Okuma süresi: 11.58 mintues

Gösteri Toplumu’nda Guy Debord, gösteriyi “insan ve insan arasındaki yabancılaşma ve ayrılışın bir ifadesi” (1) olarak tanımlar. Yabancılaşmanın bütün tarihi ve bu yabancılaşmanın geri çekilmesi bütün üretilmiş soyut düşüncenin, mantığın, spekülatif düşünceye neden olan sürecin tarihinden başka bir şey değildir. Uzaklaşma, bu yabancılaşmanın gerçek etkisini biçimlendirir ve onu sınırlandırır. Özne ve nesnenin, bilincin ve keninde bilincin, “kendinde” ve “kendisi için” de karşı durur. Karşıt olan maddî gerçekliğin ve soyut düşüncenin ya kendisi içindedir ya da gerçek hislerdir. Tüm diğer karşı çıkışlar ve bu karşı çıkışların devinimi sadece bir görünüştür. Var olan uzaklaşmanın ayırt edici görünüşteki özü, insanca olmayan bir şekilde kendisine karşı çıkmaz, fakat soyut düşünceye karşı çıkar ve farklı olmanın gerçekliğinde kendisini nesnelleştirir. Bu uzaklaşmanın soyut varlığını içselleştirerek inşa eder.

İnsanın gücünden uzaklaşması ve nesnelleşmesi, ilk olarak bilinçte, saf düşüncede yer alan biçimsel eşyalardır. Her şeyin biçimsel bir şekilde ortaya çıkmasından ötürü bu süreç tinsel tözlere dönüşür ve insanın gerçek özü yalnızca akıldır. Aklın gerçek biçimi, düşünen akıl, mantık ve spekülatif akıldır. Soyut bilinçten dolayı, ki bu nesnenin nasıl kesin ve açık bir biçimde ifade edildiğidir, kendi içinde kavramı kendinde bilincin ayrışımı içindeki tek bir andır.

Bu hareketin akıbeti, bilinç ve kendinde bilincin mutlak bilgiyle özdeşleşmesidir. Soyut düşüncenin hareketi artık daha dışarı doğru yönlendirilmez; sadece kendi içinde ileri doğru gider. Bu noktada kuramsal ifadelerin kategorileri olarak üretim ilişkilerinin tarihsel hareketini bir kenara bıraktığımız an; gerçek ilişkilerden bağımsız, kendiliğinden olan düşünceleri ve fikirlerden çok bu kategorileri görmek istediğimiz an, bu düşüncelerin kaynağı olarak saf düşüncenin hareketine atfetmeye zorlanırız.

Kişisel olmayan saf, edebi neden bu düşünceleri nasıl doğurur? Kendisinden kendisi olarak ayırt mı edilmektedir? Öyleyse bunun anlamı nedir? Kendisine karşıt olmayan bir nesne olarak, veya birleştirilemeyen bir özne olarak kendisi dışındaki kişisel olmayan neden, kendisine soru sorularak şaşırtılan, kendisine karşıt ve kendisini birleştirerek birdenbire kendini dönmeye zorlanır – onaylama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması.

Peki, soyut durumdaki hareket nedir? Hareketin saf mantıksal formülasyonu ya da saf nedenin hareketi nerede varolur? Kendisini onaylamada, yadsımada ve yadsımanın yadsınmasında; ya da tez olarak formülleştirmede, antitezde ve sentezde. Bir kere tez olarak kendisi yadsındığında, bu tez, bu düşünce kendisine karşı çıkar; iki çelişkili düşünceye ayrılır: artı ve eksi. Antitezde uzlaşan bu iki karşıt unsur arasındaki bu mücadele diyalektik hareketi oluşturur. Artı, eksi olur; eksi, artı olur; artı, hem artı hem eksi olur; eksi hem eksi hem artı olur; karşıtlar birbirlerini dengede tutarak nötrleştirir.

Anlamlaştırılmış sistem yerine, biçimlerin çeşitli bölümlerinin sisteminin bağımlılığına dönüşür. Fakat bağlantılar, her zaman kendi biçimleri içerisinde gözle görülebilir, ya da en azından biçimlerin yapısına uygun ana ilkeler tarafından zorunlu yabancılaşma olarak düşünülmelidir. Bir başka deyişle, bir ilkenin ortaya atılması, bu ilke tarafından eksiye eksiyle olan bir ilişkisinde bütün sistemin ortaya atılmasını vurgular. Eksi bu ayırt etme kararlılığını belirler ve soyutlamayı ortaya çıkarır. Bundan dolayı, soyutlama somutun ve onun belirlenmesinin yalıtılmasının ayrılığıdır.

“… somut olma modu tam anlamıyla soyutlama olan gösteride mükemmel bir şekile ifade edilir. Gösteride, dünyanın bir kısmı kendisini dünya karşısında temsil eder ve bu kısım dünyadan üstündür. Gösteri bu ayrılığın ortak dilinden başka bir şey değildir. İzleyicileri birbirine bağlayan şey, bizzat kendi tecritlerini sürdüren, merkezde kurulan geri dönüşsüz bir ilişkidir. Gösteri ayrı olanı birleştirir, ama ayrı ayrı olarak birleştirir”. (2)

İnsanın objektif soyut varlığını yabancı bir şey kadar uzaklaşmayı da üretmiştir. Bunun yan sonucu sadece uzaklaşma değil, aynı zamanda nesnelleşmeyi aşmasıdır. İnsanı, insan doğasını kendinde bilinçle ilişkilendirdiğimizde, insan doğasının uzaklaşmasının kendinde bilincin uzaklaşmasına indirgendiğini farz ederiz Bu onun gerçek insan doğasının uzaklaşmasının, saklı doğasına yansımamış kendinde bilincin görünümüdür. Kendi varlığını yakalamış insan, nesnel varlığını yakalamış kendinde bilincinden başka bir şey değildir. Öyleyse nesnenin kendine geri dönüşü nesnenin kendisiyle buluşmasıdır.

Kendinde bilincin yabancılaşması maddî olmayan tözü oluşturur. Çünkü insan kişisel bilinçle ilişkilendirilir, onun yabancılaşmış nesnel varlığı ya da maddî olmayan töz yabancılaşmış kişisel bilince eşitlenir ve maddî olmayan töz bu yabancılaşma aracılığıyla kurulurken yaşayan, doğal varlığı tamamıyla kabul eder. Bu temel, nesnel güçlerle kendi varlığının nesnesi için, gerçek için, gerçek doğal nesneye sahip olmasını şart koşar. Kendinde bilincin, kendinde bilincin yabancılaşmasının, sadece maddî olmayan tözün daimî temeli üzerine yerleştirilebilir. Kişisel bilincin koşulu olarak maddî olmayan tözün kendinde bilinçle ilişkisinden bağımsız bir şey olamayacağı farz edilir; tek bir anın eylemi, ama yalnızca bir an için, görünüşte gerçek varlığından söz eder. Şimdiki ve nesnel varlığı içinde, ne doğal nesne ne de insan duyumları doğrudan doğruya kendilerini göstermiş olarak insan nesneleridirler. Bu maddî olmayan tözün kurulması eylemin doğasına ters bir eylemdir ve bir kere daha onun etkisine son vermelidir. Bilinci, insanın yabancılaşmış gerçekliğinden, kişisel bilinçle insanın kimliğindeki yabancılaşmış düşünceden başka bir şey olarak yabancılaşmış nesneyi göz önünde bulundurursak , onu soyut ve bu nedenden ötürü de gerçek olmayan ifadesi ve yadsıması olarak değerlendiririz. Dolayısıyla sadece yabancılaşmaya odaklanmak, soyutlamadan, gerçek olmayan bu soyutlamanın gerçek olmayan yükselişinden, yadsınanın yadsımasından başka bir şey değildir. Kişisel nesnelleşmenin somut, canlı, hislere hitap eden etkinliği, bundan ötürü salt soyutlamaya, mutlak olumsuzluğa, sonsuz biçimlere ve bağımsız etkinlik olarak formüleştirilmiş soyutlamaya indirgenir. Bu ortaklaşa adlandırılmış olumsuzluk soyutlamadan, gerçek yaşayan hareketin boş biçiminden başka bir şey olmadığı için, onun içeriği sadece biçimsel bir içerik olabilir. Bundan ötürü her içeriği benimseyen soyutlamanın soyut biçimleri vardır ve sonuç olarak bütün içeriklere de ilgisizdir.

“Donmuş toplumlar” kendi tarihsel harketini sınıra indirgemiştir ve çelişkilerini sabitleştirirken bu çelişkilerin kendisine ve kendi doğasına karşı değişmezliğini devam ettirir. Bu toplumların her biri değişimleri dışarıda bırakır.

Hâlâ görünen ve yeniden üretilen gösteridir. Yaşam için ayrılmış anlarda gösteri hayatı olarak temsil edilmiş şeyin daha gerçek gösteri hayatı olarak görünmesine neden olur. Oysa yaşanmış olanın kendi hareketsiz illüzyonunun düzenli olarak tekrar edilen zamanı, gösteri zamanı illüzyonu içerisinde kendiliğinden değişen yaşanmış gerçekliğin zamanıdır – zaman, zorunlu bir yabancılaşma olarak öznenin kendisini kaybederek kendisinin farkına vardığı, kendisi olabilmesi için bir başkası olduğu yerdir.

Şimdi parçalanmanın mutlak iktidarı, tarihî olmayan hareketsiz gösteri içerisinde kendi parçalarıyla birliktedir. Onun tamamlanmış görkemi aynı zamanda toplumdan kendisinin parçalanmışlığıdır; dünyanın varlığı-yokluğu tarafından kuşatılmış kişinin bastırılmasıyla dünya ve kişi arasındaki sınır onu daha görkemli kılar. Bu doğru ve yanlış arasındaki sınırı, aldatmanın gerçek varlığının altında yaşanmış bütün gerçeklerin hareket ettirilmesi aracılığıyla yok eder. Gösterinin bolluğundaki yanlış seçim, niceliksel bayağılığa bağlılığı uyarma anlamına gelen aldatıcı görünümünün niteliğinin mücadelesi içerisinde gelişir. Gösteri bilincinin seyircinin hayatını hapsettiği düzleştirilmiş evrende, gösterini daha genel biçimi birbirine bağımlılığının ve ilişkisinin sınırına sürgün olmuştur. Bundan dolayı, gösteri seyircinin aynadaki örüntüsüne dönüşür – kişisel yanlış tanımlama öznenin “yabancılaşma”sını kapsar.

Farklılaşmanın çelişkili yapısı soyutlamanın ayrımlaştırılmış düzeylerinin karşılaştırılmasında; özdeşlik ve farklılık, farkılaşma ve ayrılık ya da ayrılık ve birleşme arasında, bundan dolayı eklektik kimliksizliğe karşılık gelen bir parça gerçeklik fantazisinde mevcuttur… Tekrarın paradoksal dinamikleri, meta toplumunun çelişkisini hâlâ eskisi gibi korumasında oluşturulur. Böylece, durağan, değişmeyen pratikler aracılığıyla, insan kendisinin iç ve dış çelişkilerini umursamayarak, varolan koşullarla kendisini özdeşleştirerek yeniden üretilmiş hisseder. Yabancılaşma durumundaki bu insan, insan olarak kalabilmek için aynı kalmak zorundadır. Bu üretimde gösterinin temelinde yatan diğer sulandırılmış etkenlerin yerinden oynatılmasıyla üretimin gücünü arttıran yanlış temsilin gücü bu yabancılaşmanın evrenine kılavuzluk eder. Burada nesnelerin kitlesiyle ve artan yaygınlaşması aracılığıyla insan köleleşir. İnsan ve meta toplumunun maddeleşme süreci arasındaki ilişkiler metalar evrenine dönüştürülmüştür. Meta evreni haline dönüştürülen sahne, onların hayat ve ilişkilerinin çeşitliliğiymiş gibi görünen meta, insan bilincinin çekingen doğasıyla gerçek hayatın idealize edilmiş bir görünüşü olarak göz önünde bulundurulur.

“Çağımızın… tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur… Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey hakikâttir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhası’dır.”(3)

Metalar arasındaki organik ilişkiler, artık yaşayan varlık olarak kendi hayatını yaşamaz. Hayatın bu toplumsal yokluğu neredeyse ölümün toplumsal yokluğuna özdeştir. İç ve dış süreçlerle onun karşılıklı etkileşiminin gözden geçirilmesi halüsinasyonik bir toplumsal gerçekliğe dönüşür. Eğer biz “seyircinin bilincini, kendi dünyasının hareketinin bozulmuş merkezinde hareketsiz, artık kendi hayatını, kişisel farkındalığa ve ölüme doğru bir geçiş olarak kendi hayatını gözden geçirmediğini” farz edersek, bu durumda kendi hareketinden yoksunlaşma noktasına gelinir. Bundan ötürü, doğanın varlık gücü olarak insan, uzaklaştırıcı kırık parçalar içerisinde atomize olmuş ve bunu görmekten aciz olarak kabul edilir. Bu bakış açısıyla, insan sadece düşünce ya da sonsuz nedenin kıvrıklarını açan bir alettir. Debord’un söz ettiği evrim mutlak düşüncenin mistik rahminde tamamlanmış bir evrim olarak anlaşılır.

Bilginin bütün kolları gösteriye rağmen gelişmez, ama apaçık durumun görünmeyen çelişkilerinin özünü tutmasıyla gösterinin çapraşık düşüncelerle kuşatılması süreci olarak gelişir. Doğanın ve toplumun kendi kendine olan yansısı kendiliğinden kazanılmış bilgiye rehberlik eder. Bundan dolayı karşılıklı çelişkilerin en temelinde parçalanmışlık ortaya çıkar. Tarih sürekli olmayan boyutlarda yer değiştirir, bunun anlamı şudur: Tarih şu an içerisinde karaya çıkar ve her şey geçmişte ilân edilir. Bundan dolayı, gösteride imajların dokunabilir gerçek ilişki içinde farz edilmesiyle yabancılaşma, yabancılaşmanın tüketimi için imaja dönüşür. Bu söylem “onun içeriğinden, geçmişinden ve doğuracağı sonuçlardan her şeyi soyutladığını gösterir”(4). Gösteri ve gerçek arasındaki karşıtlık “mükemmel imajlar”la büyülenme aracılığıyla biçimlenir. Böylece gerçekliğin yok oluşunda ve sonsuza kadar yok olmuş gibi görünen sürecinde bu kaybın reddini telâfi etmeyi oluşturma temelinde gösteriyi “bütün”leştirir.

– (4) G. Debord, Comments on the Society of the Spectacle, Black&Red, 1983, S.22.

(*) Bu yazı, “The Spectacle is the Guardian of Sleep” başlığı altında Central Saint Martins College of Art & Design, Londra’da, Haziran 1999’da hazırlanmış Master tez çalışmasından bir alıntıdır.

(1) Guy Debord, Society of the Spectacle, Black&Red, 1983, Thesis 215.

(2) A.g.y., Thesis 29.

(3) C.P. Dutt, London – Martin Lawrence (ed.), Essence of Christianity (1885) – Baskının Önsözü, Feurbach, 1971, S.3.

+ Son Yazılar