o haktan yoksun kalmamışsa, yerine getirilmiş sayılır diyecek kadar saçma bir ölçü ileri sürüyor değilim. Ölçü olsa olsa akla yatar bir güvence derecesi olabilir. Etiksel hakların genel yapısındaki en son öğe bize toplumsal güvencelerin uygun düzeyinin daha kesin biçimde saptanabilmesi için gereklidir: genel bir tehdit kavramı. Bu kavram, ancak birtakım durumlar ayrıntılarıyla gözden geçirildikten sonra gereği gibi açıklanabilir.

Bir hakkın genel tehditlere karşı ussal olarak haklılığı kanıtlanmış toplumsal güvence istemini içermesi demek, şu demektir: İnsanların yararlanma hakkına sahip oldukları şeylerden yararlanabilmeleri için gerekli etkin kurumları, bu kurumlar yoksa yaratmak, varsa korumak, öteki ilgili kişilerin ödevidir. Şimdi böyle bir kuramdan gerekli kurumların her yerde ve her zaman en etkili olacağını düşünmek için elimizde bir neden yok. Birtakım tehditler genel de olsa, toplumsal kurumlar için böyle bir evrensellik, görünüşte son derece olanaksızdır. Buna karşın evrensel olan şey, etkili düzenlemelerin yapılıp korunması ödevidir.

Temel Haklar

Son yüzyılın en yanlış anlaşılmış ve değeri bilinmemiş düşünürü olma adını en çok hak eden Nietzsche – yalnızca hak kavramlarını değil – göreneksel etikselliğin büyük bölümünü, güçsüzlerin güçlüleri frenlemesi olarak görüyordu: güçsüzler kalabalığının güçlünün çevresine didinip ördükleri dev bir ağ. Nietzsche’nin etiksellik değerlendirmesinden ürküp kaçanların pek çoğu, onun sorunu derinlemesine kavrayan etiksellik çözümlemesini bir yana itmekte bence çok acele ettiler. Etik dizgeleri kuşkusuz birden fazla amaca hizmet ederler ve Nietzsche’nin kendisinin de pek doğal olarak doğruladığı gibi, farklı özel dizgeler birtakım amaçlara ötekilerden daha yeterli ya da iyi hizmet ederler. Ama genel olarak etikselliğin ve de kuşkusuz hak kavramlarının, her şeyin üstünde de temel hakların başlıca amaçlarından biri, gerçekte kendilerini koruyamayacak kadar güçsüz olanların tam çaresizliğine karşı onlara en az düzeyde koruma sağlamaktır. Temel haklar ekonomik ve siyasal güçler için bir sınırlamadır. Bu sınırlama olmasa, bu güçler karşı konamayacak kadar büyürlerdi. Onlar, hiç değilse, birtakım temel gereksinmelerden – gerçek ya da korkulan – yoksunluğa karşı toplumsal güvencelerdir. Temel haklar güçsüzlere, birtakım güçlere karşı veto hakkı verme girişimidir; tersi durumda bu güçlerden en çok onlar zarar görürdü.

Temel haklar etikselliğin tabanıdır. Hiç kimsenin altına düşmesine izin verilmemesi gereken çizgiyi belirler.

Çaresizliği önleme ya da hafifletme gibi, önemli bir açıdan, temelde olumsuz bir amacın, temel hak kavramları gibi önemli bir şeyin asıl amacı oluşuna şaşmamak gerekir. Herkes için sağlıklı bir yetişkinliğin iki ucu da çaresizlikle sınırdaştır ve her zaman için geçici ya da sürekli olarak çaresizlikle kesintiye uğramaya açıktır. Şu anda dünyadaki insanların pek çoğunun kendi yazgıları konusunda, hattâ kendi çocuklarının çocukluk yaşamlarını tamamlayıp tamamlayamayacakları gibi önemli konularda bile ellerinden gelen bir şey yoktur.

Amacın olumsuz olmasına karşın hakların karşılığı olan ödevlerin olumlu eylemleri içerir bir durum olması da şaşırtıcı değildir. Bir çocuğun ya da bir yaşlının sağlığından, yaşamından ya da gerçek haklardan yararlanma yetisinden yoksun kalması için ille de bir saldırıya uğraması gerekmez.

Öyleyse temel haklar, her kişinin insanlığın geri kalanına yönelttiği akla yatar istemlerin en azıdır. Kendisine saygısı olan hiç kimsenin yadsınmalarını kabul edeceğini düşünemeyeceğimiz haklı istemlerin ussal temelidirler. Bir şey neden bunca önemli olsun? Temel hakların temel olmasının nedeni şudur: Tüm öteki haklardan yararlanabilmek için bunların korunması gerekir. Temel bir hakkın ayırıcı özelliği budur. Bir hak gerçekten temel bir haksa, o temel haktan vazgeçerek başka bir haktan yararlanma girişimi sözcüğün tam anlamıyla kendini başarısız kılan, kendi bastığı toprağı ayağının altından çeken bir girişimdir. Bu bakımdan bir hak temel bir haksa, onu korumak için gerekirse öteki, temel-olmayan haktan vazgeçilebilir. Oysa temel-olmayan bir haktan yararlanmak adına temel bir hakkın korunmasından vazgeçilemez. Vazgeçmekle başarı sağlanamayacağı için vazgeçilemez. Vazgeçilen hak gerçekten temel bir haksa, bu temel haktan hak uğruna vazgeçilmişse, temel hakkın yokluğunda o haktan gerçek anlamda yararlanılamaz. Yenilgiye yazgılı bir vazgeçme olur bu.

Uygulamada, bu önceliğin temel haklar için genellikle anlamı şudur: Öteki haklar güvenceye alınmadan önce temel hakların iyice gerçekleştirilmesi gerekir. Önemli olan nokta insanların öteki haklarından yararlanabilmeleri ya da onları kullanabilmeleridir. Sorun basit ama yaşamsaldır. İnsanların öteki haklarına yalnızca yasal olarak ya da başka bir soyut anlamda “sahip” olmaları yetmez. Bu, hakkın gerçek özünden yararlanmamak demektir. Salt bir hakka sahip olmakla o haktan gerçekten yararlanmak arasındaki ayrım çok iyi bir nokta gibi görünebilir, ama daha sonra nazik bir noktaya dönüşecektir.

Bir hakka temel hak derken, o haktan yararlanmanın daha değerli olduğunu ya da aslında daha doyurucu olduğunu söylemek istemiyorum. Benim demek istediğim yalnızca şu: Bir seçim yapmak gerekirse, saldırının önüne geçilmesi eğitimin sağlanmasının yerini almalıdır.

Bir hakkın temel olup olmaması ondan yararlanmanın kendi başına değerli olup olmamasından bağımsız bir şeydir. Özünde değerli haklar aynı zamanda temel haklar olabilirler de olmayabilirler de, ama özünde değerli haklar ancak temel haklar kullanılabiliyorsa kullanılabilirler. Bu açık ve kesin anlamda pek az hakkın temel hak olabileceği ortadadır.

Güvenlik Hakları

İlk işimiz insanların bedensel güvenlik gibi temel bir hakka – öldürme, işkence, sakatlama, ırza geçme ya da saldırıya karşı karşıya kalmalarının temelindeki hakka – neden sahip olduklarını görmek olacak. Neden bedensel güvenlik hakları vardır ve neden bu haklar temelidir sorusunu sormanın amacı, pek çok kişiyi bedensel güvenlik haklarının varlığından ya da onların temel haklar olup olmadığından ciddî olarak kuşkuya düşürmek değil. Uygulamada, bir toplum içindeki hiç değilse bir etnik grup üyelerinin bedensel güvenlik eksikliği altında – örneğin; tutuklandıkları zaman öteki insanlara oranla polis tarafından dövülmeleri olasılığının daha büyük oluşunun pek rastlanmayan bir şey olmamasına karşın – bedensel güvenlik temel hakkından yoksun kalması gerektiğini ilke olarak savunacak insan çıksa bile pek az çıkacaktır. Bununla birlikte, bir insanın en değişmez inançlarının önvarsayımlarını bile apaçık formüllendirmesi çok değerli olabilir, çünkü özellikle bu önvarsayımlar insanların daha az sağlam olduğu öteki alanlarda yol göstericilik edecek genel ilkelere dönüşebilirler. Bedensel güvenlik haklarının temel haklar olduğundan en küçük bir kuşkumuz olmadığı için, haklı olarak böyle düşünebilmemizin nedenini görmemizde yarar olabilir.

İnsanların fiziksel güvenlik temel hakkına sahip oldukları inancımızın haklılığını, bu temel inanca karşı çıkan birine kanıtlamak zorunda kalsaydık, (ister temel ister değil) hak diye bir şey varsa bedensel güvenlik temel haklarının da var olduğunu gösteren çok güçlü bir kanıt ileriye sürebilirdik: Büyük tehlike altına girmeksizin bir haktan yararlanılacaksa, bedensel güvenliğin korunması gerekir. Bedensel güvenlik ortadan kalktığında insanlar toplumca korunduğu söylenilebilecek başka herhangi bir haktan, hakların toplumca korunmadığı durumda karşılaşacakları en kötü tehlikelerin pek çoğuyla karşılaşmadan yararlanamazlar.

Tam anlamıyla bedensel güvenlik hakkı, öyleyse, temel haklar arasındadır. Bunun nedeni, daha bir dizi başka haktan da yararlanan biri için bu haktan yararlanmanın daha doyurucu olacağından değil, bunun yokluğunun, devlet de içinde olmak üzere başkalarının eline, sözde korunan öteki hakların gerçekten yerine getirilişini engelleyici son derece etkin araçlar vereceğindendir. Bedensel güvenlikten yararlanma kendi adına istenebilir bir şeydir. Bedensel güvenlik hakkı korunmadığı sürece, bedensel güvenlik hakkı dışında hiçbir haktan gerçekten yararlanılamaz. Bedensel olarak güvenlikte olmak, başka herhangi bir hakkın yerine gelebilmesi için gerekli durumdur. Bedensel güvenliği güvence altına almak, herhangi başka bir şeyi hak olarak güvence altına almanın bir bölümü olmalıdır.

Bir kişinin bedensel güvenliğini, bir hakkı gerçekleştirmek girişimi sırasında koruyacak hiçbir toplumsal hazırlık yapılmamış olsa bile, o kişi kuşkusuz birtakım başka haklardan yararlanmaya her zaman çalışabilir. Söz gelişi barışçı toplantı yapma hakkı vardır, ama barışçı toplantıların basılıp üyelerinin dövüldüğü çok görülmüştür. Belli bir toplantının eylemsel olarak yarıda kesilip kesilmemesi, (hükûmet içinden ya da dışından) bir saldırı düzenleme zahmetine girecek kadar bu toplantıya karşı olan başka birinin varlığına geniş oranda bağlıdır. İnsanlar her şeye karşın toplanmaya çalışırlar ve bazen güvenlik içinde toplanabilirler de. Ama, hakkın kullanımına karşı en ciddî ve genel tehditlerden birine, yani başka insanlar tarafından bedensel saldırıya uğramaya karşı her zamanki kadar korumasızlarsa, toplantı yapma hakkı açısından kendilerinin korunduğunu söylemek yanıltıcı olur. Hakların “korunma”sına karşın bedensel tehditler karşısında sanki korunmuyormuşçasına çaresizlerse, toplum onların toplanma hakkından yararlanabilmelerini gerçekten korumuyordur.

Böylece, bir şeyi bir hak olarak hak etmiş kişinin bedensel güvenliğine yönelen tehditlerin onun başka haktan yararlanılmasını engellemek amacıyla kullanılmaması için, temel bir hak olarak bedensel güvenlik hakkı olmalıdır. Bu düşüncenin iki can alıcı öncülü vardır. Birincisi herkesin bir şeyden bir hak olarak yararlanmaya hakkı olduğudur. Birinciyi biraz açan ikincisiyse, bir kişinin sahip olduğu haklardan yararlanmasını korkulu biçimde engelleyecek en ciddî ve genel koşulların ortadan kaldırılmasını istemeye hakkı olduğudur. Ben bu ikinci öncülü, herkesin bir şeyden bir hak olarak yararlanmaya hakkı olduğunu söylerken, amaçladığımız şeyin bir parçası olarak görüyorum. Bu sav herkese uyduğuna göre, evrensel bir hakkı belgelemektedir.

Hulusi Akkanat
+ Son Yazılar