Çok seslilik, demokrasinin ve medeniyetin olmazsa olmazıdır. Fikri, irfanı ve vicdanı hür olarak yaşamak herkesin hakkıdır. Ancak bu hakkın da bir sınırı vardır. Eğer ki aynı hakkı bir başkasının elinden ilkesizce alıyorsak, bu keyfîlik zalimliği getirir. Nitekim tarihte zalim olmayan bir diktatör yoktur.
Tehlike, siyasal ve ekonomik gücün böyle bir zihniyet tarafından ele geçirilmesi ile başlar. Bu sürece en çok hizmet eden, farkındalığı gelişmemiş toplumlardır. Şimdiki eylemlerinin ve seçimlerinin ileride getirebileceği sonuçları göremeyen toplumların ödediği her bedel kendileri için sürprizdir. Tarih için ise tekerrürden ibarettir.
Farkındalık öyle bir cevherdir ki, kaynağını ahlâktan alan ilkeler ile işlendiğinde, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırarak aklın hizmetkârı olur. Bir toplumun gelişmesi için, o toplumun her konuda fikir sahibi olması yetmez. Kişilerin, kendi fikirleri hakkında da bir fikir sahibi olmaları gerekir. Eğer insan kendi düşüncesi üzerine düşünmez ise, etki altında kalarak mı yoksa özgürce mi düşündüğünü anlayamaz. Bunun ayrımına varmanın en iyi yolu, düşüncelerimizi eleştirel bir bakış açısı ile ele almaktır.
Bir konu hakkında, ne kadar zıt düşünceyi kendi içimizde barındırabilirsek ve diyalektik sayesinde ne kadar aşkın bir sonuca varabilirsek, düşüncelerimiz de o kadar yetkin bir hale gelir. Bunu, düşüncenin kemâlat noktası olarak da niteleyebiliriz. Bir konudaki bütün farklı düşünceleri kendi içinde tevhid etmiş olan biri, bu aşamaya gelinceye kadar bütün çatışmaları, çelişkileri ve eleştirileri kendi içinde yaşayarak aşkınlığa geldiği için, artık kendi dışında çatışacak ve eleştirecek bir düşünce bulamaz. Karşısındaki düşünceyi yermek için değil, bir ileri aşamaya taşımak için eleştirir.
Kâmil bir düşüncenin gayesi, bütün düşüncelerin gelişmesine hizmet etmektir. Bu hizmet hiçbir baskı içermez. Lâkin yetkin fikir ve düşüncelerin bir cazibesi vardır; herkesi kolayca etkiler ve dönüştürür. Bazı dehalar kendi çağlarının çok ötesinde olan fikir ve düşüncelere sahiptirler. Bunların benimsenmesi toplumlara çağ atlatır. Ancak bu benimseme, anlayıştan çok sevgiden kaynaklanır ve hızlı bir dönüşüm başlatır. Örneğin, Atatürk’ün yaşadığı dönemde devrimlerin benimsenmesinin sebebi, o devrimlerin anlaşılması değildir; halkın Atatürk’e duyduğu sevgidir. O’nun bu ülke için daima en iyi olanı yapacağına dair oluşan inanç ve güven, halkın Ata’nın izinden gitmesini sağlamıştır. Sevgi sihirli bir güç gibidir, üzerimizde ani ve köklü değişiklikler yapabilir. Sevdiğimiz her kim ise, fark etmeden onun haline büründüğümüzü görürüz; yani dönüşürüz. Onun içindir ki devrin kâmil düşünce ve fikirlerine sahip kişilerinin sevilmesi, o toplumların hızla dönüşmesini sağlar. Bu dönüşümü sağlayan, hayranlık duyduğumuz dehanın tıpkı bir sanat eseri gibi bize teshir etmesidir.
Kişilerin kendi çabaları yerine böyle bir teshir ile dönüşmesi, bu konuda çok emek vererek dönüşenler tarafından bazen eleştirilir. Yine de bizim bin bir emek çekerek geldiğimiz noktaya başka birinin çok daha kısa bir sürede ve daha az bir zahmetle gelebilmiş olabilmesi güzeldir. Kimse güneşin doğduğu yerde, “Ben nasıl aydınlanacağım?” diye düşünmez. Hâlâ kendi çabamızla aydınlanmaya çalışmak, güpegündüz mum yakmaya uğraşmak gibidir. Mumda ısrar etmek karanlığı istemektir; çünkü mum ancak karanlıkta aydınlatabilir.
İnsanlığı bir güneş misali aydınlatan bilime, felsefeye ve sanata dair her türlü eleştirel bakış, medeniyetin ilerlemesine yardım eder. Ancak ilkesiz eleştiriler keyfî olduğu için düşünce ve fikirler yerine kişileri eleştirir, hatta bu hakarete değin varabilir.
Ne yazık ki günümüzde, insanlığa teshir eden kuvvetli fikirlere ve düşüncelere karşı, farklı ve haklı bir alternatif üretememenin sonucunda, ilkesiz eleştiriler doğmuştur. Eleştiri yapabilmek, artık modernliğin ve medeniliğin bir göstergesi haline gelmiş; hele ki medeniyetin ilerlemesine olumlu katkılarda bulunmuş olanların eleştirilmesi neredeyse bir erdem halini almıştır.
Çağımızda birey olduğunu ve kimsenin tesiri altında kalmadığını ispat etmenin en etkili yolu herkesi eleştirmek olmuştur. Özellikle insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmış olan kişilerin eleştirilmesi tepkilere sebep olabileceği için, o tepkilere rağmen eleştiriyor olabilmek, kişinin kendini kahraman gibi görmesine neden olmuştur. Böyle bir cesaret, günümüz modern insanı tarafından da takdire şayan bulunmuştur. Gerçekten de öyledir; tabii eğer eleştiriler ilkeli ise, keyfî değil ise…
İlkeli eleştirilerde bulunmak yerine, alaycılığa ve aşağılamaya başvurmak cehaletten kaynaklanır; ama bundan kurtulmanın yolu, daha çok şey bilmek değil, bildiklerimizi bir gaye etrafında toplayabilmektir. Gayesiz bilişlerin gayesi, başkalarını yererek kendini yüceltmek olduğunda, bu birtakım duygusal tezahürleri de beraberinde getirir. En belirgin olanı öfke ve nefrettir ki bu da zulmeti doğurur.
İlkeli eleştiri ise rahmettir. Bir fikrin veya düşüncenin eksik olan yerlerinin tamamlanmasını, yanlışların düzeltilmesini sağlar. Böylelikle evrensel ilkeler eşliğinde ele alınan bir konuyu, olduğundan daha gelişmiş bir düzeye taşır. Bunu yaparken de kişiler ile değil kavramlar ile savaşır.
Eleştiri medeniyetin önemli bir yapı taşıdır, ama ilkesiz yapıldığında bu barbarlıktır. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb 72)
Akıl bir cevherdir. Eğer işlenir ise evrilerek cehaleti ve zalimliği ortadan kaldırabilir. Aklın evrilmesini sağlayan felsefi düşüncedir. Eleştirel akıl evrildiğinde aynı zamanda “seven akıl” olur. Seven akıl, ötekileştirmeden özgürleştirir. İlkesizce yapılan eleştirilerin dahi özgürce ifade edilmesi için çaba gösterir. Farklılıkları bir eden akıl, seven akıldır. Buna “medeni akıl” da denebilir. Ötekileştiren akıl ise sevgisiz akıldır. Ötekileştirmenin sonu saldırganlığa vardığında ortaya çıkan, barbar akıldır.
Her şey zıddıyla vardır. Medeni olmak da kendi zıddını kendi içinde barındırır ve zıtlıkların ortaya çıkması için gerekli tüm koşulları sağlamaya çalışır. Tıpkı demokrasinin, onu yıkmak isteyen zihniyetler için gereken koşulları kendi içinde sağlıyor olması gibi. Tıpkı hayrı ve şerri kendi içinde barındıran Allah’ın, şerrin ortaya çıkması için gereken tüm koşulları sağlaması (İncil’de Şeytan’a din gününe kadar izin vermesi) gibi…
Aklın özgürleşmesi ancak zıtların birliğinde olur. Seven aklın eleştirisi sanat gibidir. Teshir eder. Dönüştürür. Sevgisiz aklın eleştirisi savaş gibidir. Tekdir eder. Birbirine düşürür. Felsefi düşünce, tam da bu ikisinin bir arada olduğu ortamda mirâc edip urûc edebilir. Dilerim ki miracı olanları kutlayacağımız, urûcu olanları kucaklayacağımız ortamlar daim olur.