Okuma süresi: 14.2 mintues

İnsan, tarihin hemen hemen her döneminde topluluk olarak, becerebildiği ölçüde de toplum halinde yaşama gereksinimi duymuştur. Bununla birlikte insanın müşterek olarak yürüttüğü her yaşam formunda, gerek iş bölümü gerekse işbirliğinde olsun, tarihin her döneminde bir rıza ve itaat probleminin ortaya çıktığı sosyolojik bir vakıadır. Yönetim şekillerinin dönüşmesi, sınıfsal farklılıkların oluşması, iç ve dış alanlarda yürütülen savaşlara kadar aynı problemin varlığından kaynaklı birçok tarihsel fenomenin tespitini yapmak mümkündür. İtaat ve rıza problemlerini herkesin lehine ortadan kaldırabilecek, insanın doğal durumundan çıkarıp hukuki bir varlık olma aşamasına  geçirecek bir ideal toplum ve yönetim istemi de bu gelişmelere paralel olarak düşüncenin devindirdiği her toplumsal birliktelikte talep edilmiş; bahsedilen problemlerin  çözüme kavuşturulması için düşünürler, ilâhiyatçılar ve özellikle filozoflar tarafından önerilerde bulunulmuştur.

İnsanın iyi bir yaşama kavuşmasının yolu ve yöntemi Antik Yunan düşünürlerinden günümüze kadar felsefenin gündeminde yerini korumuştur. Özellikle devlet aygıtına biçilen görev ve misyonu, insanın mutluluğuna erişmesinde yüksek bir amaç olarak ele alan Platon ve Aristotelesçi yaklaşımların yanında devletin varlığından aynı eminlikle bahsetmeyen ve devlete aynı yücelik vasfını yüklemeyen ve hatta devlet yerine daha çok insanların gönüllü organizasyonlarını ön plana çıkartan Sofistler, Epikürcüler ve modern dönemde liberal, Marxist ve anarşist teoriler, insanları ideal topluma ulaştırabilecek yol ve yöntemlerde ayrılığa düşseler de bu ideal toplumun varlığı ve gerçek kılınması konusunda öneride bulunmaktan geri durmamışlardır.

Yasa’nın varlığını yapay bir zorlama olarak gören Sofistler insanın doğal halindeyken daha mutlu olduğu konusunda görüş bildirmiş ve aristokrasiye karşı tez olarak halkın tercihlerini ön planda tutan demokratik organizasyonların safında yer almışlardır. Yine Antik dönemde devleti ve uygarlığın her türlü biçimini reddeden Kinikler ve siyasal örgütlülükleri doğal bulmayan Epikürcü hedonist görüşler de devletin varlığı konusunda Sofistlerle aynı tarafta kalmayı tercih etmişlerdir. Benzer olarak modern dönemde özellikle devleti sınıflı toplumun sömürü aracı olarak gören Marx’ın ve daha çok sivil toplum kuruluşlarına, gönüllü birliklere değer veren ve devletin varlığını ve iyiye olan katkısını reddeden Bukanin gibi anarşistlerin görüşleri devletin ortadan kaldırılması gerektiği yönündedir. Devleti tümden reddeden görüşlerle uyuşmasa da J. Locke gibi liberaller ise ideal toplum yaşantısında daha çok devletin mutlakiyetçi tavrına karşı tezler ileri sürmüşler ve aristokrasiden ziyade demokrasiden yana olmuşlardır.

Platon, Aristoteles ve sonrasında Farabi gibi filozofların ortak bir kanaati olarak “iyi bir insan” ancak “iyi bir toplum” örgütlülüğünde açığa çıkar. Bunun da temel sağlayıcısı elbette devlettir. Platon’un ve Aristoteles’in seçkinci bir yönetime, eş deyişle aristokrasiye atfettikleri değer, özellikle demos’a dayalı ve onun iradesi altında şekillenen demokrasinin ideal bir yönetim şekli olmayacağı konusunda taşıdıkları güvensizlikten ileri gelir. Platon siyaset teorisinde mesleki uzmanlıklar konusunda ısrarlıdır. Siyaseti de bir uzmanlık alanı olarak gördüğünden, nasıl ki hastalık konusunda hekimin otoritesi esas alınıyorsa  siyaset alanında da uzman ve eğitimli kişilerin, Platon’a göre filozofların, işbaşında olması ideal bir devlet ve toplum tasavvuru için elzemdir. Sokrates’le başlayan ve Platon’da sistemli olarak ifadesini bulan idealar metafiziği de en nihayetinde ideal bir toplum inşası için araçsal kılınmış ve hatta Platon’un Sicilya yolculuğuyla gerçekleştirilmesinin yolları aranmıştır.

Yaşadıkları dönemde retoriğe bağlı olarak şekillenen ve çoğu zaman eğitimsiz kalabalıkların seçimiyle nihayetlenen yönetim biçimini, yani o günkü formuyla demokrasiyi eleştirmelerinin Sokrates ve Platon açısından kendi dönemlerinde haklı sebepleri olduğu söylenebilir. Onlar için insanları mutluluğa eriştirecek ideal bir toplum, ilkesel yaşantıyı kendinde tahakkuk ettirmiş karakterlerin, yani filozofların ya da felsefe eğitimi almış kişilerin varlığıyla ve yönetimde bulunmalarıyla mümkündür. Daha sonra “El Medinetü’l Fazıla” adlı eserinde insan için şehir yaşantısının varlığını ve filozofların yönetimini esas alan Farabi de platonik geleneğin siyasetteki aristokratik tutumunu aynı sebeple sürdürür. Bir anlamda seçkinci ya da uzmanların yönetici olması gerektiğine dönük fikirler, önemli farklılıklar içermekle beraber, özellikle ussalcı bir zeminde Batı pozitivizminde, A. Comte’un toplum tahayyülünde, yine Tito, Stalin, Mao gibi öznelerin siyasi pratiklerinde görülmüşse de  liberal politikalar karşısında başarılı olamamışlardır. Kaldı ki G. Orwell’in 1984’ü A. Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı gibi bazı distopyaların da bu siyasi uzmanlık temelinde biçimlenen siyasi pratiklerin yarattıkları totaliter yapıları eleştirmek için yazıldıkları bilinmektedir.

Bundan başka, ideal bir toplumu ve elbette iyi insanı tarih sahnesinde açığa çıkartmak için özellikle din merkezli yönetimlerin önerildiği bilinmektedir. Her ne kadar tarihin uzun bir döneminde iktidarın kaynağını Tanrı’dan ya da firavunlarda olduğu üzere kendi tanrılığından aldığını ileri süren yönetimler sıklıkla gözlenmiş olsa da teokrasiyi felsefi düzeyde bir öneri olarak ileri süren ve temellendiren düşünür ve filozoflar da yok değildir. St. Augustinus “Tanrı Şehri” adlı yapıtında gerçek formunu ancak ahirete dönük yaşantıları organize etmekle sağlayacak ve daha çok bir alotopya olarak görülebilecek modellemesi ile teokratik yönetim önerisinde bulunmuştur. Benzer şekilde İslam dünyasında Gazali’nin, İbn Teymiyye’nin de benzer içerikte önerilerde bulunduğu bilinmektedir. “La hükme illa lillah” (Yusuf, 67) ayetini siyasi bir bağlamda şiar edinmek çoğu kez İslam toplumlarında yönetim işlerinin teokratik çerçevede biçimlenmesine neden olmuştur.

İnsani yaşantının iyileştirilmesi ve ideal toplumun gerçek kılınması konusunda literatüre “Makyavelizm” olarak geçecek yönetim önerilerini “Prens” adlı eserinde sıralayan N. Machiavelli, amaçların araçları mubah kıldığı ve dolayısıyla da Sokrates’in erdemle bilgiyi eşleştiren düsturuna hiç de benzemeyen, Bacon’un ifadesine yakın bir ifadeyle güçlünün haklı olduğunu yeni bir paradigmada sunması, feodal siyasi çöküntüde bulunan Avrupa’nın, mutlakiyetçi yönetim arayışında olduğunun ilk işareti olarak görülebilir. Daha sonra Thomas Hobbes’un mutlak egemen olarak hükümdarın insanları doğal durumlarındaki bencilliklerinden çıkarıp onları toplumsal sözleşmeye dayalı olarak tek çatı altında toplamasını talep etmesi aynı mutlakiyetçi talepten ve dönemin gereksindirdiği şartlardan kaynaklanır. Hobbes, Tevrat’tan aldığı bir isimlendirmeyle isimlendirdiği eseri “Leviathan”da, insanı, doğası gereği bencil bir varlık olarak görür. Ona göre “Homa Homini lupus”(insan, insanın kurdudur) durumu ancak mutlak ve dünyevi bir egemenle aşılabilir. 

İnsanın doğal durumundan yine toplumsal bir sözleşmeyle çıktığını ve hukuksal bir yaşantıya dâhil olduğunu ileri süren J.J. Rousseau ise insanların doğal durumdayken sahip oldukları mutlu yaşantılarını yine kendi iradeleriyle yasayla sınırlayarak “genel irade” altında gerçek özgürlüklerini elde ettiklerini düşünür. Ona göre bu özgürlükler ortamı ideal bir toplum tasavvuru için demokratik yapılanmada güvence altına alınmalıdır. Her ne kadar günümüz demokrasilerini düşünsel anlamda beslemiş ve teorik birçok katkı sunmuş olsa da Rousseau’nun demokratik modeli güçler ayrılığı ilkesinden uzak, halkın mutlak egemen olduğu totaliter bir formda kurgulamıştır. Daha sonra J. Locke yetkilerin bölünmesi talebini dile getirerek güçler ayrılığı fikrini ileri sürmüş ve bugünkü gerçek demokrasilerin asıl görünüşü bulmasına kaynaklık sağlamıştır. Locke’un bu vurgusunu ileri düzeyde teorik çerçeveye taşıyan ise Montesquieu olmuştur.

Bugün geriye dönüp baktığımızda literatürde toplum sözleşmesi kuramcıları olarak geçen bu isimlerin günümüz demokrasilerinin oluşmasına, dolasıyla da ideal toplum ve yönetim arayışlarına yaptıkları katkıların varlığı daha iyi gözlenmektedir. Her ne kadar bugün demokrasi, çoğulcu, nispi, çoğunlukçu vb. nitelemelerle birtakım ayrımlarına işaret edilerek tartışmaya açılmışsa da, hali hazırda birçok yönetimin içeriğini oluşturmaya ve kıyıda köşede kalmış kimi yönetimleri de kendine benzetmeye devam etmektedir.

İnsan, tarihin her döneminde az ya da çok, bireysel ya da toplumsal, kavramsal ya da sezgisel olsun, bir şekilde iyiyi istemiştir. İdeal düzen arayışları içerisinde varlık bulan ütopyalar da aynı isteğe bağlı olarak oluşmuştur. Kuşkusuz her ütopik tasarım, kendisini, şimdi ve burada deneyimlenen gerçekliğin karşısında konumlandırır. İstenmeyen bir toplum düzeninden arzulanır bir dünya devşirmek hemen hemen tüm ütopyaların genel izleği olarak karşımıza çıkar. Thomas More’un “Ütopya”sı, Tommasso Campanella’nın “Güneş Ülkesi”,  Francis Bacon’nın ”Yeni Atlantis”i, Platonun “Devlet”i, Farabi’nin “Medinetü’l Fazıla”sı benzer isteklerden doğmuş ve mülkiyetin paylaşımı, şehir yönetimi, kadınların ve çocukların yaşamdaki yeri, eğitim problemleri gibi benzer içerikleri iyileştirme süreçleri üzerinde odaklanmışlardır. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, özellikle post-modern algının içine düştüğü düşünsel depresyon her ne kadar reyini distopyadan yana kullanıyor gibi dursa da insanın iyiyi istemesi ve iyiye olan umudu yeryüzünden henüz kalkmış değildir. Kaldı ki, iki Dünya Savaşı geçirmiş dünyamızın, kolektif barış süreçlerini ve küresel yönetim organizasyonlarını daha çok çağırıyor ve deneyimlemeye uğraşıyor olması bu anlamda önemlidir.

Küresel emperyalizmin örgütlediği savaşların yanında yine küresel sermayenin denetlenebilir, şeffaf ve rasyonel yönetimleri ve hukuk yapılarını sermayenin güvenli dolaşımı için çağırıyor olması bir denge unsuru olarak görülmelidir. Marx ekonomi-politiğinde kapitalizmin onulmaz çelişkilerine dikkat çekmiş ve proleter bir devrimin yaklaştığına inanarak sınıfsız topluma doğru olan lineer bir akıştan bahsetmiştir. Oysa daha yarım yüzyıl geçmeden liberal-kapitalist politikalar orta sınıfın varlığına dönük girişimlerde bulunmuş ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olamayan büyük proletaryaya kaybedebileceğinde mahzun olabileceği küçük bir varsıllığı armağan emiştir. Bu daha çok sistemin kendi krizlerini aşma politikasından kaynaklı olarak gerçekleşiyorsa da yeni yaşam formlarına ve ilişki biçimlerine de kapı aralamıştır. Günümüz dünyasında da benzer bir siyasi süreçte küreselleşen sermayenin kendi varlığını korumak ve geliştirmek adına küresel devlet yapısına dönük adımları daha ciddi şekilde atabileceği söylenebilir. 

Dünya devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra örgütledikleri Milletler Cemiyeti ve yine İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün varlığı her ne kadar yetki ve riayet konusunda birtakım aksaklıkları bünyesinde taşısa da bir dünya devleti olmanın öncü girişimleri olarak görülmelidir ve önemlidir. Daha somut ve verimli bir örnek olarak Avrupa Birliği deneyimi bunun olabilirliğine dair güçlü bir işarettir. Son süreçte İngiltere gibi büyük bir devletin birlikten ayrılması söz konusu olmuş ve birliğin dağılacağına dönük iddialar çoğalmış olsa da bu deneyimin kendisi hâlâ önemini korumaktadır. Kaldı ki dağılmış olsa veyahut dünya devletleri yeni bir küresel savaşı deneyimlese bile kapsamı şimdikinden daha geniş yeni birliklerin insan ihtiyaçlarına bağlı olarak oluşacağı söylenebilir.

Fransız ihtilaliyle Avrupa’da başlayan ve tüm dünya toplumlarına yayılan ulusçuluk fikri, ilkin imparatorlukların coğrafi varlığını ortadan kaldırdığı gibi, onların tinsel alışkanlıklarını da dönüştürmeyi bilmiştir. Tebâ konumundaki birçok toplumsal yapı, geleneğin aidiyetleri üzerinden değil, demokratik hukuk kardeşliği altında yeniden örgütlenebilmiştir. Bu dolayımdan sonra yeni üretim biçimlerinin üst yapısal örgütlülüklerde yeni yapılanmaları ortaya çıkartacağını, örneğin yeni küresel hukuk düzeninden ve bir dünya devletinden daha somut bir ihtiyaç olarak bahsedilebileceği söylenebilir.

Bugün geldiğimiz nokta itibariyle yeni üretim biçimlerinin oluşması, özellikle yapay zekânın süratle hayata katılması, akıllı tasarımların insan ilişkilerini biçimlendirmesi metaforik olarak söylenecek olursa, Hz. Nuh’un yeni bir gemi yaptığına işaret etmektedir. Tarih dışı olmak istemeyen toplumların binmekte ısrar ettiği ve yatırımlarını buna dönük yapmaya gayret ettikleri bir gemidir bu. Edebi ve felsefi literatürde gözlendiği üzere ütopik kurguların büyük çoğunlukla bir adada düşlenmiş olması, onların başka toplumların etkisinden uzak, korunaklı, kendi içlerinde sistemli ve bütünlüklü yapılar olarak düşlenmiş olmasından kaynaklanır. Oysa küreselleşen ve bilişimin takip edilemez şekilde hız kazandığı bir dünyada insanın yaşadığı topografik kopuş, artık yeni ütopik tasarımlarda yer bildiriminde bulunmayı atıl bırakmaktadır. Klasik ütopya modelinin donmuş imgesinin yerine siber mekânlarda örgütlenen yeni ilişkilerde zaman boyutu ve hız faktörü distopik bir biçimden ziyade yeni ve olumlu yaşam formları olarak düşünülebilecektir. İbrahim Müteferrika’dan evvel Osmanlıda matbaanın gelmesine dönük kaygılar şimdi ne kadar anlamlıysa bugün hiç de kendisine ait bir kaygı olmayan ve sürekli yapay zekânın işsizlik sorununu yaratacağından şikâyet eden kişilerin kaygısı da o kadar anlamlıdır. Bu kişilerin gemiye alınmayacağını bilmek içinse güçlü bir uzgörüye ihtiyaç yoktur.

Platon ideal devletinden bahsederken insan organizmasında üç yetiye (akıl-irade-itkiler) karşılık toplumda da üç sınıfın varlığından ve her birinin erdeminden bahseder. Bu sınıflar özetle yönetenler, askerler ve işçilerdir. Gelecek zamanın, özellikle yapay zekânın hayata hızla nüfuz etmesin sonucunda bu üç sınıftan özellikle askerler ve işçiler sınıfının varlığının ortadan kalkabileceği söylenebilir. İnsanlık tek bir sınıfta akıl varlığı olarak yeniden örgütlenebilecek ilişki biçimlerinde kendi varsıllığını usun kendi edimselliği ve yine usun içeriği olarak din (ahlâki eylem-erdemli yaşantı) ve yüksek sanat formları üzerinden inşa edebilmenin imkânını da bulacaktır. Her ne kadar bugün hiçbir suretle onaylanacak bir durum olmasa da Antik Yunan’ın felsefe üretiminin bir boş zaman etkinliğine dayandığı ve bu boş zamanı Atina yurttaşlarına sağlayanın da köle emeği olduğu unutulmamalıdır. Yapay zekânın insana dair birçok iş alanını devralacak olması yalnızca distopik bir tasavvur olarak düşünülmemeli, bunun aynı zamanda kişinin yalnızca kendi eylemleriyle daha çok kendini inşa edebileceği zamanı da ona teslim edeceği göz önünde tutulmalıdır.


Kaynakça:

1. Arnhart Larry, Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. Ahmet Kemal Bayram, Adres Yayınları, 2004.
2. Arslan Ahmet, Felsefeye Giriş, Adres Yayınları, 22. Baskı, 2015.
3. Claeys Gregory (Haz.), Ütopya Edebiyatı, Çev. Zeynep Demirsü-Damla Göl, İş Bankası yayınları, 2. Basım, 2018.

Sadık Acar
+ Son Yazılar