Okuma süresi: 6.35 mintues

Toplumsal ütopyalar, insanın zengin hayal gücünün ürünleri ama bu ürünler yaşanan somut koşullardan hızını alıyor. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin bizlere kolaylıklar sağladığı yadsınamaz bir gerçek. Fakat insanın daha mutlu, insanca yaşama koşullarına sahip olması için kullanılacağı gibi kontrolden çıkarak insanoğlunun doymaz hırslarına araç haline gelmesi de öngörülebilir. Bu durum bence iki ana yönde ütopik tasarımlar doğuruyor.

Galiba önce olumlu görünen tasarıma bir örnek versem iyi olacak.

İnternette milyonlarca insanın izlediği Zeitgeist belgeselleri, alternatif olarak paranın olmadığı yeni bir dünya düzenini ortaya atıyor. Alternatif dünya arayışında olanlar, “Venüs Projesi” olarak adlandırdıkları deneysel bir dünya oluşumunu öngörüyorlar. Bu projeyi savunanlar; parasal düzenin tüm insanlığı hapsettiğinin, büyük şirketlerin ve bankaların da bu sisteme yardım ettiğinin altını çizmekteler. Bu projeyi savunlar, alternatif bir sistem ortaya koymaktalar. “Venüs Projesi” sistemine göre yeni dünyanın özgür vatandaşları, bilgisayarlarla yönetilen, kaynakların eşit paylaşıldığı çevre dostu kentlerde yaşıyor, kişisel uçaklar ve sürücüsüz otomobillerle dolaşıyor. Belgeselin yapımcısı Peter Josephs ve Venüs Projesi’nin fikir babası ünlü fütürist John Frasko’ya göre, dünyadaki tüm sorunların temelinde para yatıyor. Para ortadan kalkar ve dünyadaki tüm hizmetlerle mallar, yani ekonomik kaynaklar eşit olarak dağılırsa, barış ortamı oluşur. İkili, buna “Kaynak Bazlı Ekonomi” adını veriyor.

Venüs Projesi’nin öngördüğü şehirlerin özelliği, Sibernetik Yönetim… Şehir; merkezdeki bu yapay zekâ ile yönetiliyor. Buna göre, şehirlerin ulaşım, tarım, temizlik gibi tüm alt ve üst yapı yönetimi büyük bir bilgisayara bağlı. Örneğin, tarım bölgesinde toprağın sulanması, gelecek günlerde beklenen yağmur miktarı, topraktaki nem oranı ve daha birçok jeolojik bilgi analiz edilerek alınıyor. Ulaşım ise, araçlardaki ve yollardaki sensörler yardımıyla denetleniyor.

İnsan yaşamı için gereken giyim, beslenme, ulaşım, barınma, sağlık hizmetleri gibi gereksinimler, teknoloji tarafından sağlanır. Buna tükenmeyen, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi enerji kaynakları eklendiğinde, ortaya yetkin bir toplum modeli çıkıyor. Kaynaklar eşit dağılacağı, enerji de tükenmeyeceği için insanlarda parasal düzenin yarattığı rekabet ve hırs duygusu ortadan kalkıyor. Böylece insanlar rekabet ya da para, şöhret ya da güç peşinde değil de, kişisel rüyalarının peşinde koşuyor.

Para kazanma veya borç ödeme derdi ortadan kalkacağından, aynı malı üreten onlarca fabrika da yok. Bir malı en kaliteli şekilde üreten birkaç fabrika tüm talebe yetebiliyor. Para olmayınca bankacılık, sigorta, reklam, yatırım sektörleri de bulunmuyor.

Alışveriş merkezlerinde alışveriş isteğe göre gerçekleşiyor, paraya göre değil. İsteyen, istediği şeyi, istediği zaman mağazaya girip alabiliyor.

Önceden tamamen çevre dostu olarak inşa edilen evler, istenen yere monte edilebilecek. Evlerin güneşe bakan pencereleri, güneş enerjisi üretiminde kullanılacak. Her biri 1,6 kilometre yüksekliğindeki gökdelenlerde binlerce insan yaşayacak. Böylece kentlerde daha çok alan, ortak yaşam alanı olarak ayrılabilecek.

Tek ve güçlü bir lokomotifin çektiği vagonlar, istenildiği zaman yukarı veya aşağı hareket edebilecek. Tren yolları katlı olacak, böylece, bir istasyona gelindiğinde, bir vagon otomatik biçimde aşağı inebilecek ve diğer bir lokomotife eklenebilecek.

Otomobiller, manyetik yükselme prensibi ve elektrik ile çalışacaklar. Şoför olmayacak, yolcuların sadece nereye gideceklerini sesli olarak söylemeleri yeterli olacak. Her birinde sensör olacağı için, takip mesafesi sabit kalacak.

Şehirler çember şeklinde inşa edilecek. Şehrin göbeğinde kreş, eğitim merkezleri ve iletişim merkezleri olacak. Çevredeki tarlalarda organik tarım yapılacak. Güneş ışığının bu bölgelere daha rahat gelmesi için binalar saydam olacak.

Kısaca bazı özelliklerini aktarmaya çalıştığım proje bana Thomas More’un Ütopya Adası’nı hatırlattı. More’un adasında teknoloji, yaşama bu denli damgasını vurmuyor elbette. Ütopyalar yaşanılan ve kaleme alındıkları devrin baskın özelliklerini yansıtıyorlar. Ders verdiğim kolejde, Ütopya Adası üzerinde konuşurken bir öğrencim, bu toplum düzenini hiç de arzu edilir bulmadı ve böyle bir toplumsal düzende yaşamak istemeyeceğini ifade etti. Rekabetin ve çeşitliliğin, mücadelenin, daha çok şeylere sahip olma olanağının olmadığı bir düzeni hiç de çekici bulmadı. Birinin ütopyası diğerinin distopyası olabiliyor.

Diğer taraftan günümüzde yapılan bazı araştırmalar bana distopyaların hiç de hayal ürünü olmadığını düşündürüyor. Bundan yıllar evvel, öğrencilerime aktarmak üzere kestiğim bir yazıdaki bilgileri paylaşmak istiyorum. Bir öğle yemeğinde bir bilim kadınının öngörüleri ile ilgili bir sohbet bu… Aynen aktarıyorum:

“Bilindiği gibi gezegenin tamamında çeşitli üçkâğıtçılarla, işbirlikçi iktidar destekçileriyle ve sayısız başka manivelayla yakın bir gelecekte tarımsal üretimin tamamı dev uluslararası tarım tekellerinin hâkimiyetine geçirilmeye çalışılıyor. Doymak bilmez kâr ve hegemonya güdüsüyle genetiği değiştirilmiş ürünler ile ilişkili bilgiler, araştırma sonuçları hep “ticari sır” içerdiği nedeniyle gizli tutuluyor, zaten patent yasaları da bu durumu destekliyor. Sonuç olarak bu ürünlerin, kısa veya uzun vadede, insanlık üzerinde ne gibi etkilerinin olduğunu bilmiyoruz. Ama bu kadar “sıkı korunan” bilgilerin iyi ve olumlu sonuçlar içerdiğini düşünmek zor. Benim kanımca devasa bir köle ordusu yaratmak istiyorlar, yaşamak için gereken en az oranla beslenen, sadece küçük bir azınlık için çalışan, onların ihtiyaçları için gerekli malları üreten devasa bir köle topluluğu. Çeşitli genetik uygulamalarla, genetiği değiştirilmiş virüslerle akli melekelerinin bir kısmını yitirmiş olacaklar, durum tespiti yapamayacaklar. İçinde bulundukları vaziyeti doğal ve verili bir durum olarak algılayacaklar. Hatta buna dair ritüeller geliştirecekler.”

Bu noktada masadaki diğer kişilerden bazıları soruyorlar: Bu vaziyete gelene kadar hiç kimse mi başkaldırmayacak?

Bilim insanımız hemen cevap veriyor: “Bu tipte muhalif davranışlar ya da kalkışmalar, bunları gerçekleştirenlerin genetik yapısına göre davranabilen ve laboratuvarlarda geliştirilmiş süper akıllı virüslerin saldırısına uğrayacak ve tedavisi imkânsız ağır salgın hastalıklarla yok olacaklar. Bu plan, aslında iki aşamalı… İkinci aşama, kök hücre çalışmalarıyla alakalı. Kök hücreler sayesinde ölümsüzlüğe ulaşmak istiyorlar. Sonsuz hırsın vardığı nihai aşama olarak hiç ölmeyeceğini düşünen Roma imparatorları gibi yaşamak istiyorlar. Dünyanın büyük bir bölümü devasa plantasyonlara dönüşmüş olacak, onlar ise yarattıkları zenginliğin kendilerine ölümsüzlük sağlaması gerektiğine inanacak ve bunu hak ettiklerini iddia edecekler.”

Sizi bilemem ama ben sürekli inkişaf eden ruh hastalarıyla karşı karşıya kalmışım gibi hissettim. Dünyanın geleceğinin karanlık görünümü, belki de bilim ve insanlık arasındaki ilişkiyi, ölümsüzlük ve sonsuz hırsın bu konuya olan direkt temasının doğurabileceği korkunç ihtimaller zihnime üşüşüyor.

Saliha Özcan
+ Son Yazılar