“Ölümlüler arasında tek iyiliksever tanrıça bir umut kaldı, Öbürlerinin hepsi çekilip gitti Olympos’a.” Theognis [1]
Sonsuza kadar Olympos’ta zevk ve sefa içinde yaşayacak olan Tanrılar bunu paylaşmak isterler. Bu nedenle Prometheus ve Epimetheus kardeşlere hem kendilerine benzeyen hem de farklı bir varlık yaratmasını buyururlar. İki kardeş görevlerini tamamlayıp insanı yarattığında Zeus onu beğenir. İnsana ölümsüzlük dışında tüm özellikler bahşedilmiştir; gençlik, güzellik, sıhhat ve kuvvet. Prometheus’un görevi, insanlığın hayatta kalması, Epimetheus’unki ise diğer hayvanların yaşamasını sağlamaktır. Ne var ki Prometheus bununla yetinmeyerek Zeus’un kutsal sarayında yanan ateşten bir parça çalar ve insanlarla paylaşır.
Bu arada isimlerin anlamları da ayrıca düşündürücüdür: Prometheus, önce düşünüp sonra yapan, Epimetheus ise yaptıktan sonra düşünen. Kelime anlamlarına baktığımızda bu iki kardeş bir yerde insanın iki yetisini temsil eder gibidir; Prometheus aklın sezgisel yönünü, Epimetheus ise içgüdüyü, hayvani yönünü… Prometheus’un çaldığı ateş de tıpkı Âdem’e Havva’nın yedirdiği elma gibi gerçekte Tanrısal olan aklın bilme yetisidir.
Bu davranışı asla affetmeyen Zeus (nedendir bilinmez), Prometheus’u dinmez acılarla cezalandırır. Bununla da hırsı geçmez ve kadını yaratmak ister. Tanrıların her biri kadına narinlik, zarafet gibi güzellikler bahşederken Zeus kıskançlık duygusunu ekler ve ona tüm Tanrıların hediyesi anlamında “Pandora” adını verir. Sonra da haberci Hermes’e, onu, Epimetheus’a eş olarak sunmasını söyler.
Epimetheus ile Pandora dünyada mutluluk içinde yaşarlarken bir gün haberci Hermes gelerek onlara gizemli bir kutu emanet eder. Gelen sesler yüzünden merakına yenik düşen Pandora epey tereddüt ettikten sonra dayanamayarak kutuyu açar. Ne yazık ki açar açmaz insanlığın başına çağlar boyu bela olacak hastalık, acı, keder, kıskançlık, kibir, fesat, açlık, sefalet, ölüm gibi cinler ortaya saçılır. Yalnız son olarak kutun dibinde kalan ve en son çıkan Umut’tur… Bundan sonra tüm kötülükler nereye gitse o da peşi sıra gelecektir.
Yaşamın lezzeti olan umut ve mutluluk kardeş gibidir. Mut, sözlükte “özlemlerin sürekli ve eksiksiz” yerine getirilmesi olarak tanımlanıyor. Hedeflediğimiz mutluluğun gerçekten eksiksiz ve sürekli olması olanaklı mı? Bedensel hazlar ya da ego tatmini sağlayan her türlü gaye bizi mutluluğa eriştirir mi? Aslında sorgulamamız gerektiği halde tüm yaşamımız bunu deneylemekle geçer. Yaşadığımız çağda ve toplumumuzda bize sürekli mutluluk odaklı yaşamamız gerektiği vurgulanmakta. Oysa çabamız mutlu olmak yerine umutlu olmak olsa, umut bize gayeyi, gaye gayreti, gayret emeği, emek de ürünü sunacaktır. Her ürün de yeni bir umuttur ve yaşam döngüsü böylece sürer gider.
Beşeriyet için umut, öncelikle sağ kalmak, tensel açlığını gidermek sonra da kendisini oyalayacak, zamanını tüketecek uğraşlar edinmektir. Zamanı tüketmek değil, doğru değerlendirmek gerektiğini anlamayan çağımız insanı için bu, içinden çıkamadığı döngüsel bir süreçtir. Beşer, insanlaşma sürecinde sorgulama ve bilgilenme yoluyla tinsel gelişimine yönelir. Bilgi sayesinde insan kendisini ve yeteneklerini fark ederek üretime geçer. Bu üretim doğaya hükmetmek için alet yapmakla başlar. Sürecin son aşamasında ise sezgisel yönünü devreye sokarak yaratıcılığı doğrultusunda sanat eserleri ortaya koyar.
İnsan gaye varlığıdır. Descartes “Düşünüyorum o halde varım” demişti. İsmail Emre “Neyi düşünüyorsan o’sun” diyerek varlık sorunsalını bir ileri aşamaya taşır. “Neyi gaye ediniyorsan o’sun da” denilebilir aslında. Modern çağın aydınlanma ilke sözü Kant’tan gelir: “Sapere Aude” yani “Aydınlanmaya cesaret et.” Bu cesaret aslında gayenin temel yapı taşı olan umuttur. Umut, yaşam yemeğine lezzet veren anlam olarak, insanlaşma yolunda edimlerimizi yönlendiren gayeyi bize sağlar. Tüm yaşamımız boyunca dünyaya gelişimizin bir amacı olduğunu, olması gerektiğini sezinleriz. Kendimize seçtiğimiz ya da kendimizi içinde bulduğumuz bir gayemiz vardır. Gaye varsa gayret kendiliğinden gelir. İnsanlık tarihi bir anlamda gayretin tarihidir. Bizi hedefe götürecek olan şey ise bu konuda başarabilme yetimiz olduğuna dair his yani güvendir. Ancak güven, umudu yeşerterek ondan güzel çiçekler, meyveler açığa çıkmasını sağlar.
Toplumu yönlendiren önderler, tüm topluma güven sağlayacak fikirler ortaya atarak onların bir gaye etrafında toplanmasını sağlarlar. Atatürk, “Bütün ümidim gençliktedir” diyerek eserini emanet ettiği gençlerle ilgili olarak bize geleceğe dair çok içten, çok kararlı bir umut aşılamaktadır: Burada vurgulamak istediği gençliğin tanımını da şöyle yapar: “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.”
Atatürk, tanımlamış olduğu bu gençliğe güvenini Ruşen Eşref Ünaydın ‘a 24 Mayıs 1918’de imzaladığı resimde el yazısıyla yazmış olduğu şu sözleriyle aktarır:
“Her şeye rağmen muhakkak bir nûra doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.”[2]
Yıl 1918. Bir imparatorluk çökerken, umutsuzluğun en yoğun yaşandığı bir dönemde atılan bu imza, bir yıl sonra eyleme dönüşecek olan güvenden umuda yolculuğun en çarpıcı örneği değil midir? O yazı, o inanç, o güven tarihi bir yerde mayalamıştır.
Kadim bilgelerden Nasrettin Hoca’ya atfedilen çarpıcı bir Anadolu fıkrası vardır. Hoca’nın göle maya çalması aslında bize miras kalan, güldürmekten çok düşündürmeyi gaye etmiş ama bunun için uygun zamanı çağlar boyu beklemiş, anlamlı bir hikâyedir. Bizi şimdi gülümseten bu davranışı karşısında “Hoca ne diyorsun, hiç göle maya tutar mı?” diyenlere onun sakince “Ya tutarsa” diye cevap vermesi umudun, inanmışlığın ne güzel bir örneğidir…
Hocanın bu esprili yaklaşımı bizleri güldürse de, bugün artık suya güzel sözler söylemenin, hatta güzel niyet ve bakışla suya bakmanın su moleküllerinin kristalize yapısında değişiklikler yaptığı üzerine deneyler yapılmaktadır. Hindistan’da binlerce yıldır geleneksel olarak suyu bir gece önceden ona güzellikler dileyerek, dua ederek dinlendirme ve sonra içme âdeti var. Kadim bilgiler, gelenekler aslında bize doğanın sırları hakkında ipucu veriyor. Su üstüne yazı yazılır mı der sufiler. Biz de bunu tıpkı gölün mayalanması gibi olmazları tanımlarken kullanırız. Oysa belki de bu söz, bir olasılık içermekte ve farklı bir bakış açısının ipuçlarını vermektedir.
Günümüzde bilim insanları suda veri saklama yeteneği olduğunu keşfettiler. Suyun belleği olduğu konusundaki deneysel çalışmalar Gerald Pollack tarafından TEDx’deki konuşmasında açıklandı. Pollack, suyun katı, sıvı ve gaz dışında dördüncü bir hali olduğunu ve suyun bu halde veri saklama yeteneği olduğunu söyler. Hatta yeni yüzyılda artık bilgisayarların silikon temelli olmaktan su temelli olmaya doğru evrileceğini iddia eder.[3]
Bir başka deney de ışığın biyoloji alanında etkileşimi üzerine yapılmıştır. Bilim insanları atomu oluşturan ışık paketlerini (foton) alıp boşluğa yerleştirdiklerinde dağılımlarının rastgele olduğunu gördüler. Ancak daha sonra insan DNA’sını alıp fotonlarla beraber boşluğa yerleştirmeyi denediler. Sonuçta bütün fotonların DNA formunda dizildiği görüldü. DNA’mızın dünyanın fotonlarını etkilediği düşüncesi “Ne kadar uzağı etkileyebileceğimiz” sorusunu da beraberinde düşündürtüyor. Yeni Çağ yazarlarından Gregg Braden, “Bu deneyi yapmayı düşünmek bile bilimde çok umutlu bir aşamada olduğumuzu gösterir” der.[4]
DNA’nın ışık fotonlarını etkilemesi insan düşüncesinin ve özellikle de niyetinin ne derece önemli olduğunu bize gösteriyor. Güzel ve olumlu düşünmek, iyi niyetli olmak hep arzuladığımız dünya barışı için bir ümit olabilir mi acaba? Günümüz bilgelerinden Mooji ülkesi ve dünya barışı için kaygılanan bir hanımın “Bu konuda ne yapabilirim” sorusuna “Yalnızca kendini düzelt, geliştir” der. Başka bir çözüm önermez. Özüm ile çözüm; kelime anlamları ilgili midir acaba?
David Bohm, “İçsel enerji ve zekâ ilkesini anlayan bir birey, atomun dönüşümünü keşfetmiş biri gibidir. İlke olarak, insanoğlunu çoktan dönüştürmüştür ama henüz gerçekleşmemiştir bu.” der. Ve ekler:
“Şimdi, bu ortak işe girişmiş olan, birbirleriyle yakın ilişki içinde bulunan ve güven duyabilen birçok birey için, bu birey grubunun tümünün tek zihnini oluşturmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Başka bir deyişle, bilincin bir olmasının, bir olarak hareket etmesinin… Gerçekten de bu yola girebilecek olan on kişi, ya da yüz kişi olsa, bir kişinin çok ötesinde bir güce sahip olurlardı. Bilincin özünde , ‘bir’, insanoğlunun bütün olduğudur. İnsanoğlunun her hangi bir parçası, bilincin o bölümü içinde bir ‘bir-oluşu’ oluşturabilir. Ve eğer, on insan kendi bilinç bölümlerini hep ‘bir’ olarak görürlerse, bu bütüne yayılmaya başlayan bir enerjidir.” [5]
Stanislav Grof da Kozmik Oyun adlı kitabında “Yeterince insan bu içsel dönüşümü başarıyla gerçekleştirirse tüm dünya insanlığı da bu dönüşümden nasibini alacaktır.” der. Bu tıpkı Nasrettin Hoca’nınki gibi bir umut hikâyesidir. Konuyla ilgili olarak 100 maymun deneyi bize Grof’un ne demek istediği hakkında bir fikir veriyor. 1952 yılında Ken Keyes Jr. ve ekibi Japonya’nın Koshima Adası’nda yaşayan Macaca Fuscata cinsi maymunlar üzerinde araştırma yapmak üzere bölgeye gider ve onların yemesi için sahile tatlı patates dökerler. Yalnız kuma bulanan patatesler maymunların çok hoşuna gitmese de yemeğe devam ederler. İçlerinden İme adında bir genç maymun patatesi yıkar ve daha lezzetli olduğunu görür. Annesine ve arkadaşlarına bunu öğretir. Arkadaşları ve anneleri öğrendikçe sayı artar. İlginç olan, yaşlı maymunların yeni yöntemi kullanmamakta ısrarlı oluşudur. Burada yeni fikirleri önce gençlerin, sonra dişilerin en son yaşlı erkeklerin kabullenmesi olgusu da dikkat çekici… 1958 yılına gelindiğinde 99 maymun tekniği öğrenmiştir. 100. Maymun bunu öğrendiğinde ise tüm maymunlar artık patatesleri yıkayarak yemeği öğrenmiştir. Burada 100 sayısı maymunlar için öğrenme eşik seviyesidir ve ilginç olan olaydan habersiz olarak diğer adalardaki maymunların da bunu artık kendiliğinden öğrenmiş olmasıdır. [6]
Bu olay, tüm dünyada hatta belki de evrende enerji alanı ile bağlı olduğumuz gerçeğini bize vurgular. Kendi içimizde ve dünyada barış için gerekli kuantum eşik seviyesini henüz yakalayamadığımız gerçeği, bu konuda umutsuz olmamızı gerektirmez. Bu dönüşümü gerçekleştiren insan sayısı belki de belli bir eşik seviyesini aştığında herkes kumlu patateslerini yıkamayı öğrenecek ya da bir başka deyişle aklını bağlarından temizleyerek yeni lezzetler yakalayabilecektir.
Bilim ve çağdaş felsefe son yüzyılda ayrılıkta olduğumuz anlayışı üzerine kurduğu, bireyselliği ve faydacılığı temel alan bir dünya görüşünü ortaya koydu. Bireyler kendi şahsi çıkarlarını ve ego tatminini gaye edinmeye başladılar. Bu çıkarlar belli sosyal yapılar içinde de korunarak benden olan, olmayan ayrımına gidildi. Yaşamın gayesi hep bir şeyler elde etmek üzerine inşa edildi. Toplum, gaye uğruna kendisini feda eden bilgeleri, bilim insanlarını özler oldu. Artık feragat ahlâkı evrensel değerler arasında çok tercih edilen bir konumda değil ne yazık ki… Ahmet İnam, “Bilim şiirini kaybediyor” derken gene de umudunu yitirmiyor: “Bir karınca çalışkanlığı ile şiiri yaşayarak, büyük bir aşkla bilineni öteleyen ozan bilim insanları elbette var.”[7]
Günümüzde bilim ilerledikçe bilgelerin doğrudan deneyimlerinin şiirselliği ile buluşuyor. Biz, bedenlerimizi oluşturan atomlar ve moleküllerden fazlası, aynı zamanda ışık varlıklarıyız. İnsan bedeninin soğurduğu biyofotonlar zihnin niyetine göre salınıp hücreler arası iletişim ve DNA içindeki temel süreçleri değiştirebilir. Hücrelerimiz ve DNA, veri saklama ve iletişim için biyofotonları kullanırlar. Gaye, psikolojinin yaşayan gücüdür. İnsanın gayesi tıpkı makinedeki hayalet gibi biyofotonlar üzerinde deneysel bir temel oluşturabilir[8]. Kuantum fiziği kişinin kendi bakışının ve görüşünün deney sonuçlarını bile nasıl etkilediğini tartışmaktadır.
Bilim alanında umut aslında olasılıktır. Burada olasılık, rastgelelik anlamında değil, hüküm vermemek, yargı koymamak olarak ele alınmalıdır. Her yargılama, bir sınırlamadır ve gelişimi engeller. Emre “Hiçbir kaydımız yoktur, ama hiçbir kayıttan da vazgeçmeyiz” derken adeta bu sınırsız olasılıklar denizinden bahsediyor gibidir. Hipotez, insanın yaratıcı gücünün bir ürünüdür ve yeni olasılıklar sunar. Her hipotez hem kendinden öncekilerle ilintili hem de yenidir. Bu nedenle de yeni bir tezin ortaya konması bir önce kabul edilmiş olan tezleri yadsıyarak olabilir ancak. Oysa günümüzde pozitivist diye adlandırdığımız bilim insanları, kendi uzmanlık alanları içine sıkışıp kalmakta, yeni fikirleri açık yüreklilikle karşılayamamaktadır.
Kadim bilgelik ile bugünkü bilim arasında bir köprü oluşturan kuantum fiziğinin en önemli kavramlarından biri de “dolanıklık” tır. Bununla ilgili 1997 yılında Cenevre’de yapılan bir deneyi 3400 gazeteci izlemiştir. Bilim insanları dünyanın oluştuğu madde olan ve foton diye adlandırılan küçük ışık paketlerini ikiye ayırıp, özel bir bölmede her birini 11,2 km farklı yönlere ilettiler. Bunlardan birine ne uyguladılarsa ötekisi de aynı etkiyi gösterdi. Buradan fiziksel olarak ayrı ve çok uzakta olsalar da enerji alanı ile hâlâ birbirine bağlı oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır.[9]
Yeni bilim anlayışına göre birbirimize bağlı olduğumuz bir dünyada hatta evrende yaşıyoruz. Burada rekabet yerine işbirliği anlayışını ön plana aldığımızda etrafımızdaki birçok olumsuzluğu düzeltebiliriz. Bu bize umut olarak da adlandırabileceğimiz yeni olasılıklar açacaktır. İnsanların aç kalmadığı, zenginlerin kazançlarını kendi nefislerini şımartmak yerine acizlere yönlendirdiği, çocukların ve kadınların zarar görmediği bir dünya ideali, umudu yadsınabilir mi? Bu uğurda elimizden gelse değil gölü, okyanusları bile mayalamaz mıyız?
Newton, öğrendikleri karşısında kendisini okyanusun kıyısında bir damla olarak tanımlamıştı. Bugünün bilim insanları sahilde ayakuçlarını suya soktukları hissindeler. Oysa Mevlânâ diyor ki “Atın kendinizi denize ey damlalar yoksa sahilde kurursunuz”
Çağdaş insanı, yüzyıldan beri öğüt dinlemeyen insan olarak tanımlayan Orhan Hançerlioğlu ona yaşamının anlamı olan gerçek mavi kuşu bulma gayesini hatırlatır:
“XX. yüzyıl insanı, kafesindeki kuşu mavi görebilmek için gözlerini zorlamayı bir yana bırakıp, gerçekten mavi bir kuş elde ederek yitirilmiş insanlığını yeniden kazanma yoluna girmiştir.”[10]
Gaye varsa umut da vardır. Mavi kuşu bulabilme umudumuz sarmal formunda büyüyerek artsın…
Dipnotlar:
[1] Ahmet İnam, Şiirin Sınırsızlığında
[2] http://www.imgrum.co/media/1504998914263885713_4787883923
Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş.
[3] Gerald Pollack, Suyun Dördüncü Hali, https://www.youtube.com/watch?v=i-T7tCMUDXU
[4] Gregg Braden, Bilimde Yeni Anlayış, https://www.youtube.com/watch?v=iprj7PQIqPk
[5] David Bohm, Holografik Evren
[6] 100 maymun deneyi http://www.tarihkomplo.com/2016/10/acklanamayan-olay-yuzuncu-maymun-deneyi.html
[7] Ahmet İnam, Şiirin Sınırsızlığında
[8] Biyofotonların Etkisi http://i-uv.com/biophotons-the-human-body-emits-communicates-with-and-is-made-from-light/?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed%3A+IUv+%28I+UV%29
[9] Gregg Braden, Bilimde Yeni Anlayış https://www.youtube.com/watch?v=iprj7PQIqPk
[10] Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi