Okuma süresi: 89.33 mintues

Deniz Tipigil: Sevgili İlknur Hocam, büyük usta Ergüder Yoldaş’ı anmak adına vakfımız bu bültenimizi kendisine özel bir sayı olarak hazırlama kararı aldı bildiğiniz gibi. Daha önce değerli Ercan Çakır ile yaptığım röportajdan biliyorum ki Ergüder Yoldaş’ın üç öğrencisinden birisiniz ve birlikte geçirdiğiniz uzun yıllar, yaptığınız çok değerli çalışmalar var. Nasıl başlamak istersiniz söyleşimize?

İlknur Açıkel: Önce Ergüder Hoca için bir giriş yaparak başlamak istiyorum. Kimdir, müziğe neler getirmiştir üzerine. Sonra da Ergüder Hoca’nın çalışmalarının tarihçesini kısaca özetlemek istiyorum.

Türk Pop’unun tıkandığı arabesk furyası döneminde Türk Müziği’nin makamlarını ve Batı armonisini rafine bir biçimde kullanarak yeni bir çığır açmıştır. Ama Ergüder hocamız sadece bu değildir, bizde tanınma şekli böyle. Bunun yanı sıra kendisi bir filozof, tiyatrocu, müzik kuramcısı, kompozitör, müzik fiziğini çok iyi bilen bir fizikçidir aynı zamanda, ki bunları nerelerde okuduğunu ve öğrendiğini anlatacağım bir bir. Bir Marksist, çok iyi bir besteci, olağanüstü bir dahidir gerçekten; büyük bir müzik dâhisi.

Ergüder Yoldaş 6 Haziran 1939 yılında İzmir’de doğdu. İzmir Devlet Konsevartuvarı’nı bitirdi. Bazı yerlerde Ankara Devlet Konservatuvarı diye görüyorum, hayır. İzmir Devler Konservatuvarı olduğunu bizzat kendisinden teyit etmişimdir. Bu arada konservatuvar yıllarında Avni Dilligil ile tiyatro çalışmaları yapmıştır.

Konservatuvarı bitirdikten sonra Avusturya’ya Viyana’da Mozartium Konservatuvarı’na master yapmak için gitmiştir ve yüksek lisansını burada yapmıştır. Orada bulunduğu dönemde Fransa’ya geçmiş, aynı zamanda bir kilise korosunun şefi olan bir rahip ile tanışmıştır. Bu kişi Çin’de on yıldan fazla kalmış, Tibet’te de bulunmuş. Çin’de bulunduğu süre bıyunca Shaolin Rahipleri ile birlikte çalışmış. Söz konusu rahip Shaolin Rahiplerinden öğrendiği nefes tekniklerini Ergüder Hoca ile paylaşmış. Birlikte bunların üzerine çalışmalar yaparak ve ses kullanım teknikleri de ekleyerek, özel bir ses ve nefes teknikleri metodolojisi haline getirmişler. Bu nefes tekniklerini sese uyarlayan Ergüder Hoca. Benim kendisinden devraldığım bayrak budur yani. Bunun eğitimini veriyorum. Bunun nasıl olduğunu, ne şekilde olduğunu, neler yapıldığını daha sonra anlatacağım.

Daha sonra St. Petersburg konservatuvarına gidiyor Ergüder Hoca, burada doktora yapıyor. Müzik fiziği ve kompozitörlüğü burada okuyor. Bu konuda kitapları vardı, notları vardı fakat hepsi kayboldu maalesef.

Daha sonra bir armoni kitabı yayınlıyor Ergüder Hoca. Bu kitap Kültür Bakanlığı tarafından basılmış fakat Bakanlık’tan araştırdığımız halde maalesef bu kitaba ulaşamadık. Ama Kültür Bakanlığı’nın bünyesinde olduğu dokümanlarda var.

Deniz Tipigi: Rusya’da aldığı eğitimden, doktorasından sonra armoni kitabını yayınlıyor anladığım kadarıyla.

İ.A.: Evet, Rusya’da mesleğinin doruğuna ulaşıyor. Orada aldığı eğitimi çok önemserdi. Ve yıllarca sakladı bunu; Rusya’da eğitim aldığını. Malum darbe dönemi, kendisine yakıştırılan birtakım şeyler nedeniyle sakladı yıllarca. Bir gün aynı yerde eğitim alan bir arkadaşından duydum da öyle açıkladı bana da, bir nevi itiraf etti.

D.T.: Afrika’da bulunduğunu da iletmiştiniz Ergüder Hoca’nın, ne sebeple gittiğini ve ne kadar kaldığını biliyor musunuz?

İ.A.: Evet, etnik müzik araştırmaları için gidip bir yıl kaldığını biliyorum, annesinin vefatında da Afrika’da imiş hatta. Daha fazla dayanamamış ve dönmüş sonra. Ergüder Hoca ülkesine çok düşkün bir insandı. Türkiye’yi çok seviyordu. Her şeye rağmen yurt dışına gitmeyi hiç düşünmedi. Anlattığım tüm bu eğitimleri sırasında da devamlı gidip gelmeleri var, yani uzun süre Türkiye’den uzak kalamıyordu.

1963 yılında Halikarnas Altılı’sını kuruyor; solistleri Turgut Oskay. Aynalar, Geçti Dost Kervanı, Kambur Felek, Anadolu Rüzgarı, Kar Tanecikleri, Şu Şu gibi albümleri var bu dönemde. Farklı müzisyenlerle de çalışıyor bu dönemde ama daha çok Turgut Oskay ile.

1970 yılında İstanbul’da Ergüder Yoldaş Türk Hafif Müziği Orkestrası’nı kuruyor. Bunun çalışmaları sürerken Ayla Algan ile birlikte çalışmaya başlıyorlar. Bu dönemde İstanbul Şehir Tiyatroları Direktörlüğü var. 1977’li, 78’li yıllarda İstanbul Müzik Festivali Direktörlüğü’nü de yapıyor. İstanbul Radyosu Pop Orkestrası Şefi idi aynı zamanda.

1972’de Altın Orfe var Bulgaristan’da, Ayla Algan ile birlikte 2.lik alıyorlar burada.

1977 yılında Sopot. Agile Note diye bir parçayla katılıyorlar, fransızca. Bunun öyküsü çok enteresandır. Yarışmaya katıldıkları parçanın Polonya ezgisi olması gerekiyor. Başvuruyorlar, önce tamam deniliyor fakat sonradan “Bu Polonya ezgisi değil, sonradan bestelenmiş” diyorlar. Folklorik bir şarkı seçeceksiniz diyorlar. Bunu önce Ayla Abla’dan (Algan) dinlemiştim sonra Ergüder Hoca da anlattı. Hoca bir gecede, 104 kişilik orkestraya, parmağı kırık olduğu halde tek tek orkestrasyonları yazıyor. Ertesi gün yarışmaya giriyorlar ve 1. oluyorlar. Ödül töreninde sahneye ikinci kez çağırılan tek sanatçı da kendisi oluyor.

Bu yıllarda bildiğim kadarıyla yine Şehir Tiyatroları Direktörlüğü devam ediyor. İstanbul Festivali Direktörlüğü devam ediyor.

Şehir Tiyatrolarında Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde Ayla Algan, Tuncel Kurtiz, Şener Şen, Macit Koper gibi isimlerin oynadığı Cesaret Ana ve Çocukları’nın müziklerini yapıyor. Yine çok sesli, temelinde Türk müziği motifleri. Adsız Oyun diye başka bir oyun daha var müziklerini yaptığı. Yönetmen Beklan Algan. O dönemde ayrılmaz bir ekip oluyorlar; Beklan Algan, Ayla Algan, Ergüder Yoldaş devamlı bir aradalar.

Sonrası 1979 yılında Almanya. Yine Beklan ve Ayla Algan, Ergüder Hoca ile birlikte Almanya’ya gidiyorlar. Ergüder Hoca iki yıl Almanya’da kalıyor o dönem. Berlin’de Schaubühne am Halleschen Ufe adlı tiyatro ve gösteri merkezinin yöneticisi, büyük Alman tiyatro yönetmeni Peter Stein davet ediyor onları. Giden Tez Geri Dönmez adında bir müzikal oynuyorlar kapalı gişe olarak. Müzikler yine Ergüder Hoca’nın. 3 saatlik bir oyun. Türkiye’den Almanya’ya göç edenlerin hikâyesi.

Ve kim izliyorsa oyunu, ağlıyor. Sadece Türkler değil, Almanlar da gelip müthiş bir zevkle izliyorlar. O oyunun dvd’si var elimizde, Almanya’dan talep ettik gönderdiler. Müzikler muhteşem. Oyuncular yine Ayla Algan, Macit Koper, Şener Şen, Tuncer Kurtiz, Kerim Afşar. Beş tane enstrümanla çok sesli müzik yapıyor Ergüder Hoca, bizim Anadolu ezgilerimizi kullanıyor. İçinde altı veya yedi tane de kendi bestesi var. Daha sonra bunlardan iki tanesinin sözlerini değiştirerek Sultan-ı Yegâh albümüne koyuyor.

Almanya’da bu dönem içinde Bach analizleri yapıyor. Caz armonisini oluşturan yeni akorlar, yeni sistemler bu şekilde ortaya çıkıyor. Hatta Türk müziğinin armonilenmesini de Bach ile çözdüğünü anlatmıştı Ergüder Hoca. Bu analiz çalışmalarından ötürü Almanya’da Avrupa Müzik Otoriteleri tarafından ödüllendiriliyor. O dönemde Alman Senatosu Başkanı çok iyi bir müzisyenmiş ve çok seviyormuş Ergüder Hoca’yı ve müziğini, kendisi ön ayak oluyor. Bu ödül son zamanlarına kadar bavulundaydı ama maalesef sonra ne oldu bilmiyorum.

1982’de ilk önce Sultan-ı Yegâh’ı 45’lik olarak çıkarıyorlar, sonra da albümünü longplay olarak çıkartıyorlar.

Sultan-ı Yegâh projesinde yer alan tüm müzisyenler Selçuk Başar, Yaz Baltacıgil, Garo Mafyan gibi isimler ki İstanbul Gelişim ile yapıyorlar kayıtları zaten, “Mümkün değil, bu plak tutmaz” diyorlar. O da diyor ki “En az 500.000 satacak.” O dönem yüzbinin üstünde satan Altın Plak alırken gerçekten beşyüzbinin üzerinde satıyor Sultan-ı Yegâh albümü.

Ergüder Hoca’nın politeknik armoni sistemini anlattı sanıyorum Ercan Çakır, oralara girmeyeceğim bu yüzden. Kendine özgü tamamen ayrı bir sistem. Tonal armoni diyemiyoruz Ergüder Hoca’nın tekniğine yalnızca. Politonal armoni. Stravinsky’nin sistemi ama Ergüder Hoca onu geliştirmiş ve Türk müziğine uyarlamış.

D.T.: Şu ana kadar anlattıklarınız Ergüder Hoca ile tanışmadan önceki müzik yaşamına dair çok güzel bir özet oldu. Peki siz nasıl tanıştınız kendisiyle?

İ.A.: 1984’ün sonları idi. O zaman Beşiktaş’taki İstanbul Belediye Konservatuvarı, İstanbul Üniversitesi Konservatuvarına devrolmuştu ve dolayısıyla Kadıköy’e taşınmıştık. Bedrettin Dalan o dönemde Belediye Konservatuvarını kapatmıştı yeşil alan yaratmak için. Fakat İstanbul Üniversitesi bizi bırakmadı ve çeyizimiz ile birlikte aldı bizi. Yeni bir dönem başlamıştı böylece, bizim için de konservatuvar için de. Ergüder Hoca ile tanıştığımda Kadıköy’deki İstanbul Üniversitesi konservatuvarında iki yıllık hoca idim.

Konservatuvarda dersten çıkıp ve Şişli’de felsefe çalışmaları yaptığımız yere gitmiştim. Bir baktım Ergüder Yoldaş. Şok oldum. Gerçi felsefe grubumuzdan Ercan Çakır’ın onun öğrencisi olduğunu biliyordum ama orada kendisini göreceğimi hiç beklemiyordum. Hiç haberim yoktu yani. Girdim içeri, hoş geldiniz dedim, oturdum. O sırada sohbet ediyorlardı Metin Bobaroğlu ile. Ergüder Hoca’nın cam gibi masmavi gözleri nasıl pırıl pırıl bakıyor anlatamam. İnanılmaz bir enerji fışkırıyor. Kendisi çok halim salim, kendi halinde; ama o gözler ateş gibi. Ercan Çakır benden bahsetmiş Ergüder Hoca’ya. Daha önce konservatuvarda olduğum dönemde bütün sempozyumlarına katılmıştım Hoca’nın. Hatta gidip danışmıştım da ama tabi hatırlamaz o dönemleri, Sultan-ı Yegâh henüz çıkmamıştı.

Refik Algan dostumuz “İlknur’un sesini dinledin mi Ergüder Hocam” dedi. Çok severdi beni, sesimi de. “Yok dinlemedik” dedi Hoca. “Bir dinle; harika!” dedi Refik. “İyi, bir şarkı söylesin o zaman,” dedi Ergüder Hoca da. “Abdülkadir Meragi’den bir şey oku” dedi sonra. Abdülkadir Meragi’nin hangi eserini okuduğumu hatırlamıyorum şu an, hatta başka şarkılar da okumuştum, onları da hatırlamıyorum. Hoca’nın Abdülkadir Meragi’yi çok sevdiğini de sonradan öğrendim.

Okudum şarkıları, gülümsedi. Kalktı, Ercan Çakır’ı da çağırdı yanına ve Refik Algan’ın kulağına bir şeyler söyledi. Aralarında konuştular fısıltı ile. Sonra “Sakın söylemeyin, sonra şımarır” dedi. Benim şımarmayacak bir insan olduğumu bilmiyor tabi. Bana iki yıl sonra söylediler, ben de sonra gittim kendisine sordum, teyit etti. “Şu an bir parça yapsam söylese, hit olur” demiş.

Ergüder Hoca her gün Şişli’deki toplantı mekânımıza gelmeye başladı o dönem. Ben de her gün oradaydım zaten. Çok enteresan, renkleri tanımıyordu o dönem, kendi bestelerini hatırlamıyordu Hoca; tamamen unutmuştu. Ben arada yanına gidiyordum, kendi şarkılarını mırıldanıyordum, hiç oralı değildi, hatırlamıyordu yani.

Bir gün çıktık beraber Şişli’den, otobüse yalnız binemiyordu Hoca, otobüse bindirdim onu, karşılıklı oturduk. Ben mutluluktan gülümsüyorum o sırada, içim gülüyor yani. Çok seviyorum Hoca’yı. O da bana bakıyor gülümsüyor, karşılıklı oturmuş gülümsüyoruz otobüste.

Yıllar sonra o gün hakkındaki düşüncelerini söyledi bana. Bir gün çok sıkı bir tartışma yaşamıştık. “Ne yaparsan yap, o gün o otobüsteki bakışın vardı ya bana, bana hayatımda hiçbir kadın öyle bakmadı,” dedi. “Senin arkadaşınım ben, dostunum, kızınım, hiçbir beklentim yok senden ve ne olursa olsun senin yanındayım diyen bir bakıştı. O kadar saf, öylesine güzel bir sevgi ile dolu bir bakıştı ki” dedi, “O bakışın hatırına ne yaparsan yap başımın tacısın.” Çok enteresan bir gündü o otobüsteki gün hakikaten.

Dediğim gibi o dönem her gün Metin Bobaroğlu ile konuşuyorlar, felsefe çalışıyorlar Şişli’de. Yine ben bir gün şarkılarını mırıldanırken yanında, birden hatırladı. “Aaa o benim bestem, sen nereden biliyorsun?” dedi. “Ergüder Hocam ben senin bütün bestelerini biliyorum” dedim. İlk defa o gün hatırladı, hiç unutmam. Sonra böyle böyle yavaş yavaş hatırlamaya başlayınca bestelerini, yeniden yazmaya başladı.

Hatırladığım kadarıyla otobüsteki o günden yaklaşık bir ya da iki ay geçmişti, bir gün bana geldi ve “Benimle çalışır mısın?” dedi. Ve biz birlikte çalışmaya başladık. Ne çalışmaya başladık? Onun degrade adını verdiği, daha önce bahsettiğim Avusturya’daki rahip ile çalışmalarını yaptıkları nefes, ses ve şan egzersizlerini.

İlk gün iki saat çalıştırdı beni. Çok ağır egzersizlerdir. Öğrencilerime başlangıçta on dakika yaptırdığım zaman o egzersizleri, ay karnım ağrıdı, ay bacağım ağrıdı diyerek bin bir dereden su getirirler. İki saat boyunca gıkımı çıkaramadım ben ve yaptım o egzersizleri. Hiç unutmuyorum o ilk iki saati. Ondan sonra da birlikte çalışmaya başladık.

Derken 1985 yılında Şişli’de Karamanoğlu Sanat Merkezi’ni kurduk Metin Bobaroğlu’nun da desteği ile. Karamanoğlu ailesi yanlış hatırlamıyorsam, kırtasiye üzerine yatırım yapmış bir aileydi. Büyük bir iş merkezleri vardı, en üst katı boştu. Onlar teklif etmişlerdi sanat merkezinin kurulmasını. Kızı da çok büyük destek vermişti hatta. Orada dersler vermeye başladık. Asistan olarak Şule Oğuz’u da aldı yanına, çok sevdiğim, çok yakın bir dostumdu Şule.

Ergüder Hoca’nın çok sevdiği bir arkadaşı vardır Fırat Kızıltuğ adında; benim de konservatuvarda heyetten ve korodan arkadaşımdı. Viyolonsel ustasıdır ama piyano da çalar. Çalmadığı enstrüman yoktur. Ud çalar, tambur çalar, her şeyi çalar. Ergüder Hoca da bütün enstrümanları çalardı bu arada. Fırat da gitar ve ud dersleri veriyordu merkezimizde, hiçbir şey beklemeden, hemen gelmişti davet ettiğinde Hoca.

Ben o sırada konservatuvara da devam ediyorum, her gün sabah 10.30’dan 13.00’e kadar konservatuvardayım, çıkışta Şişli’ye Sanat Merkezi’ne gidiyorum.

Burada anlatmak istediğim önemli bir anım var, Ergüder Hoca’yla çalışmaya başladığımız dönemde. Bir gün Hoca’ya “Ben konservatuvarda şan bölümünde okumadım, keşke okusaydım” gibi bir şey söyledim, o da “Şan okusaydın seninle çalışmazdım ki ben, sesini bozarlardı. Türk Sanat Müziği üzerine okudun diye aldım yanıma seni ben,” dedi.

Sonra neden öyle dediğini anladım. Ergüder Hoca’nın egzersizlerini yaptığında aryayı arya gibi söylersin, Türk müziğini Türk müziği gibi, halk müziğini halk müziği gibi, pop’u pop gibi, cazı caz gibi, rock’ı rock gibi. Yani sesi belli bir yere akortlamıyor o egzersizlerle.

Belirtmek isterim ki benden önceki öğrencilerine bu tekniklerin tamamını değil, belli kısımlarını aktarmıştı Ergüder Hoca ama tamamını yalnızca benimle paylaştı, ruhu şad olsun.

Bir gün çalışıyoruz Hocayla, bu arada herkes de bana diyor ki Nur Yoldaş’a çok benziyor sesin. Yok dedim Hoca’ya, ben Nur Yoldaş olmak istemiyorum; ben İlknur Açıkel’im ve kendi sesimi istiyorum.

Kıyamet koptu. Masaya vurdu yumruğunu. Ben Ergüder Yoldaş’ım dedi. Ben nasıl istiyorsam öyle olacak. Ben de vurdum masaya. Ben de İlknur Açıkel’im, ben kendim olacağım, fabrikasyon istemiyorum dedim. Oldukça ciddi bir tartışma oldu o gün aramızda yani.

İşte o gün söyledi biraz önce anlattığım otobüsteki güne dair anekdotu. “Ne yaparsan yap başımın tacısın. Tamam, kimseye öğretmedim ama sana öğreteceğim. Yapmayı öğrettiğim gibi bozmayı da öğreteceğim. Her şeyi kendin gibi okumayı öğreneceksin, sana kendi sesini vereceğim,” dedi.

“Bir gamlı hazanın seherinde, ısrara ne hacet yine bülbül” Ahmet Haşim’in şiiri üzerine yapılmış bir beste. Altı ay bana sadece o şarkıyı söyletti. Artık midem bulanıyordu şarkıyı söylerken. “Ne zaman bunu istediğim gibi söyleyeceksin, ondan sonra her şarkıyı zaten doğru okuyacaksın. Ondan sonra bu kadar uğraşmayacağız,” demişti Hoca.

Hoca’nın albümünde de vardı o şarkı, Bir Gamlı Hazan ile beraber, Çeşm-i Siyah, Mevsim Sensin, Pigmalyon ve Sultan-ı Yegâh albümünün tüm parçalarını çalıştık o dönemde.

Altı ay boyunca her gün yedi, sekiz saat çalışıyoruz; düşünün. Tabi bu arada öğrenciler geliyor,  gidiyor. Öğrenciler gidince biz yine çalışıyoruz gece yarılarına kadar. Artık ömrüm boyunca bir daha okumam o şarkıyı diyordum kendime. Bakmayın böyle söylediğime, çok sevdiğim bir şarkıdır. Yaptığımız albümü çıkarabilseydik, albümde de vardı o şarkı dediğim gibi.

Şişli’de iken Bilsak’ta da ders vermeye başlamıştık bir yandan. Ayla Algan ve Beklan Algan Cihangir’de Bilsak’ın binasında tiyatro çalıştırıyorlardı öğrencilerini. Haftada bir gün oraya derse gidiyorduk. Ayla Algan ile de öyle tanıştım. Ayla Abla “Ne işiniz var sizin orada, dershane açıyorsunuz. Gelin burada hep beraber çalışalım,” diyordu. Ergüder Hoca ise “Yok, orası ayrı burası ayrı,” diyordu. Bu dönemde Ergüder Hoca Homeros’un İlyada eseri üzerinden bana tiyatro da çalıştırıyordu.

Aynı dönemde Haluk Özkan gelmişti dershanemize. Kendi besteleri vardı, Nazım’ın şiirlerini besteliyordu. Ona bir albüm yaptı Ergüder Hoca, Selda Bağcan’ın stüdyosunda. Vokalleri de ben yapmıştım.

Bu arada Şişli’deki sanat merkezinde sorunlar çıktı. Detaylara girmek istemiyorum ama şunu söylemek isterim. Orada büyük bir sanat hizmeti verilmesi umurunda değildi sahiplerinin.

Sonunda Şişli Sanat Merkezi kapatıldı ve Ergüder Hoca’nın eserlerine ve eşyalarına el koydular. O eserlerden bazılarının isimlerini saymak isterim burada. Atatürk Senfonisi, Atatürk Oratoryosu, doğuşlarını benim seçtiğim İsmail Emre Oratoryosu, kendi yazdığı armoni kitabı kitap haline getirilmemiş fizik müziği notları, 4. Dünya Savaşı adlı mitolojiden uyarlanmış tiyatro eseri.

D.T.: Çalışırken nasıldı Ergüder Hoca, nasıl bir stili vardı bir Hoca olarak diye sorsam?

İ.A.: Benim yanıma son gelişi hariç, çalışma sırasında çok otoriterdi. Dediğim dedik sert bir hoca idi yani. Hatta bunu sorunca aklıma eski dönemlerinden anlatmadığım bir anekdot da geldi.

İstanbul Müzik Festivali için çalıştığı dönemde Devlet Senfoni Orkestrası’na da şef olarak atanmış Ergüder Hoca. Dediğim gibi çok otoriter bir hoca idi ve çok çalıştırırdı. Orkestra alışmış sadece tek bir prova alarak, saatlerce çay, kahve ve konuşma ile zaman geçirmeye. Hoca’nın soktuğu çalışma disiplini çok ağır gelmiş. Yirmi beş kişi birden istifa dilekçesi yazmış. Bunun üzerine de Ergüder Hoca kendisi istifa etmiş. Bu da bir başka inanılmaz anısıdır Ergüder Hoca’nın.

D.T.: Hakikaten öyle. Peki sanat merkezi kapatıldıktan sonra neler oldu, nerede devam ettiniz çalışmalarınıza?

İ.A.: O arada ne oldu, bitti bilmiyorum ama Ergüder Hoca yok oldu ortadan. Derken Silivri’ye gittiğini duyduk. Küçük bir evde hatta bir odada altı ay kadar kalmış bir tanıdığı ile. Hatta hiç konuşmamışlar altı ay boyunca, öyle söylemişti bana daha sonra. Sonra tekrar döndü geldi ve tekrar hastaneye yatırdılar Hoca’yı; Çapa’ya, psikiyatri bölümüne. Ayla Algan yatırdı hatta hastaneye kendisini.

Süleyman Velioğlu o zaman Çapa Psikiyatri Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanı idi. Süleyman Hoca, Ayla Algan’ın hocası idi, onunla birlikte felsefe çalışmaları yapıyorlardı. O dönemde Ergüder Hoca’yı da alıyorlar aralarına.

Oradaki hastalara müzik dersi verip şarkı söylettiriyor Ergüder Hoca; hayata dönsün diye öyle uygun görmüş Süleyman Bey. Ben haberini alır almaz direkt gittim hastaneye ve Süleyman Bey ile görüştüm. Daha sonra Ergüder Hoca’yı gördüm. Oturduk birkaç saat, konuştuk. Çıkışta tekrar Süleyman Bey’e sordum her gün hastaneye gelip gelemeyeceğimi, uygun buldu ve ben her gün hastaneye gelip gitmeye başladım.

Süleyman Hoca ile konuşmamızdan yaklaşık on gün sonra idi, dediğim gibi ben her gün gidiyordum hastaneye, kendisi çağırdı beni.

“İlknur Hanım bu nasıl şey bilmiyorum. Ergüder Bey’in rahatsızlığı bildiğimiz, sıradan hastalardaki gibi değil. Ergüder Bey dâhi bir insan. Yapmak istediklerini yapamadığı için bugün burada. Ve gözlemlediğim bir şey var, biz ona ne kadar terapi uygularsak uygulayalım başarılı olamadık. Ama siz geldiğinizden beri Ergüder Bey yeniden müzik yazmaya başladı. Sizi çok seviyor ve çok güveniyor. Rica ediyorum sizden, lütfen Ergüder Bey’i bırakmayın. Onun sağlığı da başarısı da çalışmasına bağlı. Ne zaman üretirse o zaman iyi olacak. Üretmediği zaman Ergüder Bey hasta olur,” dedi.

Bunu hiç unutmuyorum. Daha sonra diyaloğumuz devam etti Süleyman Bey ile. Hatta bir resim sergilerinde Ergüder Hoca ile birlikte müzik yaptık daha sonra.

Bu diyalog üzerine birlikte çalışmaya başladık Ergüder Hoca ile stüdyoda, hastanede iken. Hoca yine hastanede kalıyordu fakat gündüzleri stüdyoya geliyor, akşam dönüyordu. Bir süre sonra geceleri de stüdyoda kalmaya başladı.

D.T.: Hangi stüdyo diye sorsam?

İlknur Açıkel– Laleli’de Meriç Stüdyo, Baha Boduroğlu’nun. Genelde TRT için müzikler yapılan bir stüdyoydu. O dönemde Necef Uğurlu, Ahmet Uğurlu, Yasemin Yalçın, Demet Akbağ’ın içinde olduğu Eski Dostlar vardı, onların müziklerini ben seslendiriyordum. Eski Dostlar dışında yaptığımız çalışmaları da sayayım. Ali Poyrazoğlu’nun Kim Bunlar’ının müzikleri, Gençler dizisi, Nostalji albümleri. Nostalji Albümleri’nde Beatles parçaları da vardı enstrümantal olarak, ben vokalleri üzerine sadece ses ile sözsüz olarak yapıyordum. Orkestrasyonları Ergüder Hoca yapıyordu, seslendirmeleri yine ben ve birkaç arkadaşım. Hatta birkaç sene deniz otobüslerinde çaldı o albüm.

1989 yılında Sarper Özhan’ın müziklerini yaptığı Fosforlu Cevriye Müzikali için Karakolda Ayna Var şarkısını okudum. Fosforlu Cevriye müzikal olarak TRT’de üç bölüm halinde yayınlanmıştı o yıl.

Ergüder Hoca çalıştırdı tabi beni nasıl okumam gerektiği konusunda, hem teknik hem de duygu olarak. Kayda da Hoca ile gittik. Girdim stüdyoya, pilot kaydını yani deneme kaydını almak için, bir kez okudum sadece. İkinciyi okutmadılar, bu harika oldu diyerek. Hoca çalıştırdı mı öyle çalıştırırdı yani.

Asıl önemlisi, 1989’da Eurovision yarışmasına katılımımız oldu. Timur Selçuk’un Bana Bana adlı eseriyle birinci olduğu yıl. Ergüder Hoca da beste ve sözleri kendisine ait bir eserle ve benimle katılmaya karar verdi Eurovisiona’a. Muhteşem bir eserdir, en sevdiğim şarkılarından biridir Hoca’nın. Ve maalesef sonradan öğrendik ki, katıldığımız eseri yolladığımız master bant hiç açılmamış dahi. Onu da başvuruda bulunup bantımızı geri istediğimizde öğrendik. Final elemelerine dahi kalamadığımızı öğrendiğimizde Hoca eserin bantını geri istedi. Süheyl Denizci getirdi bantı Ergüder Hoca’ya. Bantın mühürü üzerinde duruyordu, kırmızı mum ile mühürlenerek yollanıyordu bantlar o zaman. Hiç açılmadığını gördük bantı alınca yani. Süheyl, Ergüder Hoca’ya “Bantını açmadılar dahi Ergüder korkudan, açıp dinlemediler dahi. Bunlar senin arkadaşların olan insanlar, uzaktan bir şey bekleme,” dedi,

Ergüder Hocanın cevabı çok kısaydı. Yalnızca “Şaşırmadım,” dedi.

Bu arada Coşkun Plak geldi stüdyoya ve yine bir Nostalji albümü yaptırmak istedi ama Türk Müziği parçaları üzerine. Bir de Tatlı Dillim var. O zaman Hayrettin Sütşurup idi Coşkun Plak’ın sahibi. Selda Bağcan’dan dinlemeye alışmışlar parçayı, kaç kişi gidip geldiyse olmadı, her gelene bu böyle okunmaz diyor.

Bir akşam ben mutfakta yemek yapıyorum stüdyoda, bir yandan da Tatlı Dillim’i mırıldanıyorum. Koşarak geldi mutfağa ve işten ben böyle bir ses istiyorum, sen okur musun dedi, tabi okurum dedim. Ergüder Hoca ile yaptık tabi o parçanın kaydını da. Onu okurken yanımdaydı yani. Ve ben ilk defa o zaman Ergüder Hoca’yı ağlarken gördüm. Koloratür soprano dedi, işte dedi, istediğim gibi oldu sesin, bunu istiyordum işte ben, dedi. Bir yandan da gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Hiç unutmam o günü ve o anı.

Aynı dönemde Ergüder Hoca bazı Türk Müziği eserlerini, ki içlerinde Neşe-i Muhabbet, Benzemez Kimse Sana gibi çok güzel şarkılar vardı, çok sesli yaptı. Olağanüstü oldular, olağanüstü. Turgut Oskay’a ve bana okutacaktı Hoca eserleri. Benim bütün isteğim de Ergüder Hoca’nın albümünü yapıp, arkadan da çok sesli bir Türk Müziği albümü yapmaktı zaten.

Bu arada felsefe çalışmaları yaptığımız, daha sonra vakıf haline gelen grubumuz için üç tane albüm yaptık. Ergüder Hoca o dönemde felsefe grubumuzun katılımcılarına müziğin fiziği üzerine, ses dalgaları üzerine çok değerli sunumlar, anlatımlar da yapmıştı. Sonra Ercan Çakır ile iki albüm yaptık. Hepsi İsmail Emre doğuşlarının bestelerinden oluşan albümlerdi.

D.T.: Ne güzel. Peki yayınlandı mı bu albümler?

İ.A.: İMÇ’ye gönderdik albümleri. Fakat olumlu yanıt almadık. Bütün plakçılar benim okuduğum bir eser üzerinde durmuşlar sadece. Böyle bir ses arıyoruz, demişler. Pek çok taleple geldiler daha sonra bana ama ben illa Ergüder Hoca’nın eserlerini okumak istiyordum. Başka birilerinin şarkılarını okumak vefasızlık gibi geliyordu. 2 yıl uğraştı Yaşar Kekava, ısrarla teklifler verdi. O dönemin en önemli plak şirketleri de benzer tekliflerle geldi. Ki Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya’nın şarkıları idi okumamı istedikleri ve ben Zülfü Livaneli’nin eserlerini çok güzel okurdum hakikaten.

Israrla reddettim o zaman tüm teklifleri, beni para ile ikna edemezsiniz diyerek. Şimdiki aklım olsa söylerdim o şarkıları, daha sonra da o imkânlarla Ergüder Hoca’nın albümlerini yapardım.

Tüm bunlar olurken bir yandan Nostalji albümleri de devam ediyordu. Güzel şeyler yaptık Baha’nın stüdyosunda o yıllarda. Hiç unutmayacağım anılardan birini daha anlatayım o dönemden.

Baha’nın o zaman bir yardımcısı vardı, Doğan adında. Doğan bir gün bir İspanyolca parça getirdi. Plağı koydu, bir kere döndü şarkı. Ergüder Hoca’nın bilmediği bir eser. Hoca’dan parçayı notaya alabilir mi kendisi için diye ricada bulundu. Hoca içeriye gitti, yarım saat sonra bütün orkestra partisyonları ile şarkıyı notaya dökülmüş olarak getirdi. Bunca yıllık müzik hayatımda ben böyle bir şey ne gördüm ne de duydum. Hepimiz donduk kaldık zaten. Yani nasıl, ne zaman, biliyor muydunuz bu şarkıyı Hocam, diye sorular uçuştu havada. Hoca da “Yok evladım, şimdi dinledim ve yazdım istedin diye,” dedi. İşte böyle bir deha ve böyle güzel bir insandı Ergüder Hoca.

Bu arada bahsettiğim dizilerin müziklerini yaparken nasıl çalıştığımıza da değineyim. Dizilerin müziklerini o anda yapıyor Hoca, yani hissettiği, duyduğu anda hemen notaya alıyor, bir kere prova yapıyoruz, stüdyoya giriyoruz, çalıyoruz ve okuyoruz. Bu denli seri çalışıyorduk yani.

D.T.: Ergüder Hoca ile tanışmadan önce aldığınız onca yıllık müzik eğitiminin üzerine, bir de kendisi gibi büyük bir ustanın öğrencisi, asistanı olunca mümkün o serilikte çalışmak tabi. Konservatuvar eğitiminizin yanı sıra yanlış hatırlamıyorsam üniversitede kimya dalından da mezunsunuz. Yeri gelmişken biraz da kendi öğretim hayatınızdan bahsetseniz, yolculuğunuzun başından itibaren müzik ve diğer alanlarda aldığınız eğitimlerden?

İ.A.: Tabi kısaca bahsedeyim. İlkokulda TRT Radyo Çocuk Korosundaydım, bir yandan da akordeon çalıyordum. Profesyoneldim yani, ilkokuldaydım ama para kazanıyordum. İlkokul birinci sınıftayken Lavignac Solfej kitabını ezbere okuyordum.

Ortaokula kadar devam ettim TRT Çocuk Korosuna, sonra bıraktım. Lise bitince de hem İstanbul Üniversitesi Kimya bölümüne hem de İstanbul Belediye Konservatuvarına girdim. Konservatuvarda ana enstrümanım keman idi. Çocukluktan başladı müzik öğretimim, eğitimim yani.

‘78 kuşağıyım ben bir de. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydim yani. Çok zor günlerdi, çok. Ama yine de okuduk. O dönemde hem üniversiteye devam ediyorum hem belediye konservatuvarına. Kurs mahiyetinde idi İstanbul Belediye Konservatuvarı o zaman. Beyazıt’ta üniversitede laboratuvarda deney düzeneğini, tesisatımı kuruyordum ve çıkıyordum, Beşiktaş’a konservatuvara gidip derslere giriyordum. Deney beş, altı saat sürüyordu çünkü. Sonra konservatuvardan çıkıp tekrar Beyazıt’a üniversiteye gidip deney sonuçlarımı alıyor ve teslim ediyordum. Oradan da çıkıp üniversite korosunun çalışmasına gidiyordum. Pazar günleri de keman dersine ve halk dansları çalışmalarına gidiyordum. Arkadaşlarım nereden buluyorsun bu enerjiyi derlerdi hep.

D.T.: Teşekkür ederim bu güzel özet için. Laleli’deki stüdyo dönemindeki çalışmalarınızı anlatıyordunuz…

İ.A.: Evet, o dönemde yine hastanede Ergüder Hoca’mızın onuruna bir konser verdik. Coşkun Tatlıparmak vardı o dönemde. Dostluğumuz yıllar boyunca devam etti, nur içinde yatsın. İyi bir piyanist, iyi bir müzisyen, çok sevdiğim bir abimizdi. Esin Afşar geldi, ben çıktım, Coşkun Abi piyanodaydı. Ergüder Hoca da tabi yanımızda. İşte o gün Esin Afşar belki Ergüder Hoca’ya destek için belki de gerçekten ihtiyaç duyduğu için, bir Mevlana çalışması teklif etti. Ve Hoca da onu çalışmaya başladı.

Bütün bunlar olurken Bilsak’taki tiyatro öğrencileri ile çok ilginç Brecht denemeleri, çalışmaları yapardı Ergüder Hoca. Absürt çalışmalar yani, herkesin cesaret edemeyeceği çalışmalar. Yolda giden insanlara değişik değişik sorular sordururdu öğrencilere, değişik hareketler yaptırırdı. Yine böyle bir gün, bir Brechtyen deneme yaparken, bacaklarına şişeler bağlıyor, kollarına patatesler bağlıyor, Laleli’de dolaşıyor. İnsanların tepkilerini ölçmek için yapıyordum bunu diyor, ama nafile. Aklını kaybetti yine diyerek apar topar hastaneye yatırıyorlar.

Hastanede olduğu dönemde ben Laleli’deki stüdyodan ayrıldım. Ergüder Hoca’yı hastanede ziyaret etmeye başladım. Bir yandan kendi işlerime koşturuyorum, bir yandan felsefe toplantılarına katılmaya çalışıyorum. Hastaneden ayrıldığını duydum Ergüder Hoca’nın o arada. Tam o sırada babam hastalandı. Ağır bir amfizem geçirdi, birkaç ay hastanede yattı, ben de refakatçi olarak yanında kalıyordum tabi.

İşte tam bu dönemde Ergüder Hoca’nın izini kaybettim. İki yıla yakın bir süre izini bulamadım Ergüder Hoca’nın. Sadece ben değil, hiç kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Teknolojinin bugünkü imkânları ile düşünüldüğünde akıl almıyor belki ama o dönemde imkânlar çok sınırlıydı.

Derken televizyonda bir haber oldu ve anladık ki Büyükada’daymış.

D.T.: Ne zaman gitmiş kendisi Büyükada’ya bilginiz var mı?

İ.A.: Bildiğim kadarıyla 1991’de hastaneden çıkınca bir doktor arkadaşının yanında kalmış bir süre. Anlaşamamışlar, doktor arkadaşı evden ayrılmasını istemiş. Sonra Büyükada’ya gitmiş. Önce Ayla Algan’ın evine kalmış bir süre, Reşat Nuri Güntekin’in eski evinde. Bir şeye küsmüş, oradan da ayrılmış. Bir süre eski belediye başkanı Recep Bey, soyadını unuttum, alıyor Ergüder Hoca’yı evinde ağırlıyor. Ona da diyor ki, ne zaman çalışırım, üretirim, para kazanırım, buranın kirasını öderim o zaman burada yaşarım. Oradan da gidiyor.

Daha önceden yine adalıların adını Robinson koydukları Avusturyalı bir adamın yaşadığı bir kulübeyi buluyor. Adanın 8 km arkasında. Hayırsız Ada’nın tam karşısı. Bulduğu yer kulübe de değil tam, evin duvarları var çatısı yok, çatıyı naylonla kapatmış, inanılmaz şeyler yapmış.

Kendisine yapılan tüm yardımları reddediyordu Ergüder Hoca o noktada. Çok onurlu bir insandı. Gururlu değil, onurlu. Çok onurluydu.

Ben gittiğimde gözlerine inanamadı, nasıl sarıldı bana kızım gelmiş diye, anlatamam.

Kar vardı hatta o gün gittiğimizde. Konservatuvardan bir arkadaşımla beraber gitmiştik. O geri döndü ben Ergüder abi ile kaldım. Dışarıda oturduk, ocak yakıyordu o çatısı naylonla kapalı kulübenin dışında. Çayını da orada yapıyordu, yemeğini de orada pişiriyordu. O gece sabaha kadar oturduk sohbet ettik. Ertesi sabah döndüm. Anlatacak çok şeyi vardı.

Sonra ben her hafta gitmeye başladım. Ona erzaktı, şuydu, buydu götürüyordum. Birlikte Aya Yorgi’ye çıkıyorduk, balık tutuyorduk beraber, bazen beraber Ada’nın içine iniyorduk. O arada insanlar da tanımaya başladılar.

Derken bir gün Ergüder Hoca bana Dr. Muzaffer Kuşhan’dan söz etti. Bir doktor varmış, bir zayıflama, sağlık merkezi varmış, eskiden Büyükada’da imiş, Polonezköy’e taşınmış. Doktor benim orada kalmamı ve orada çalışmamı istiyor, ne dersin, dedi. Tabi Ergüder abi gidip görelim dedim. Gittik beraber. Muzaffer Kuşhan Ergüder abiye çok saygılı davranıyordu. Piyano koymuş salona, lütfen burada kalıp çalışın, Ada’da soğukta aklımız sizde kalıyor diyerek ikna etti Hoca’yı. Ben de her gün konservatuvar çıkışı Hoca’nın yanına gidip çalışıyordum, her Pazar günü de Kuşhan merkezindeki misafirlere konser veriyorduk hoca ile.

D.T.: Peki o dönemde siz neler yapıyordunuz konservatuvar öğretmenliğinizin yanı sıra?

İ.A.: Ergüder Hoca’dan haber alamadığım o iki yıl boyunca bir yandan konservatuvarda bir yandan Garibaldi Restaurant Bar’da çalışıyordum. Taksim’de Garibaldi’nin Müzesi var, onun alt katı idi. Sahibi Süleyman Aslan da ‘68 kuşağı idi ve Eski Türk Talebe Birliği Başkanı idi. Kendisine anlattım Ergüder Hoca’yı bulduğumu, ziyaretlerine gittiğimi, kendisini tekrar müziğe döndürmeyi dilediğimi.

Süleyman Bey sözüm biter bitmez, burada beraber program yapın, çok mutlu oluruz dedi. Ben dört gece program yapıyordum Garibaldi’de, üçe düşürdük. Perşembe geceleri Mehmet Refik Kaya gitarda, ben vokalde olarak bir program yapıyorduk. Ergüder Hoca ile programımız da Cuma ve Cumartesi idi. Mehmet’in arabası vardı, alıyorduk Polonezköy’den Hoca’yı Garibaldi’ye programa gidiyorduk haftada iki gece. Cuma gecesi Hoca bende kalıyordu, Cumartesi programdan çıkınca da tekrar Polonezköy’e bırakıyorduk. Mikrofon kullanmıyorduk programda hiçbirimiz bu arada. Yalnızca piyano, gitar, vokal.

Bir ay öncesinden zor yer bulunabilecek bir hale geldi programımız Garibaldi’de. Ayakta izleyen kalabalık mı dersiniz, yer olmadığı için kapıdan dönenler mi… Meşhur sanatçılardan, gazetecilere kadar pek çok tanınan isim geliyordu.

Hatta hiç unutmam bir akşam, saat gece yarısı olmuş. Bir bey geldi, eşi ve iki çocuğu ile beraber. Çocuklardan biri kucaklarında uyumuş. Çocuğuna, uyan evladım, dinle diyor, bir daha böyle bir program izleyemezsin, anılarında kalsın diyor. Çok önemli diyor. Sonra öğrendik ki gazeteci Nazım Alpman imiş. Daha sonra her hafta gelmeye devam etti Nazım Bey, dost olduk.

Başka bir akşam Fransız bir grup geldi, rehberleri getirdi, hepsi müzisyenmiş, bizi Fransa’ya davet ettiler. Ergüder Hoca’yı biliyorlarmış, inanamamışlar program yaptığına. Çok güzeldi Garibaldi’de çalıştığımız o dönem.

Ve inan biz sahneye çıktığımızda çatal bıçak oynamıyordu. 22.30’da sahneye çıkıyorduk, o saate kadar herkes yemeklerini tamamlamış, yalnızca içkilerini yudumluyor oluyordu. Öyle güzel, öyle nezih bir dinleyici, seyirci kitlesi vardı Garibaldi’nin o dönem.

D.T.: Repertuarı ne idi programın?

İ.A.: Ergüder Hoca’nın besteleri, Ege türküleri, Türk müziği şarkıları vardı repertuarımızda. Bu arada Cumartesi günleri Garibaldi’ye gitmeden önce Kuşhan’da da program yapıyoruz. Orada zayıflama ve sağlık programında kalan misafirlere, içlerinde çok ünlü isimler de vardı, söylemek istemiyorum. Ergüder Hoca yeni besteler yapıyordu, çok yoğun çalışıyorduk, çok mutluydu.

D.T.: Ne kadar sürdü Garibaldi’deki programınız?

İ.A.: Dört ay sürdü sanıyorum. Garibaldi’de de birtakım sorunlar yaşandı, orada çalışan başka bir müzisyen ile. Yıllar sonra mekânın işletmecisi Süleyman Bey ile her görüştüğümüzde bana pişmanlığını ifade ederdi, nasıl oldu da Ergüder Hoca’ya layık olduğu gibi sahip çıkamadım, çok üzgünüm ve pişmanım diye.

Aynı dönemde ne oldu bilmiyorum Hoca ile Dr. Kuşhan arasında, ben buradan ayrılacağım dedi bir gün bana. Ne yaptık ne ettiysek ikna edemedik, kararından geri döndüremedik Hoca’yı.

D.T.: Sonra?

İ.A.: Adaya döndü tekrar. Bu dönüşünde evi onarıldı Hoca’nın. Duvarları dökük o kulübenin çatısını yaptılar. Camlarını taktılar. Denizi göremiyorum diye camlarını söktürdü evin hatta. Arkadaşım Naciye, dostumuz Refik, onun arkadaşı Oya gidip soba kurduk biz de kulübesine. Masa aldık, bir iki eşya aldık. Ergüder Hoca ben sobaya alışırsam dışarıda yaşamam deyip sobayı da çıkarttırdı bize hatta. Ben de uyku tulumu aldım kendime, haftada bir, en fazla 15 günde bir yanına gidiyordum, kalıyordum da bazı geceler.

Bir gün yine dostlarımızdan Cemal Tufan Sezer ile gittik Büyükada’ya. Hoca’yı çok severdi Cemal, Hoca da oğlum derdi Cemal’e. Cemal o gün “Ergüder abi yanlış anlama, sana hep bunu soruyorlar ama ben olumsuz bir niyetle sormuyorum, bunun içinde derin bir felsefe hissettiğim için soruyorum. Neden adada yaşamaya karar verdin?” dedi.

“Oğlum işsiz kaldım, parasız kaldım, bütün kapılarımı kapattılar ve beni burada yaşamaya mahkûm ettiler,” dedi. “Ben de bana madem böyle bir yaşamı layık görüyorsunuz, ben onurumla burada da yaşayabilirim diye göstermek istedim.”

Ada yıllarında onu ziyaret eden arkadaşlarından öğrendiğim çok önemli anıları da oldu Hoca’nın. Kendisinin anlatmadığı şeyler. Ergüder Hoca’nın Kuşadası’nda ve İzmir Fuarı’nda çalıştığı yıllarda davulcusu olmuş Ali adında bir müzisyen arkadaşından öğrendiklerim gibi. O dönemde bir yerde çalışıyordum, o da aynı yerde çalışıyormuş, Ergüder Hoca’nın öğrencisiyim ben deyince gelip tanıştı benimle. O da Büyükada’da Hoca’yı ziyaret etmiş zaman zaman. Metin Bobaroğlu diyalektik materyalizmi yaşamına geçirmiş bir insan ifadesini kullanmıştı bir gün Ergüder Hoca için, hiç unutmam. Ali Bey’in o gün anlattıklarını dinlemek o ifadenin öyküsünü dinlemek gibi oldu benim için.

Hoca’nın rahatsızlığından çok önceki yıllarda, çok meşhur olduğu ve çok iyi para kazandığı yıllarda birlikte çalışmışlar. Turnelerde bütün orkestra elemanları ile hep birlikte aynı yerde kalırmış Ergüder Hoca. Aldığı parayı akşam masalarının üzerine koyarmış, herkese ne lazımsa buradan alsın dermiş. Kendisi bir şey almazmış. Arabasının anahtarı da hep masanın üzerinde olurmuş. Bana sadece akşam işe giderken lazım, onun dışında kimin ihtiyacı varsa alsın arabayı, bana sormayın, anlatmayın, alın dermiş. Ercan Çakır’dan dinlemişimdir Ergüder Hoca’nın elinin, gönlünün ne kadar açık olduğuna dair anılarını.

Garibaldi döneminde tanıştığımız Ali Çınar vardı gazeteci, gidip geliyordu Büyükada’ya, ilgileniyordu Hoca’yla. Kültür Bakanlığı ile diyaloğa girdi, o dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar ilgilendi özel olarak. Bir dershane açalım kendisine ya da bir ev verelim, piyanosunu da alalım, ihtiyaçlarını karşılayalım şeklinde tekliflerde bulundu. Ergüder Hoca hepsini reddetti.

“Hayır, ben iş istiyorum, piyano, dershane ya da ev istemiyorum. Kültür Bakanı bana iş versin. Ben çalışmak, üretmek ve kendi yaşamımı kendim kazanmak istiyorum. Kimseden bağış istemiyorum, kabul de etmiyorum,” dedi.

Benim götürdüğüm erzakları nasıl kabul ederdi biliyor musun? Kendisini öyle ikna ediyordu sanki, rahatsızlığının etkisi mi, çok sevdiği için mi, bilemiyorum. Sen aslında benim gerçek kızımsın diyordu. Öz evladımsın diyordu. Annen benim halamın kızıydı, onun çocuğu olmadığı için seni evlatlık verdim ona diyordu. Annen vefat ettiği için seni tekrar geri aldım, diyordu. Yani ben onun kızıyım diye benim götürdüğüm erzakları kabul ediyordu. Onun dışında ne çocuklarından, ne eski eşlerinden. Eski eşi gitmiş adaya hatta, kesinlikle kabul etmemiş. Benim dışımda kimseden bir şey kabul etmiyordu. Para da asla kabul etmezdi, benden de. Erzak ve giyecek bir şeyler götürünce kabul ediyordu yalnızca.

D.T.: Ne kadar daha kaldı Büyükada’da Ergüder Hoca?

İ.A.: On yıl boyunca adada kaldı. Kendisine neden ve nasıl adada yaşadığını soranlar için, “Aslında onlar da benim yaptığımı yapmak istiyorlar ama yapamıyorlar. Bana özeniyorlar, onun için böyle hayret ediyorlar,” diyordu.

Ben sürekli gidiyordum yanına, bazen arkadaşlarımı alıp gidiyordum. Bazen onun arkadaşları geliyordu. Gittiğim bazı zamanlarda kalıyordum da yanında.

Bir ara altı ay kadar gidemedim yanına, neden olduğunu hatırlamıyorum şimdi. Altı ay sonra yine erzaklar aldım, yanımda da arkadaşım Oya, Büyükada’ya gittik. Yanına gitmeden önce kız kardeşini, Ayça ablayı aramak istedim. İletmek istediği bir şey var mı diye sormak için. Aradım, Ayça abla, “Ergüder hastanede hayatım, bize de yeni haber geldi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde,” dedi. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Oya ile adadan döndük, ertesi gün hemen hastaneye gittim.

Adada orman yangını çıkıyor, onun bulunduğu yere yakın bir bölgede. Yangın bir çiftin sigara atması sebebiyle çıkıyor. Hatta Ergüder Hoca bunları görüyor ve uyarıyor. Yangın Hoca yüzünden çıkmış gibi lanse ediliyor ama, onun üstüne kalıyor yani. Ceza-i ehliyeti de yok. Doğal olarak Adli Tıp kendisini Bakırköy Hastanesi’ne yolluyor, Mazhar Osman’ın kliniğine yatırılıyor.

Dediğim gibi hemen ertesi gün hastaneye gittim ve gördüm ki o vakur, o pırıl pırıl bakan gözler gitmiş. Ne ilaçlar verildiyse artık o birkaç günde. Tabi beni görünce çok sevindi ama iki büklüm beli, çok kötü bir halde. Ben yine haftada iki, üç gün ziyaretine gitmeye başladım. Sonra Metin abiye (Bobaroğlu) haber verdim hastanede olduğunu, kendilerine özel, derin bir dostlukları vardı Hoca ile. Metin abinin gittiği günden iki gün sonra gittim tekrar hastaneye. O beli bükülmüş, gözlerinin ışığı gitmiş hali bitmişti. Beni ayakta karşıladı, gözler yine pırıl pırıl. Dediğim gibi çok yakın dostlardı, ne konuştular, ne yaptılar bilmiyorum ama gittiğimde yine kendinden emin, vakur haline dönmüştü Ergüder Hoca. Ondan sonra yavaş yavaş tekrar müzik yazmaya başladı.

Çok enteresandır hastaneden çıkış öykümüz… Dediğim gibi besteler yapmaya başlamıştı, müzik yazıyordu Hoca. Artık iyileşti, dediler. Ben de hemen hastanenin Başhekimi Arif Bey ile görüştüm.

“Alabilirsiniz İlknur Hanım Hoca’yı, yalnız bir şartım var. Ergüder Hoca’yı biz burada piyanonun başına oturttuk ama çalamadı. Bir şey üretemiyor. Bir beklentiniz varsa kendisinden, lütfen almayın yanınıza,” dedi.

“Hayır ne münasebet, o benim sadece hocam değil, babam da bir yandan. Müzikteki tüm donanımımı ona borçluyum. Konservatuvarda çok şey öğrendim ama Ergüder Hoca’dan öğrendiklerim onun yüz katı üstündedir. Vefat edinceye kadar ona bakmakla yükümlüyüm ben, vefa borcum var, hiçbir şey üretmesine, yapmasına gerek yok,” dedim. “O zaman sizden imza alacağız, vefat edinceye kadar bırakmayacaksınız,” dedi.

Ve o imza ile bana verdiler Ergüder Hoca’yı.

Bu dönemde ailesini yani kardeşlerini arıyorlar hastane masrafları için doktorlar ve hastane yönetimi. Bizim maddi durumumuz uygun değil, ilişkimiz de yok kendisiyle diyerek reddediyor hastanenin talebini kardeşleri. Mecburen yeşil kart çıkarttık Ergüder Bey’in masraflarının ödenmesi için diyerek hastane yönetimi ve doktorları anlattı bana bunu Hoca’yı hastaneden çıkartma işlemleri sırasında. Yeşil kart ile ödenmişti masrafları yani. Hoca’yı yanıma aldığımı ailesine söylediğimde de ailesi bana da “Yanına alıyorsun ama bizden hiçbir şey bekleme,” demişti.

Neyse, sonunda benim evime geldik, 2001 yılının Ekim ayının sonu idi, çok mutluydu Ergüder Hoca. Ben de çok mutluydum.

O zaman Kızıltoprak’ta oturuyordum. O dönemde Şahika Tekand’ın Stüdyo Oyuncuları topluluğundaki öğrencilere ders vermeye başlamıştım. Onunla tanışmamız da enteresandır. Öğrencilerinden birine ders vermiştim önce, İnci adında. Sesini tanımayan, kullanamayan, müzikal tabiriyle çın çın öten bir sesi vardı İnci’nin ilk başta. Şahika kendisine, İnci oyunculuğun harika ama sesin üzerine çalışman lazım demiş. İnci de Ergüder Hoca’nın ve benim ortak bir tanıdığımız vesilesiyle beni duymuş. Bana geldi ve birlikte iki ay yoğun çalışarak sesini düzelttik.

Şahika, İnci’deki büyük değişimi görünce sormuş tabi, İnci de bizim derslerimizden bahsetmiş. “Lütfen hemen hocanı bana getir,” demiş İnci’ye.

O vesileyle Stüdyo Oyuncuları Atölyesi ile çalışmaya başladım. Önce Şahika’nın sesi üzerine çalıştık. Üç kez nodül ameliyatı geçirmişti tanıştığımızda. Hem öğretmenlik yapmaktan, hem bir yandan tiyatroda oyun oynamaktan, hem de sesini, nefesini yanlış kullanmaktan. On beş gün yoğun çalıştık ve sesi toparladık. Sonra çalışmaya devam etti egzersizleri.

Hiç unutmam egzersizler ile sesini topladıktan sonra çıktığı ilk oynadığı tiyatro oyunu olan Gergedan’ın sonunda beni aramıştı kulisten. Hocam bülbül gibi şakıdım adeta, çok teşekkür ederim diye.

İşte tam o dönemde Ergüder Hoca yanıma geldi. Kendisine yaptığım çalışmaları anlatırken Stüdyo Oyuncuları ile yaptığım ses ve nefes egzersizlerini anlattım. Hoca’nın bana öğrettiği tekniklerin yanı sıra ben de araştırmalar yapmıştım yıllar içinde. Hoca’nın temel metodolojisini esas alarak, kendi şan deneyimlerime de dayanarak yeni bir dizge oluşturmuştum. Hoca ile de paylaştım, çok mutlu oldu çalışmalarımı duyunca.

Şahika Tekand da Hoca’nın bana geldiğini öğrenince büyük bir saygı ve hayranlıkla Hoca’yı davet etti Stüdyo Oyuncuları’na. Bir nevi onursal hoca olarak. Biz de Ergüder abi ile beraber gidip gelmeye başladık oradaki derslerime.

O dönemde Tiyatro Festivali için Kral Oedipus oyununu sahneye koymak üzere çalışıyorlardı. İyon Korosu vardır oyunda. Korodaki oyuncular yanlış ses kullanmaktan perişan hale gelmiş, boğazları yananlar, sesleri kısılanlar var aralarında. Başrol oyuncusunun ise daha önce hiç ses kullanmadığını ve derinden Karadeniz aksanı olduğunu söyledi Şahika.

Koronun durumu da ortada, zaman kalmadı, on beş gün kaldı, operadan başka sanatçılar getirmek zorundayım. On beş günde toparlama imkânın var mı bu ekibi diye sordu bana. Var dedim. Ama on beş gün her gün yoğun çalışacağız. Tamam hocam, dedi.

İlk çalışma günü, ilk dört saatin sonunda dahi başrol oyuncusu olan Cem Bender’in sesindeki değişikliğe, aksanın eriyişine oyuncu arkadaşları da, ailesi de, kendisi de dâhil kimse inanamadı. Ergüder Hoca da derste idi tabi. Cem’in sağ kulağının duymadığını fark etti Hoca, dersin akışı sırasında, özel bir şey olmaksızın, senin sağ kulağın duymuyor evladım, dedi. Cem şaşırdı, evet Hocam, nasıl anladınız, söylememiştim daha önce hiç ben bunu. Müsaade et de o kadar anlayalım demişti, Hoca. On beş günde koroyu da Cem’i de hazırladık.

Ergüder Hoca ayrıca oyunları ilgili Şahika Tekand’a çok önemli bilgiler verdi, oyunun tarihçesi, kavramsal ve teknik yapısı, müzikalitesi ve bunun gibi pek çok başlık üzerine. Şahika Tekand, kelimenin tam anlamıyla Hoca’nın dizlerine kapandı. “Hocam on yıldır kimse bana hiçbir şey öğretmedi. Sizden bu öğrendiklerimin hakkını ödeyemem,” dedi.

Oyun çok beğenildi. Tiyatro Festivali olduğu için bütün tiyatrocular geldi oyuna tabi. Genco Erkal da gelmişti oyuna, tanışıyorlardı zaten Ergüder Hoca ile. Beklan ve Ayla Algan da gelmişler ve tebrik etmişlerdi. Sanki Hoca’nın da İstanbul’a dönüşünü kutlamış gibi olmuştuk o Tiyatro Festivali’nde. Hiç unutmam, Genco Erkal başrol oyuncusu Cem’e “O nasıl bir sesti, harikaydın, tebrik ederim,” dedi. Cem de hemen Ergüder Hoca’yı ve beni göstererek “Hocalarım sağolsun,” dedi. Ergüder Hoca, Genco Erkal, Ayla ve Beklan Algan arasında çok güzel bir sohbet olmuştu o gece tiyatro üzerine.

Oyun sonra Yunanistan’a gitti, Şahika ödül aldı o oyunla hatta. Japonya’da oynadı, Fransa’da oynadı yanlış hatırlamıyorsam.

O oyun için yaptığımız çalışmaların hiçbirinden ne Ergüder Hoca ne de ben, hiçbir maddi ödeme almadık bu arada. Bunu söylemeden edemeyeceğim burada. Gönül isterdi ki Ergüder Hoca’yı en azından sahneye davet etmiş olsaydı prömiyer gecesinde. Beni etmesin, ben Hoca’nın yanında hiç önemli değilim. Ergüder Hoca’nın adının geçtiği tek yer, oyun için basılan el ilanlarının arka yüzünde, teşekkür edilen maddi destekçilerin altında yer alan “Ergüder Yoldaş ve İlknur Açıkel’e katkılarından dolayı teşekkür ederiz” cümlesi idi. Ne katkısı, nasıl bir katkı? Koyulduğu yer de, anlamı da bomboş bir cümle. Başka bir çalışma yapmadık zaten daha sonra birlikte.

Benim için o dönemin en önemli anısı, biraz önce bahsettiğim ses ve şan teknikleri üzerine yaptığım ek çalışmaları, kurduğum yeni dizgeyi Hoca’ya dinletebilmem, Hoca ile birlikte oyuncular ile çalışarak sonuçlarını deneyimleyebilme imkânı bulmuş olmamızdı.

Oyunun sonunda eve döndüğümüzde Hoca bana “Boynuz kulağı geçermiş, tebrik ederim, çok güzel çeşitlendirmiş, geliştirmişsin metotları,” demişti. Hoca’nın bu cümlesi benim için dünyalara bedeldir. Geri kalan her olumsuzluk, teferruat idi.

Garibaldi’de çalıştığımız dönem birkaç radyo programı da yapmıştık. O programlardan biri Hakan Eren’in programı idi. O zaman Kanal D’de radyo programları hazırlıyor ve sunuyordu. Ergüder Hoca ve beni de konuk etmişti. Hoca yanıma gelip tekrar müzik yazmaya başlayınca Hakan Eren’i aradım. Anlattım Hoca’nın yeniden besteler yapmaya başladığını, benimle kaldığını. Nazım Alpman’ı aradım, birkaç gazeteci dostumuzu da aradım. Ne yapabiliriz Hoca için diye.

Ertesi gün Hakan Eren yanında Hürriyet Gazetesi’nden Gülden Aydın ile geldi eve ve çok güzel bir röportaj yaptı Hoca ile. Dönüşü muhteşem olacak başlığı ile. Onlarınki gerçek bir dostluk diyerek. 20 Ocak’ta doğum günümde yayınlandı o röportaj Hürriyet’te. Hatta o gün felsefe grubumuzdan da dostlar geldi, hem Ergüder Hoca’nın gelişini hem doğum günümü kutlamak için. Çok güzel bir akşam geçirmiştik, müzik yaptık, şarkılar söyledik. Çok mutluydu Hoca.

O dönemde Ergüder abi ile Manisa’ya Ercanlara (Çakır) gittik birkaç kez. Her gidişimizde en bir hafta kalıyorduk. Ercan’ın kızı Özüm piyano çalıyordu. Ercan’dı, babasıydı ilk öğretmeni. Biz Hoca ile gittiğimiz zamanlar altı yaşındaydı, Bach ve Beethoven parçalarını ezberden çalıyordu. Nota bilmiyordu. Özel çocuklardan Özüm demişti, Ergüder Hoca. Onlar o bilgi ile geliyorlar, duydukları ve çaldıkları zaman hatırlıyorlar, öğrenmiyorlar, diyordu. Ercan konservatuvara göndermeli miyim diye sorduğunda, gönderme, kobay olarak kullanırlar onu dedi ve kendisi yetiştirmeye karar verdi Özüm’ü.

Daha sonraki yıllarda devam etmişler Özüm ile çalışmalarına, İzmir’de ailesinin yanında kalırken Hoca. Çok önemsediğim anılarımızdan biridir bu Ergüder Hoca ile. Konservatuvara gönderme, onu kobay olarak kullanırlar cümlesi. Sonra İdil Biret’ten de dersler aldı Özüm. Benzer bir cümleyi İdil Biret de kurmuş Ercan’a konservatuvar öğretimi hakkında.

Bu arada bir yandan Nü albümüne de çalıştığımız için, Ercanlara ziyarete gittiğimizde bir yandan albümdeki parçaları da çalışıyorduk. Şarkıları söylüyordum ben. Baktı ki Özüm de ilgileniyor şarkı söylemekle, Ergüder Hoca bana Özüm’e öğretmeye başla teknikleri, dedi. Yavaş yavaş ses üzerine çalışmaya da başlamıştık Özüm’le o zaman.

Dediğim gibi Hoca daha sonraki yıllarda Özüm’e piyanonun yanı sıra şan da çalıştırmaya başlamış İzmir’de. Son geldikleri seviyede Özüm bir yandan piyanoda bir melodiyi çalarken, aynı anda şan olarak bambaşka bir melodiyi söylüyormuş. Hoca’nın eğitim, öğretim alanlarına nasıl baktığının, nasıl öğrenci yetiştirdiğinin anlaşılması açısından da özellikle paylaşmak istedim son öğrencisi olan Özüm Çakır’ı.

Fazla bölünmeden tekrar kaldığımız yere, Kızıltoprak’taki evde yaşadığımız, Ergüder Hoca’nın Hürriyet’te dönüş röportajının yayınlandığı zamana dönmek istiyorum. O dönemde pek çok röportaj oldu. Radikal geldi, Cumhuriyet geldi, her gün bir gazete geldi neredeyse. Televizyon programlarına çıkmaya başladık. NTV’de çıktık, CNN’de Özlem Gürses’in programına çıktık. O da çok saygı duyardı, çok severdi Ergüder Hoca’yı.

Tüm bunlar olurken bir gün telefon geldi ailesinden, kardeşlerinden. Biz İstanbul’a abimi görmeye geleceğiz, dediler. Biz de tabi ne zaman isterseniz buyurun, dedik. Bu arada dediğim gibi gazetelerde benim ona sahip çıktığım, yıllardır birlikte çalıştığımız, yakında bir albüm çıkartacağı üzerine haberler çıkıyordu.

Gazetede çıkan bir haber üzerine Yapı İnşaat’ın avukatı olan bir kişi aradı bizi, sizlerle bir konu hakkında görüşmek istiyorum dedi. Tabi dedik, randevulaştık, eve ziyaretimize geldi. Ali Ağaoğlu’nun avukatıyım ben diyerek tanıttı kendisini. O zaman Ali Ağaoğlu bu kadar meşhur değildi. Ali Bey sanatçıları çok sever, Ergüder Bey’in de hayranı dedi. Durumunu öğrenince çok üzüldü. İlknur Hanım’ın Hoca’ya sahip çıkmasını da, sizlerin dostluğunu da öğrenince bir karar verdi. Size bir villa ve araç vermek istiyor kendisi. Bir de okul açmak istiyor ve okulu sizlerin yönetmesini istiyor. Ne dersiniz diye sordu. Ergüder Hoca ilk kez hayır demedi. Sadece ben çalışacağım ama dedi. Avukat da zaten çalışıyorsunuz diye bu imkânları sunmak istiyoruz hocam, dedi. Tamam dedik, çok mutlu olduk. Hiç unutmuyorum, anlaştık, sözleşme aşamasına geldik. Sözleşmeyi imzalayacağımız gün kapı çaldı. Açtım, bir baktım kız kardeşi Ayça abla. Ben de sevinçle “Bak Ayça abla, beyefendi Ali Ağaoğlu’nun avukatı, böyle böyle gelişmeler oldu, okul açılıyor, hocanın maaşı olacak, evimiz olacak, arabamız olacak,” diye anlattım. “Hayır efendim, ne münasebet, abimin vesayeti bizde, bir görüşme yapacaksanız, sözleşme yapacaksınız bizimle görüşmeniz gerekir, İlknur Hanım aracılığı ile hiçbir anlaşma yapamazsınız,” dedi. Avukat dondu kaldı. Biz Ergüder beyi kimsesiz zannediyorduk, bunca yıldır kardeşleri olduğunu duymadık, bilmiyorduk, bir saniye bana müsaade edin dedi ve çıktı balkondan Ali Ağaoğlu’nu aradı. O da eğer kardeşlerinin vesayeti altındaysa konuyu kapat ve hemen gel demiş. Bu fırsat da böylece kaçmış oldu.

Meğer kardeşleri üzerine vesayet çıkartılmış adada iken Ergüder Hoca’ya, sonradan öğrendim nasıl olduğunu, anlatmaya gerek yok burada. Sahrayı Cedid Lions komitesi Ergüder Bey için bir konser yapalım diye bir karar aldı o zaman. Yine vesayet problemi çıktı, kardeşleri benimle görüşecekler, seninle görüşerek hiçbir şey yapamazlar, dediler. Lions yönetimi de “Bu kadar senedir neredeydiler, biz Ergüder Bey ile ve seninle görüşmek ve organize etmek istiyoruz her şeyi, kardeşleri ile değil” diyerek vazgeçtiler konserden.

Ben de bu olanların üzerine Bakırköy Hastanesi Başhekimi Arif Verimli ile görüştüm, Ergüder Hoca ile birlikte gittik ve ben Arif Bey’e vesayeti kaldırtmak istediğimizi ilettim. Arif Bey Ergüder Hoca’ya baktı, çok iyi göründüğünü, gözlerine inanamadığını söyledi. Hatta nasıl baktınız, ne yaptınız diye sordu bana. Hocam burada bir konser yapalım size dedi. Yedi doktorun ortak onayının alınması gereken bir konuymuş vesayetin kaldırılması, konserde Ergüder Hoca’yı sağlıklı görürlerse faydası olur, dedi. Biz de gittik ve konser verdik hastanedeki hastalara, hemşire ve doktorlara, yönetim kuruluna. Çıt çıkmadan dinlediler inan, her konserde sesler olur, en elit dinleyiciyle bile. Çıt çıkmadan sonuna kadar dinlediler. Ve sonunda çılgınlar gibi alkışladılar, çiçek verdiler Ergüder Hoca’ya. Hayatımda en mutlu olduğum konserlerden biridir o.

D.T.: Peki vesayet?

İ.A.: Vesayet kalktı sonunda ama imza yetkisini vermediler. Bir prosedür daha vardı onun da kalkması için, onun için de bir altı ay daha zaman geçmesi gerekiyordu. Hocanın vesayeti hakkında yazılan raporda hasta kişinin vasi olarak dilediği kişiyi seçme hakkı olduğu yazıyormuş. Eğer böyle biri yoksa o zaman birinci dereceden akrabaları devreye giriyor. Ergüder Hoca bu durumda İlknur olsun benim vasim, dedi. O zaman da kıyametler koptu, mahkemelere gidildi bunun için. Dolayısıyla erkek kardeşi oldu vasisi tekrar.

D.T.: Tüm bunlar olurken birlikte çalışmaya, yaşamaya devam ediyordunuz ama değil mi?

İ.A.: Evet. Bütün bunlar olurken Salih Gürcaner diye bir menajerimiz oldu, Ergüder Hoca onu layık gördü menajerliğe daha doğrusu. Sürekli çalışıyorduk. Ergüder Hoca’nın elinde yine yüz otuza yakın beste oldu.

Sanatçılar geldiler, besteler istediler. Ben kendi albümümü çıkartacağım önce, ondan sonra düşünürüz diyordu hepsine. Albümün alt başlığı Nü, üst başlığı ise Çeşm-i Siyah olacaktı. Nü ismini koymasındaki amaç müzikteki yalınlığı vurgulamaktı, alt başlık olan Çeşm-i Siyah içindeki şarkılardan biri idi.

Derken biz Kızıltoprak’tan Çengelköy’e taşındık 2002 yılının Nisan ayında. Çengelköy’ün tepesinde her odadan denizin göründüğü eski bir villa bulduk. Hatta bütçemiz için fazlaydı ama çok sevdi o evi Ergüder Hoca, Büyükada’ya benzetti manzarasını, biz de tuttuk. Kandilli’de Es Kandil adında bir mekân ile anlaşma yaptık haftada bir gün sahne almak üzere. Arkasından Armada Otel’deki Radyo Bar’dan teklif geldi, orada da programa başladık. Hatta o programa Melih Kibar geldi, provamızı da dinledi, programa da kaldı daha sonra. Kayıt aldı programımızdan. Televizyon programı yapıyordu o dönem Melih Kibar. Daha sonra canlı yayında bizleri konukları olarak ağırlamak istediğini de söyledi.

D.T.: Nasıl geçiyordu günleriniz yeni evinizde?

İ.A.: Çengelköy’deki evimizde sabah beşte kalkardık, Ergüder abi çayı demlerdi, ben de kendime kahve yapardım. Sabahın ilk saatleri çok güzel olurdu o evde, manzara çok güzeldi. Çayımızı kahvemizi içerek sabah muhabbetimizi yapardık, sonra çalışmaya başlardık. Okulum varsa ben okula giderdim sonra, yoksa çalışmaya devam ederdik. Hafta sonlarını da müzisyen dostlarımızla geçiriyorduk. Beylerbeyi ve Çengelköy’de oturan müzisyenler bizim eve gelirlerdi, sabaha kadar müzik yapardık. Komşularımız da camlardan, balkonlardan bizi dinlerlerdi zevkle.

Pek çok farklı proje için çalıştık Hoca ile dönemde; hepsi birbirinden farklı çok güzel projelerdi.

Bir tanesi Şehir Tiyatrolarından arkadaşım Uğur Değirmencioğlu’nun bir fikriyle çıktı ortaya. Ergüder Hoca’ya MR cihazını müziklendirip müziklendiremeyeceğini sordu, yapılabilirse nasıl bir şey olacağını merak ettiğini söyledi. Hoca da buna benzer bir şey düşünmüş daha önce, fikri çok beğendi o yüzden. Hep birlikte Ankara’ya gittik bu proje için. Ankara’da hastanede ben MR cihazına girdim ve diyaframımdaki seslerin, titreşimlerin kaydını aldık. Cihazdaki her programın ayrı ayrı kayıtlarını aldık ve İstanbul’a döndük. Ergüder Hoca o kayıtları dinleye dinleye notaya döktü, atonal müzik olarak. Beni çalıştırdı onları okumam için. Ankara Devlet Konservatuvarı Orkestrası çalacak, ben de okuyacaktım, Uğur’un yetiştirdiği dansçı kızlar da dans edeceklerdi. Proje böyle kurgulandı, muhteşem bir iş olacaktı.

Onun yanı sıra Hasan Cihat Örter çok seviyordu Ergüder abiyi. O da sürekli ziyaretimize geliyordu. Ergüder Hoca da çok severdi kendisini, hatta Türkiye’de en çok sevdiği müzisyen o idi. Hem duygu hem teknik, her şey var Hasan Cihat’ta, gerçek bir gitar virtüözü diyordu. Birlikte zevkle müzik yapıyorlardı, onunla da gitar ve piyano üzerine bir proje için çalışıyorlardı.

Ayrıca Yalçın Ateş ve Sunay Akın da sık sık geliyordu ziyarete Hoca’yı. Bu dönemde Akbank Caz Festivali için Sunay Akın ve Ergüder Hoca bir proje hazırladılar. Sunay Akın bir hikaye anlatıyor, Ergüder Hoca o hikayeye uygun bir bestesini çalıyor, ben de söylüyorum.

O projeyle festivalde sahne aldık, muhteşem bir konser oldu. Akbank Caz Festivali’nde Türkçe sözler üzerine kurgulanmış öylesi bir müzik projesi de ilk kez sahnelenmiş oldu bu sayede. O dönemde televizyon programına da katıldık Sunay Akın ile.

larını da yapmaya başlamıştık, kayıtları Naci Gül yapıyordu. Alt yapılar bitmişti, ben pilot okumaları yapmıştım, canlı enstrümanlar çalınacak ve kaydedilecekti, en son da ben tekrar stüdyoya girip son okumaları yapacaktım. Albümün yapımcısı Dağhan Baydur idi.

Burhan Şeşen ile de diyaloğumuz vardı, kendisi o dönemde TV8’de Yorumsuzlar adında bir televizyon programı yapıyordu. Ergüder Hoca ve beni 2003 yılının son programına davet etti. Çok güzel bir program oldu, 3 saate yakın sürdü. Ergüder Hoca’nın arkasında 7-8 kişilik bir orkestra vardı. Hatta Burhan Şeşen “Ergüder Hoca, sen büyük orkestralara alışıksın, bu seni orkestra seni kesmez biliyorum,” demişti. Hoca da “Hayır, bunun tadı apayrı,” demişti. Programın canlı konuklarındandık biz, Erol Büyükburç da misafir konuklarındandı. Atilla İlhan, Sunay Akın, Ayla Algan, Yavuz Bingöl’ün de aralarında olduğu isimler vardı ayrıca kayıtlı konuklar arasında. Programda okuduğumuz Ergüder Hoca besteleri Kömür Gözlüm, Meblağısı, Çeşm-i Siyah, Haydar ve Sultan-ı Yegâh idi. Çok güzel bir programdı, çok beğenildi. Hiç unutmam, programın hemen arkasından Timur Selçuk aradı, Hasan Cihat Örter aradı ve tebrik ettiler.

Yine bu dönemde Ergüder Hoca Türk Halk Müziği eserlerini senfonik orkestra ile seslendirmeyi düşündü. Benim ismim duyulmadığı için o dönemde, tanınmış sanatçılarla çalışmaya karar verildi ve bunun üzerine Zara’yı seçti Ergüder Hoca, Zara da teklifi kabul etti. Değerli bir Rus opera sanatçısı olan Ahmet Ahmedov o dönem Türkiye’de idi. O da devreye girdi. O girince Türk ve Rus Kültür Bakanlıkları proje üzerine anlaşma yaptılar hatta, onların desteğiyle sahnelenecekti proje. Üç solist olacaktı, Zara, Ahmet Ahmedov ve ben. Dans gösterisi de vardı projede, onun koreografisini de Tan Sağtürk yapıyordu. Eserler seçilmiş, notalara dökülmüş, orkestraya dağıtılmış, projedeki tüm ekipler çalışmalara başlamıştı.

Bu arada ev sahibimiz ile problem yaşadık. Bazı aksilikler oldu, bizim maaşlarımız yatmadı, bir ay geciktirdik kira ödemesini diye ev sahibi bizi evden çıkarttı. Kontratı emlakçıdan almamıştım, o da sebep oldu. Şunu da burada belirteyim, benim kedilerim var. Her taşındığım evde de kedilerimi kontrata yazdırırım. Bazı yerlerde okudum, kediler yüzünden ev sahibi çıkarttı evden diye haberler yazıldı. Gerçekle ilgisi yok bunun, kirayı geciktirdiğimiz için çıkarttı ev sahibi. Hatta daha önceki kiracısını da aynı sebepten çıkartmış. Yalnız başıma olsam direnirdim ben, çıkartamazdı o kadar kolay. Fakat Ergüder Hoca benimle diye, o böyle konular için muhatap olup yıpranmasın diye evi boşaltmak durumunda kaldım.

Dostlarımızdan biri, şimdi adını vermek istemiyorum, Ergüder abiyi on gün kadar yanına aldı. Ben de yeni bir ev bulacağım, ki üç gün içinde ev bulmuştum, evi taşıyacağım ve alacağım Ergüder abiyi tekrar yanıma. İşte ben bu koşturma halindeyken o sözde dostumuz kardeşlerini aramış ve Ergüder abi sokakta kaldı, demiş.

Kardeşleri de hemen gelip apar topar İzmir’e yanlarına almışlar hocayı. Alış o alış.

O dönemde dostumuz Refik Algan’da kaldım. Olaylar bu hale gelince çok ağır bir depresyona girdim, üç ay hiçbir şey yiyemedim, sağ olsun Refik bana baktı, kendisi doktordur, emeği çoktur bende.

Tabi ki bahsettiğim tüm projeler, tüm çalışmalar iptal oldu Ergüder Abi İzmir’e gidince.

D.T.: Peki ne zaman konuşabildiniz hocanızla tekrar?

İ.A.: Sürekli, her fırsatta Ergüder Hoca’yı arıyordum ama çok zor ulaşıyordum. Sadece kız kardeşi Ayça abla bana kıyamıyordu ve telefona veriyordu. Abisi ya da erkek kardeşi yanındaysa evde yok diyerek kapatıyordu. Ya da bazen evde kimse olmuyordu, Ergüder abi açıyordu telefonu, o zaman rahat rahat konuşabiliyorduk.

Neler yapıyorsun diye soruyordum, beş yüz kişilik filarmoni orkestrasına eser yazıyorum, diyordu. Ergüder abi dünyada beş yüz kişilik filarmoni orkestrası mı var diyordum. Benim yukarıda orkestram var, onlar çalıyor diyordu. Beyninde duyuyordu o orkestrayı. Desene biz dinleyemeyeceğiz diyordum, o da “Dur biraz toparlanayım, kurarım ben o beş yüz kişilik orkestrayı, dinlersiniz,” diyordu.

Yalnız olduğumuzda konuşurken ağlıyordu telefonda, beni yanına al, çok sıkılıyorum diye. Bir odanın içinde yaşıyordu, yemeğini koyuyorlardı önüne, odada piyanosu da var, mutlu burada diyorlardı. O piyanoyu da Ercan almıştı Hoca’ya, o piyano şimdi bende hatta, Hoca öyle istemiş.

Zaten onun piyanoya ihtiyacı yoktu ki, o her yerde beste yapardı. Onun birlikte çalışabileceği, üretebileceği, konuşabileceği insanlarla birlikte olmaya ve sahnede performans vermeye, alkışlara ihtiyacı vardı.

Bu arada yıllar geçti tabi. 2006 yılında emekli oldum ben ve Bodrum’a taşındım, oradan Ayvalık’a geçtim.

2010 yılında Ayvalık’ta yaşarken, uzun yıllar süren çabalarımdan sonra Ergüder Hoca’nın kız kardeşi Ayça ablayı ikna ettim. Hocanın benimle on beş gün kalmasına izin verdi Ayvalık’ta. Eteklerim zil çala çala gittim otobüsle İzmir’e hocayı almaya, vermediler.

Erkek kardeşi almış evden götürmüş hocayı hatta. Geri döndüm Ayvalık’a. Ağlamaktan perişan oldum günlerce. O kadar ağırıma gitti ki. Kendim için ağlamıyordum, Ergüder abinin o gün ne duruma düştüğünü ve ne kadar üzüldüğünü düşünerek ağlıyordum.

O kadar güzel bir hayatımız vardı ki, sonradan bir odaya kapanarak nasıl yaşadığını düşünerek sürekli çok kötü hissederdim.

Bu arada Ayvalık’tan İstanbul’a döndüm yine ve Ayla Algan ile çalışmaya başladık. Jübile yapalım Ergüder Hoca’ya diye düşündük Ayla abla ile. İster İstanbul’da, ister İzmir’de. Ailesi hangisine müsaade ederse…

O dönemde Ayla abla ile İzmir’de San Atölye adında bir okulda dersler veriyorduk, on beş günde bir o gidiyor, on beş günde bir ben gidiyordum. Ayla abla bana “Sen git ailesiyle konuş, şartlarını öğren jübile için, ne gerekiyorsa yapacağım ben,” dedi. Ben de kardeşi Adil Bey’i aradım. Adil Bey görüşemeyeceğimi söyledi Ergüder abi ile.

“Adil Bey, biliyorsunuz Ergüder Hoca büyük bir sanatçı, büyük bir deha, üretemediği için hasta oldu. Biliyorsunuz. Ürettiği zaman sağlığına kavuşuyor; biliyorsunuz. Tek istediğimiz bir jübile yapmak kendisine,” diye ikna etmeye çalıştım. “Ben yaşadığım sürece sen Ergüder’i göremezsin, Ayla Algan da jübile yapmak istiyorsa beni kendisi arasın,” dedi ve kapattı telefonu ve konuyu. Hatta daha sonra telefon numarasını da değiştirmişler evin; ben ulaşamayayım diye. Daha sonra da ulaşamadım zaten hiç.

Ve sonra hastalık dönemine girdi hoca zaten. Kıyıkışlacık’ta yaşarken Ercan Çakır aradı bir gün beni, Ergüder Hoca zatürreden hastaneye yattı, İzmir’de diye haber verdi. Ben de Ercan’a “Adil Bey beni sokmaz ki yanına,” dedim. Ercan da bir gün önce Adil Bey’in vefat ettiğini, hiçbir engelin kalmadığını, yanına gidebileceğimi söyledi. Hemen gittim İzmir’e, hastaneye.

İlk gittiğimde uyuyordu, gözleri kapalıydı. Üç hafta üst üste gittim, zaten üç hafta yattı.

İkinci gittiğimde yarı uyanık idi fakat şuuru pek yerinde değildi. Alzheimer’ı da vardı, nefes almayı unutuyor, demişti doktorları.

Üçüncü ve son gidişimde gözlerini açtı, “Ergüder abicim ben geldim, ne olur nefesine dikkat et, 

nefes almayı unutma. İyileşip buradan çıkacaksın, seni yanıma alacağım. Çok güzel şeyler yapacağız daha, güzel günler yaşayacağız,” dedim.

Solunum cihazına bağlı olduğu için konuşamıyordu. Gözünden iki damla yaş indi, ben de ağlamaya başladım. Alnından öptüm. Görüşme

süreniz bitti diye dışarıya aldılar beni. Ertesi gün de, 25 Ocak 2016’da vefat haberini aldım. Tam o sırada ben de İstanbul’a taşınıyordum tekrar ve kamyonla eşyalarım toplanıyordu. Uğur Değirmencioğlu aradı ve haber verdi bana vefatını. Işıklar içinde olsun.

O günden bugüne anısını yaşatmaya çalışıyorum. Ergüder Hoca ile geçirdiğim yirmi yılı kitap haline getirmek için çalışmaya başladım. Bu röportajda anlatmadığım şeyleri orada yazmak istiyorum. Ayrıca hocanın bana devrettiği nefes ve ses kullanım teknikleri üzerine de bir kitap hazırlıyorum.

2. BÖLÜM:

NEFES VE SES TEKNİKLERİ ÜZERİNE

Deniz Tipigil: Röportajımızın bundan sonraki bölümünü nefes ve ses kullanım teknikleri üzerine olan çalışmalarınıza ayıralım diliyorum. Önceki bölümde Fransız bir rahip ile Ergüder Yoldaş Hoca’nın geliştirdiği nefes ve ses tekniklerini kendisi ile çalışmaya başlayınca önce sizin uyguladığınızı, zaman içinde ise Ergüder Hoca’dan tabiri caizse el alarak bu çalışmaları geliştirdiğinizi, hocanızın da bunları çok beğendiğini anlatmıştınız. Bu süreci başından detaylı olarak dinleyebilir miyiz?

İlknur Açıkel: İlk bölümde de söylediğim gibi Ergüder Hoca ile tanıştıktan bir ay kadar sonra kendisi bana birlikte çalışmayı teklif etti ve biz çalışmalara başladık. O dönemde konservatuvardaki ikinci yılını tamamlamış bir hoca idim.

Bana başlarken söylediği şudur: Şu ana kadar bütün öğrendiklerini unut. İlk iki yıl nefes ve ses teknikleri dışında bana FKM çalıştırdı; Fizik, Kimya, Matematik. Konservatuvar hocalığımın yanında bir yandan kimya mühendisi olduğum halde. Bunların yanı sıra armoni, form bilgisi, Türk müziği makamlarının armonik yapısının kurulması, felsefe ve tiyatro dallarında da eğitim verdi.

Her hafta senfoninin konserlerine giderdim. Analiz yapardım ve dönüp Ergüder Hoca ile yaptığım analizleri paylaşırdım. Şu eseri çaldılar, şurada şunu yaptılar, burada bunu yaptılar gibi. Aynı çalışmaları Ercan Çakır’a da yaptırmış daha önce. Muhteşem çalışmalardı.

Bir yandan da şan çalışıyorduk. Bana Fransa’da iken tanıştığı, kilise korosunu çalıştıran bir rahip ile yaptıkları çalışmalardan öğrendiği teknikleri uygulamaya başladı. Bunlar Shaolin rahiplerinin nefes teknikleri. Söz konusu rahip on yıl boyunca Shaolin rahipleri ile çalışmış Çin’de. Tibet’te de bulunmuş bir dönem. Malumunuzdur Shaolin rahipleri kapalı bir öğreti içinde eğitim alırlar. Herkese öğretmezler yani tekniklerini. Bu rahibi değerli bulmuşlar ve öğretilerine kabul etmişler.

Bu egzersizler çoğunluğun savaş teknikleri diye bildiği fakat aslında savunma sanatı teknikleri olan Kung Fu öğretisine ait. İşte bu Kung Fu nefes tekniklerinin sese uyarlanmasını Ergüder Hoca ve söz konusu rahip beraber çalışarak oluşturmuşlar. Bu nefes tekniklerini mantralar eşliğinde ses tekniklerine dönüştürmüşler.

İlk egzersiz diyafram açma egzersizidir, bu egzersize degrade adını vermişti Ergüder Hoca. Tükeniş, yok oluş, ölüme gidiş anlamında. Yani ölmemek için son nefesine kadar dayanacaksın derdi egzersizi yaptırırken. 36 egzersizi vardır bu çalışmanın. Tısss ve Hmmm sesleri ile kullanıldığı için 18 egzersiz, 36 egzersiz haline gelmiştir.

Daha sonra zaman içinde benim de hem diğer hocalarımdan öğrendiğim, hem de 30 yıllık birikimim içinde kendi araştırmalarımda bulduğum ve geliştirdiğim farklı egzersizler oldu. Bunların hepsini bir sistem haline getirdim; sistematik olarak çalışmak, çalıştırmak için.

Ergüder Hoca bu egzersizler için “iki tarafı keskin bıçak” derdi. Yanlış uygulandığı zaman ses tellerinde nodül yapar, doğru kullanıldığı zaman ise ses tellerindeki nodülleri temizler. Her derde devadır doğru uygulandığında bu egzersizler, derdi. Her derde deva dediğim zaman şimdi benim öğrencilerim şöyle bir gülüyorlar, ben de gülmüştüm. Ama zaman içinde bunları uygulayıp, uygulattığım zaman her derde deva olduklarını gördüm. Farklı dertlerin devalarını bulan öğrencilerimin şaşkınlıklarına da şahit oldum.

Egzersizleri anlatmadan önce biraz Shaolin rahiplerinden bahsetmek istiyorum, çünkü egzersizlerin ortaya çıkışı onlara ait ve arkasında büyük bir tarih var.

Shaolin öğretisi kadim Çin’in mistik sırlarından biridir. Shaolin rahiplerine ait Shaolin tapınağı Çin’de Hannan’da bulunuyor, yüzyıllar boyunca pek çok kez yıkılıp tekrar kurulmuş.

M.S. 464 yılında Shaolin tapınağına Hindistan’dan Budist rahip Bodhidharma geliyor, Çince ismi DaMo, Buda’nın 28. varisi kendisi ve Chen (Zen) felsefesini getiriyor tapınağa. Tapınağı kendi öğretisiyle yeniden kuruyor ve Başrahibi oluyor. BodhiDharma bir Dhyana ustası aynı zamanda. Hal böyle olunca, bu egzersizlerin kökü Gautama Buda’ya kadar dayanıyor (Dharma öğretilerine kadar).

Burada Dharma öğretilerinin temeline dair önemli bir anekdot aktarmak isterim. Ayin yaparken elinde çiçek tutarak gülümseyen Gautama Buda’nın mesajını anlayan ilk öğrencisi Kasyapa olmuştur. Ve gülümsemiştir. Bu gülümsemenin anlamı ise, hikmetin söze gerek duyulmadan aktarılmasıdır.

BodhiDharma Shaolin tapınağına geldikten sonraki ilk 9 yılı meditasyon ile geçirmiş. Ve daha sonra 18 farklı özel fiziksel hareket ile yapılan nefes tekniklerini bulmuş ve geliştirmiş. Bunlar farklı hayvanların savunma teknikleri üzerinden uyarlanmış teknikler. Söz konusu hareketlerin tasarım ve düzenlemesi ise geleneksel Çin tıbbı bilgilerine dayanmakta. Tedavi edici özelliği de buradan gelmekte.

Bu egzersizler rahiplerin meditasyon sırasında hem rahatlamalarını hem de zihinsel olarak uyanık kalmanı öğretiyor, sağlıyordu. Egzersizlerin amacı buydu. Dediğim gibi Shaolin rahiplerinin Kung Fu savunma sanatı öğretisi, BodhiDharma’nın getirdiği Zen felsefesi ile uygulanmaya başlandı tapınakta 5. yüzyıldan itibaren.

Savunma sanatının öğreniminin yanı sıra sağlıklı bir beden ve zihin yapısında yaşamayı sağlıyor bu egzersizler. Felsefelerinin esasları disiplin, ıslah ve beden kontrolü; ama en başta insan hayatına saygı, sevgi ve erdem. Bunların yanı sıra uzun zaman, uzun yol, güç, maharet, silah (savunma için) gibi kavramların da özel yerleri var bu öğretide.

Öğretinin çalışmaları dünyanın tüm zevklerinden uzak kalmak olarak başlıyor. Altı yaşında başlıyorlar bu çalışmalara, tapınağa kabul edilenler.

Dediğim gibi kapalı bir öğreti bu. Sebebi de, bu öğretide ustalaşanların yaşamın her aşamasında, her durum ve koşula karşı güçlü kalabilmek adına, insanoğlunun içinde var olan enerjinin dışa yansıtılması alanında yetkinlik kazanıyor olmaları.

Bir başka ifade ile bu enerjiyi zihin ve ruh gücüyle buluşturmayı başarabiliyor olmaları. 18 nefes tekniğinin temelinde yatan amaç bu. Bu sebeple neredeyse yapamadıkları, başaramadıkları hiçbir şey yok Shaolin rahiplerinin. Böylesi bir yetkinliğin yanlış kişilere öğretilmemesi amacıyla kapalı bir öğreti bu, çünkü dediğim gibi öğretinin en temel prensibi insan hayatına saygı, sevgi ve erdem.

Daha sonra maalesef Avrupa’da, Amerika’da Kung Fu ağırlıkla tüm bu anlattığım felsefeden tamamen bağımsız olarak dövüş sanatı formatıyla benimseniyor. Felsefesinin özünden kopuk, içi boşaltılmış versiyonlar diyebiliriz bunlara ağırlıkla.

Kaldığımız yere dönersek, dediğim gibi bu 18 nefes tekniği üzerine Ergüder Hoca ve arkadaşı olan bu rahip birlikte çalışmaya başlıyorlar hoca Paris’te iken.

Bu çalışmaların başka yönleri de var. Bir örnek olarak hoca ile biz uyumadan on beş gün çalışma yapardık mesela.

Bu egzersizler ses tellerindeki nodüllerinin tedavisini, doğru nefes almayı, nefesi doğru kullanmayı, sesi doğru kullanmayı, diyaframın açılmasını ve diyafram kontrolünü sağlar. En önemlisi de diyaframı açmaktır. Diyaframı açık olmayan bir insan istediği kadar ben diyafram nefesi alıyorum desin, eğer diyafram açılmamışsa hiçbir işe yaramıyor. Ciğerlerin ancak üçte biri çalışır diyafram açılmamışsa.

Eski diyafram açma tekniklerinde maalesef ses ya sağ akciğere ya sol akciğere yerleşirdi. Yani ciğerlerden yalnızca bir tanesi çalışırdı. Bir başkası deyişle kalp sesi, karaciğer sesi, vb. şekillerde kullanılabilirdi. Oysa bu tekniklerde ses karına kadar iniyor, diyaframın etrafından geçiyor, ciğerlerden eşit olarak tekrar ses kanalından ses tellerine geçiyor.

Ses tellerine geçmek derken, ses hafifçe ses tellerine değerek, tüy gibi süzülerek çıkıyor. Dolayısıyla eğer ses doğru bir öğretmen tarafından, doğru bir metotla çalışılmıyorsa, ses tellerini büyük bir çoğunlukla tahrip edebiliyor. Onun için nefes, ses, şan çalışmak isteyen kişilerin bu alanlarda yetkin kişilerle çalışması gerekiyor.

Özellikle üstüne basa basa söylüyorum bunu. Çünkü benden iki ay ders almış bırakmış ya da benim öğrencim dahi olmamış ama kulaktan egzersizlerin tarifini duymuş insanların çalıştırdığı kişiler sonunda yine bana ses tellerinde nodüller ile geliyorlar.

Daha önce söylemiştim; Ergüder Hoca’nın benim dışımda öğrencisi olmuş pek çok sanatçı vardır ve Hoca bu kişilerin hiçbirine bu egzersizlerin tamamını öğretmemiştir ve öğretme izni vermemiştir diye.

Hoca ile çalışırken masaya vurup “Ben kendi sesimi istiyorum” dediğim o tartışmamızdan sonra bana tüm bu egzersizleri nasıl kullanabileceğimi ve nasıl öğretebileceğimi çalıştırmaya başladı. Dolayısıyla yaptığını yıkmayı da öğretti. Bu konuda çok şanslı hissederim hep, hocanın yalnızca bana bu konuda el vermiş olmasından ötürü yani. Ben de bu bayrağı birine devretmek istiyorum ama şu ana kadar tanıdığım, çalıştığım kimsenin yeterli sabrı yoktu. İki sene, üç sene böyle bir eğitim almaya sabırları yok. Bırakın iki seneyi, üçüncü dersten sonra bunları sadece beden egzersizleri zannedip, tamam ben öğrendim egzersizleri, kendim yaparım diye düşünüyorlar. Ergüder Hoca’ya da yapıyorlardı aynısını. Sonra birkaç hafta geçip sesleri kısılınca geri geliyorlardı. Boğazlarına kaçırdılar sesi derdi Ergüder Hoca. Kendi öğrencilerimle de bunları yaşadım.

Ama sabırlı öğrencilerim deva buldular bu egzersizlerden. Mesela astım hastası öğrencilerim oldu, bu egzersizlerle tedavi oldular. İki yıl boyunca egzersizleri eksiksiz ve düzenli yapan bir öğrenci kızımın astımı tamamen tedavi oldu. Sigara içmeye kalkmış kendisini iyi hissedince içememiş. Doktoruna olağan kontrolüne gittiğinde doktoruna da anlatmış kendisini çok iyi hissettiğini, hatta sigara içmeyi denediğini ama içemediğini. Doktoru astımının geçtiğini, üstelik ciğerlerinin de tertemiz olduğunu söylemiş, bu nedenle sigarayı kaldıramamış bedenin demiş. Doktordan çıkınca bana gelmişti hemen teşekkür etmek için.

On yedi yaşında karaciğer hastası olan bir başka öğrenci kızım vardı, Hepatit B’den dolayı siroz başlangıcı teşhisi konmuştu biz çalışmaya başlamadan önce. Daha doğrusu on beş yaşından beri karaciğer rahatsızlığı sürüyordu ve bir türlü testleri istenen düzeylere gelmemişti. Bu egzersizlerle çalıştıktan sonra karaciğer testleri normale döndü ve sirozdan kurtuldu. Hatta doktoru sormuş öğrencime, iki yıldır yaptıklarından farklı olarak ne yaptın diye. Öğrencim de anlatmış çalışmalarımızı. Bunun üzerine beni aradı doktor, çalışmalarımızı bir de benden dinledi, teşekkür etti ve başka hastalarını da bana yollamaya karar verdi.

Ergüder Hoca da anlatmıştı bunu bana, doktor da aynısını söyledi. Bedendeki tüm hücrelere, kılcal damarlar vasıtasıyla oksijen gidiyor bu egzersizler sırasında. Dolayısıyla kan temizleniyor. Kan temizlendiği için beden doğal olarak kendi kendini onarmaya başlıyor. Bu sayede bağışıklık sistemini güçleniyor ve beden hastalıkları yenmeye başlıyor.

Başlangıçta Shaolin rahiplerinin bu egzersizleri nasıl ve ne için kullandığını anlatmamın sebebi, bu anlattıklarıma şaşırılması için idi. Çok özet olarak geçtim o bölümü tabi, yoksa çok uzun sürer o konu. İlk kez Ergüder Hoca anlatmıştı dediğim gibi Shaolin rahiplerini bana, fakat daha sonra ben de üzerine uzun yıllar araştırdım ve çalıştım dediğim gibi.

Bu egzersizlerin bir başka yanı da inanılmaz bir enerjiyi açığa çıkarması bunları çalışan, uygulayan kişide. Yorulmak bilmiyorsunuz adeta, günlük performans kapasiteniz her ne kadar ise en az iki katına çıkıyor. Daha yeni olan bir olayla örneklendireyim bunu. Geçenlerde, çalıştırdığım bir öğrencime tüm egzersizleri sadece iki defa yaptırdım çünkü stüdyoya kayda girecekti. Ertesi sabah beni aradı. Hocam ben normalde oldukça yorulurum stüdyo kayıtlarında, bırakın yorulmayı çıkıp eve gittikten sonra üstüne bütün gece uyuyamadım zindelikten; bu nasıl bir enerji patlamasıdır, dedi. Maden uyuyamadın kalkıp çalışsaydın dedim, o da aynen öyle yaptım hocam, dedi. Biraz önce söylediğim on beş gün uyumadan Hoca ile çalışabilmemizin nedeni bu egzersizleri birlikte yapmamızdı.

Önceki bölümlerde anlattığım gibi iş yapıyorduk birlikte çünkü. Ergüder Hoca bestelerini yaparken beraber okurduk, besteleri beraber yazardık, gelen iş teklifleri için hazırlanırdık. Mesela on beş gün içinde yetişmesi gereken gazete kasetleri olurdu. Biz de uyumadan çalışıp yetiştirirdik işleri. O yüzden yirmi yıl boyunca hiç durmadan, hiç bırakmadan sabah altıda kalkardım, yarım saat yürüyüşümü yapıp döner eve, egzersizlerimi yapardım. Sonra duşumu alır, giyinir, makyajımı yapar saat 10.30’da da konservatuvarda dersimi veriyor olurdum. Akşamları da eğer çok yorgunsam dinlendirici egzersizleri yaparak rahatlar ve yatardım. Ta ki kazaya kadar. Kazadan sonra maalesef iki yıl kadar kolumu kullanamadım, o zaman ara vermek zorunda kaldım.

D.T.: Bahsetmiştiniz kazadan daha önce ama sormamıştım, sorabilir miyim nasıl bir kaza geçirdiğinizi?

İ.A.: Üçüncü kattan düştüm. Kedimin biri çatıya çıkmıştı, dümdüz bir ağaç üzerinde. Üç gün boyunca inemedi, itfaiye geldi, onlar da indiremediler. Ben de o sırada almak için merdivene çıktım, merdiven kaydı, kıyamadım üç gündür çatıda aç susuz kalmıştı. Betona düştüm ama kedi gibi düştüm, kedilerden öğrenmişim bir şekilde herhalde (gülerek). Hayatta kalmam bir nevi mucizedir aslında, bakmayın güldüğüme. Bu arada o aşağıya inemeyen kedi ben düşünce korkup halime hemen indi ve yüzümü yalamaya başladı, hiç unutmam o anı.

Kaldığımız yerden devam edeyim. Başlangıçta egzersizler hakikaten zor geliyor. Ama daha sonra, egzersizlerimi yapayım da kendime geleyim diyorsunuz. Ne stres, ne yorgunluk kalıyor; depresyon da söz konusu dahi olmuyor. Dolayısıyla daha mutlu, daha huzurlu hissediyorsunuz.

Beyniniz açılıyor bu egzersizlerle, çünkü beyninize giden oksijen miktarı büyük ölçüde artıyor. Ezberlerinde zorluk çeken tiyatro ve şan öğrencilerim egzersizlere başladıktan sonra söylerler hep. Hocam aklımızda tutamazdık melodileri veya tekstleri, şimdi çok daha kolay ezberliyoruz dediklerinde, bunun da egzersizler yüzünden olduğunu söylerim hep.

Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için, kendimizi iyi ifade edebilmek için, duygularımızı ve onların temelindeki düşüncelerimizi iyi aktarabilmemiz gerekiyor bildiğiniz gibi. Bunun temelinde de doğru nefes almak, nefesimizi doğru kullanmak yatıyor. Sesimizi de öyle. Yani sadece şan öğrencileri için, şarkı söyleyenler için değil, yaşamın tüm alanlarında nefesini ve sesini doğru kullanmak için muhteşem faydaları olan egzersizler bunlar. Tiyatrocular, öğretmenler, spikerler, iş hayatında ağırlıkla sunum yapan kişiler, belediye başkanı, valiler, siyasi parti üyeleri gibi kamu yöneticileri gibi pek çok alandan öğrencilerim oldu bu sebeple.

Mesela Bodrum’da yaşarken bir öğretmen ile çalıştık. Ses tellerindeki nodülü tedavi edemediği için İzmir’e, İstanbul’a, Marmaris’e gitmiş, kendi ifadesiyle gitmediği yer kalmamış. Yaklaşık üç ay kadar çalıştık birlikte, mucizeler oldu yine. Mucize diyorum çünkü o süre sonunda ses tellerinde ne ödem ne nodül kaldı. Sesi de pırıl pırıl oldu.

Dolayısıyla doğru nefes, diyafram ile alınan ve verilen nefestir. Bu bizim tüm yaşamımızı değiştirecek olan nefestir. Doğru nefes yaşam gücümüzü arttırır. Diyafram nefesi, yanlış ve kısıtlayıcı şekilde kullanılan nefes kapasitesinin artmasını, bedenimizin tüm hücrelerinin oksijen ile dolmasını, bağışıklık sistemimizin güçlenerek bedenin kendi kendisini tedavi etmesini sağlar diye özetleyebilirim yukarıdaki anlattıklarımı.

D.T.: Yanlış hatırlamıyorsam daha önceki bölümde bu egzersizlere ilk başladığınızda kilo verdiğinizi söylemiştiniz?

İ.A.: Haklısın Denizciğim. Anlattığım kazadan iki yıl sonra Bodrum’a yerleştiğimde hareketsizlikten dolayı oldukça fazla kilo almıştım. İlk altı ay yataktan kalkamadım, sonraki iki yıl boyunca da sağ bileğimi kullanamadım. Bodrum’a gittiğimde normal kilomdan yirmi kilo fazla ile gittim. Ve Bodrum’da dört ayda tam yirmi üç kilo verdim.

Yürüyüş yapıyordum sadece spor olarak. Yediğim her şeyi de yemeğe devam ettim. Sadece porsiyonlarımı küçülttüm ve tatlılardan sadece sütlü tatlıları yedim. Hiçbir besini kesmedim yani o zamana kadar yediğim ve sevdiğim. Hatta haftada iki gün biramı da içtim, en fazla bir şişe olmak kaydıyla tabi, abartmadan. Bunlarla birlikte her gün egzersizleri yaparak dediğim gibi yirmi üç kiloyu vermem 4 ayımı aldı. Bir öğrencim de sadece ekmek ve tatlıyı keserek bu egzersizleri yaparak bir ayda yedi kilo verdi.

Bunların yanı sıra çok önemli bir faydası da migren ve regl ağrılarını kaldırması bu egzersizlerin. Sadece bu sebeplerden gelen öğrencilerim de oldu. On dakika bu egzersizleri yaparak migren ataklarını atlatmak mümkündür, birebir gerçekleştirdiğim çalışmaların, öğrencilerim üzerinden deneyimlediğim sonuçlar bunlar. Tabi burada mühim olan hem nefes hem de o nefes egzersizlerini yaparak çıkarttığımız seslerin rezonansı. Doğru rezonanslar da tedavi edicidir. Ses ve nefes birbirinden ayrılamaz iki unsur.

Sesimizi doğru kullanmak için ise dört temel kural var. Birinci uygun postür yani uygun duruş, ikincisi yeterli nefes desteği, üçüncüsü sağlıklı ve doğru ses çıkartma tekniği, dördüncüsü ses boşluklarını doğru kullanarak rezonans oluşturmak. Elmacık kemiklerimizin arkasında boşluklar vardır. Sesi oraya yerleştirdiğin zaman sesi mikrofon ile kullanıyormuşsunuz gibi olur. Bunları da anlatıyorum derslerde tüm detaylarıyla. Bedenimize dair özet olarak anlattığım bu bilimsel bilgiler olmadan bu çalışmalar hakkıyla yapılamaz, yapılsa da ne yapıldığı anlaşılmaz.

Bu egzersizlerle bedenimizi bir enstrüman gibi kullanabiliyoruz. Aynı bir enstrümanı akort eder gibi bedenimizi akort ediyoruz. Kafa sesi, gırtlak sesi, göğüs sesi, maske sesi, karaciğer sesi, böbrek sesi, sırt sesi, karın sesi ve mekân sesi başlıklarında bedenimizin her yerinden ses çıkartmayı öğreniyoruz. Bunların hepsinin ayrı teknikleri var. Tabi bunları çalışırken, bedenin çalışılan o alanında birtakım gelişmeler oluyor. O alandaki rezonanslar ve doğru nefes ile o bölgeye yayılan oksijen ile biraz önce bahsettiğim tedavi edici gelişmeler bunlar.

D.T.: Harika. Daha özel olarak şan, vokal, sahne sanatlar alanındaki öğrencilerinizle yaptığınız derslerinizin akışını merak ediyorum.

İ.A.: Tabi anlatayım kısaca. “Sesin Hareketi, Hareketin Sesi” adı altında atölye çalışmaları yaptım yıllarca. İlk atölyeyi Uğur Değirmencioğlu ile Borusan’da yaptık. İki yıl sürdü oradaki çalışmalarımız ve sonra atölyelerime hep bu ismi verdim. Benim bulduğum bir isimdir, patentini almadım ama. Çünkü benim egzersiz sistematiğimle bütünleşen bir anlamı vardır.

Maalesef egzersizlerimi yetkinlikleri olmadan kullananlar olduğu gibi, benim bulduğum atölye ismini de kullananlar oldu. Önemli olan kısmı bu ismi kullanmış olmaları değil, sese zarar veriyor olmaları, bu anlamda ifade ediyorum. Neticede o atölyelere katılanların neredeyse hepsi beni buldular daha sonra, maalesef hasarlı bir şekilde.

Ayla abla (Algan) bana bir gün “Sen beden sesini bulduruyorsun insanlara. Yaptığın şey her insana kendine has beden sesini buldurmak bir yandan. Onu da ekle atölyenin ismine, içeriğine,” dedi.

Doğruydu söylediği. Her kişinin, her bedenin kendine has bir sesi var. Aynı gözümüzün retinasında, parmak izimizde olduğu gibi. Bu egzersizler sonucunda her insan, taklit etmeksizin, herhangi başka bir sesten etkilenmeksizin kendi sesine kavuşuyor tekrar.

Yeni doğan bir bebeğin ilk aldığı nefes diyafram sesidir, ilk çıkardığı ses de diyafram sesidir. Zaman içinde bazılarımız üç, dört yaşlarında, bazılarımız ise ergenlik döneminde kaybediyor bu kendine has olan sesi. Ergüder Hoca çok ağlayan bebekler diyaframını kaybetmiyorlar derdi hatta. Neden bunu anlatıyorum, çünkü diyafram sesi bedenin kendi doğal sesidir.

Ergüder Hoca’nın adada olduğu yıllardı, 1996 idi sanırım. Işıklar içinde olsun, dünyaca ünlü koloratür sopranomuz Suna Korat hocam ile yine müzisyen bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştık. Bana bir şarkı söyletti. Dinlerken ağladı, sonra da bana sesimi buldum diye sarıldı. Ben de çok duygulanıp sevinçten ağlamaya başladım. Sonra beraber çalışalım dedi ve birlikte çalışmaya başladık. İlk derste “Benim sana öğreteceğim her şeyi Ergüder sana öğretmiş. Böyle bir sanatçı yetiştirdiği için ona teşekkür etmeliyim,” dedi. Sonra da birlikte etüt yapalım dilersen, sen de sesini korumuş olursun ben de zevk ederim, dedi. Bilkent Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak gidene kadar birlikte çalışmaya devam ettik. Ergüder Hoca’yı görmeyi çok istiyordu Suna Hoca, fakat rahatsızlığından ötürü gidemedik adaya maalesef. Bir de albümünün yapılmasını çok istiyordu. Çok uğraştık. Fakat opera olduğu için hiçbir müzik yapımcısı yanaşmadı o zaman projeye. Maalesef vefatından sonra albümünü çıkarttılar.

Yeri gelmişken, Ergüder Hoca ile ilgili bir anı daha anlatayım. Dünyaca ünlü bir başka sopranomuz, primadonnamız Leyla Gencer’in dört yıl boyunca diyafram sesini açamamışlar konservatuvarda. Ergüder Hoca ile on dakika degrade egzersizini çalıştırarak açmış diyaframını, o kadar yıllık emeğin üstüne on dakika daha doğru bir ifadeyle. Ergüder Hoca ile çalışmaya devam etmişler daha sonra.

Dolayısıyla, derslerde ilk yaptığımız şey diyafram açma çalışmaları yapmak. Tüm egzersizleri en az onar dakika yapmak gerekiyor.

Diyaframı açtıktan sonra bedende nefesin ve sesin doğru yerini buluyoruz. Sonra diyaframı kontrol etme, kondisyon arttırma, diyafram sesini spontane olarak kullanılabilir hale getirme üzerine çalışıyoruz. Diyafram kontrolü çok önemlidir.

Ergüder Hoca “Bak, dünyadaki bütün başarılı liderler, bilim insanları, müzisyenler, tiyatrocular, oyuncular hepsi diyaframını iyi kontrol edebilen insanlardır. Diyaframını kontrolü eden dünyayı bile kontrol edebilir ama en zoru ve önemlisi insanın kendini kontrol edebilmesidir,” derdi.

Genelde bilinen nefes ve şan egzersizlerinde nefesini diyaframından al, tut, sesi takip et gibi bir metot izlenir. Bu egzersizler hiç öyle özel bir konsantrasyon gerektirmiyor. Sadece egzersizleri yapıyoruz. Bir süre sonra zaten beden tüm anlattıklarımı kendisi yapmaya başlıyor. Çünkü bunlar bedenlerimizin aslında bildiği şeyler, bedenlerimizde var olan şeyler. Unuttuğunu hatırlatıyoruz bedene, hatırlayınca da otomatik olarak kendi kullanmaya başlıyor zaten. Daha ilk saatin sonunda öğrencilerin sesi değişmeye, yerini aramaya ve bulmaya başlıyor.

Çalışmalar ilerledikçe ses genişliyor. Enterval genişliyor. Bir, bir buçuk oktavla gelen ve çalışmaları kesmeden tamamlayan öğrencilerin sesleri üç buçuk oktava kadar çıkıyor rahatlıkla. Daha geniş oktavla gelenleri daha fazla genişliyor entervali doğal olarak. Dört buçuk oktavı geçen olmadı henüz ama uğraşılsa olabilir, maalesef o kadar dayanamıyorlar.

Derslerin bir aşaması da ses güçlendirme ve vibrasyon alanlarındaki egzersizler. Egzersizleri yaparken beden bir vibrasyona giriyor. O vibrasyon bir süre sonra sese geçiyor. Operacılar, şan öğrencileri bu sese ulaşabilmek için diğer metotları kullanarak yıllarca ulaşıyorlar.

Sesi güçlendirme ile bahsettiğim ise mikrofon kullanmaksızın konser verebilmek ya da bir tiyatro oyunu oynamak. Dolu bir salonda sesin en arka sıraya kadar ulaşmasını sağlayacak olan, üst üste pek çok konser ya da oyun oynarken sesin bu gücünü, kalitesini korumaktan bahsediyorum.

Ritim ve beden uyumu, beden, ses ve ruh uyumu, ses merkezleri ve konuşma teknikleri, diksiyon, artikülasyon, tonlama, fonetik de derslerimizde yer alan diğer konular. Diksiyon için de özel egzersizlerim var; diksiyon, fonetik, artikülasyon ve fonetik başlıklarını da hep egzersizler ile çalıştırıyorum. Tiyatro Festivali’ndeki anımı anlatmıştım Cem Bender ile daha önce. Daha pek çok öğrencim oldu böyle diksiyonunu düzelttiğim.

Bir sözüm vardır. Altı ay sıkı çalışmayla kargayı bülbül yaparım ben derim. Yaptım da söylüyorum tabi ki. Karga derken karganın hakkını yememem lazım. Karganın sesi herkes tarafından beğenilmese de güzeldir, tonu, tonları vardır yani. Müzik kulağı olmadığını söyleyen kişilerden bahsediyorum burada, onlarla dahi altı ayda mucizeler yaşandı bu sistematik egzersizlerle.

Ergüder Hoca “Müzik kulağı yok diye bir şey yoktur. Dinleme alışkanlığı yok diye bir şey vardır,” derdi. Dinleme alışkanlığı kazandırırsanız herkesin müzik kulağı olur. “Dinleme alışkanlığı oluşturup, nefes ve ses egzersizleri ile de doğru sesi çıkartıyoruz,” derim ben de o yüzden.

Tiyatro öğrencilerinden oluşan kırk beş kişilik bir koro ile, ki sekiz tanesinin müzik kulağı iyiydi, geri kalanının ise vasatın üzerindeydi sadece. Altı ay sonunda “Gelenekten Çağdaşa” adında çok sesli bir konser verdik. Ayakta alkışlandık.

Derslerde ses entonasyonu çalışmaları da var. Detone, sürtone olmadan performans verebilmek için.

Konsantrasyon egzersizleri yapıyoruz ayrıca. Öğrencilerimi çalıştırırken derim ki “Aldığınız her nefes ile yaşamın bütün güzelliklerini içinize çekiyorsunuz, verdiğiniz her nefes ile tüm olumsuzlukları atıyorsunuz.” Böyle düşünerek yapıyoruz bu egzersizleri dediğimde, direkt olarak kendilerine konsantre oluyorlar zaten başlangıçtan itibaren.

Bunun yanı sıra grup uyumu derslerim var. Hem gruplarıyla müzik yapan şarkıcılarla, hem tiyatrocularla, hem korolarla çalışıyorum bu alanda. Her biri için ayrı teknikler ve egzersizler var Ergüder Hoca’dan devraldığım ve geliştirdiğim.

Tüm bu çalışmaların en önemli yanı öğretmenin kulağının yetkinliğine de bağlı. O sesi nereden alıyor, nereden çıkarıyor öğrenci, çıkardığı ses boğazında mı sırtında mı karnında mı, karaciğerinde mi, kafasında mı anlamazsa öğretmen, hiçbir işe yaramaz aynı egzersizleri yaptırsa da. Öğrencinin ne yaptığını yetkin olarak duymayan, anlamayan biri nasıl olur da dönüştürür o öğrenciyi? Öğrencinin sesinin yerine göre farklı teknik uygulanması lazım. Mümkün değil absolüt kulağı olmazsa öğretmenin. Ergüder Hoca’nın bu teknikleri yalnızca bana öğretmiş ve öğretme hakkı vermiş olma sebeplerinden en önemlisi benim de kulağımın absolüt olmasıdır. Böyle olmayan öğretmenler tarafından hasarlandırılıyor öğrenciler işte.

D.T.: Anlattığınız düzeydeki hocalık, hekimlik gibi de tınlıyor. Teşhisi yapamayan tedaviyi yapabilir mi sorusunun yanıtı da aynı çünkü.

İ.A.: Evet Denizciğim. Bunu, şimdi ismini vermek istemediğim, konularında yetkin sanatçılara da çok zor anlattım, hatta çoğunlukla anlatamadım.

Bu egzersizler, tarihçesinden içindeki kavramlara bu sistematiği çalışmış, üstüne tüm bu çalışmaları kendisinde deneyimlemiş, üstüne sağlam bir müzik eğitimi olan, üstüne de çok iyi bir kulağı olan bir hoca ile anlattığım sonuçlara ulaşabilir. Aksi takdirde mümkün değil.

D.T.: Bu değerli röportaj için çok teşekkür ederim vakfımız adına sevgili İlknur hocam. Tüm hüzünlü yanları ile de birlikte, değerli Ergüder Yoldaş hocamızı ve sizi bu röportaj vesilesiyle layığıyla tanımaya çalışmak, ayrı ayrı ve birlikte çalışmalarınızı öğrenmiş olmak büyük bir mutluluk.

İ.A.: Ben de sevgili hocam Ergüder Yoldaş’ı anlatarak çok duygulandım ve onur duydum. Bana bu imkânı verdiği için Anadolu Aydınlanma Vakfı’na, Sevgili Metin Bobaroğlu’na ve değerli emekleriniz ve güzel sunumlarınız için sana ve İzzet’e çok teşekkür ederim Denizciğim.

Deniz Tipigil
+ Son Yazılar