Okuma süresi: 4.49 mintues

“İnsan olarak yaradılış amacımız nedir?, Ne yapmamız gerekiyor?, Ve bunun sınırı nedir?” gibi belli başlı sorular sınır kavramını düşünmeye başladığımız zaman aklımıza gelir. Bir insanın sınırı nedir? Neler yapmaya muktedirdir?

Bir insanın ne yapabileceği, sınırlarının ne olduğu ile alakalıdır. Sınırlarını ise ancak kendini bilen bilebilir. O zaman insanın en büyük açmazı, kendini bilmek ve sonra da kendini gerçekleştirmek sürecinde gözlemleneceği söylenecektir.

Açmaz. İçine doğduğu toplumda ve kültürde onun ne olduğu ve ne olması gerektiği dayatılır. Kendi özünde ise ne olması gerektiği sadece kendine açılır. Toplum kişiyi kendine hizmet etme boyutunda tutmak, onu köleleştirmek isterken, o ise kendi sınırlarını keşfedebilmek, kendini gerçekleştirebilmek için özgürleşmek zorundadır. İşte bu aşamada insanın ilk sınavı başlar.

Seçme. İçine doğduğu toplumun ve kültürün onu sokmak istediği kalıba göre mi inancını ve yaşamını şekillendirecek, yoksa bu veriler onu tatmin etmeyip, daha üst gerçekliğine ulaşmak, kendi sınırlarının ötesini algılayabilmek ve daha ileri bir algı düzeyine taşıyabilmek için seçimini bu verilerin daha ötesine taşımayı, bu bilgileri anlamlandırıp, basamak yaparak ne yapabileceği ve kavrayabileceği hususunda kendini daha ileri taşımayı mı seçecek?

Yöneticiler, sömürü düzenlerinin devamı için, toplumun önüne maddî zenginlik, mevki-makam, cennet vaadi gibi arzularını koyarak, bu arzuları aracılığı ile toplumu uyutmak ve sömürmek isterler. İnsanlar arzuladıkları şeyler için kendi iradelerinden vazgeçerek özgürlüklerini yitirirler ve arzuları uğruna toplumu yönetenlerin bilinçli veya bilinçsiz köleleri haline gelirler. Bu seçim bireyin ne kadar özgürlşebildiğine ve kendi tinini izleyebildiğine bağlıdır.

Burada arzu ve istek arasında bir ayrım yapmak gerekir. İstek içinde bulunduğumuz an için ihtiyaçlarımız ile sınırlıdır. Arzu ise bu sınırın aşılması halidir. İhtiyacımızın ötesine isteklerimiz taşmaya başlayınca bu arzuya dönüşür. Aynı zamanda bizi andan da kopardığı için Hakk ile olan rabıtamızı da koparır. Özgürlüğümüz bir bakıma Hakk ile olan bağımız nispetindedir de diyebiliriz.

Neyi düşüneceğimizi seçerek ilk seçimimizi yaparız. Düşündüklerimiz duygularımıza, duygularımız hayallerimize, hayallerimiz ise kelimelere ve eylemlerimize dönüştürürüz.

Örneğin bizi sevindiren mutlu eden bir şeyi düşündüğümüz zaman, içimizde duygu olarak sevgi ve mutluluk gelişerek bize ve bizden de çevremize yayılır. Bu, halimiz aracılığı ile de olabilir, hayallerimiz aracılığı ile de. Dile gele gelerek kelimeler aracılığı ile de olur ve bu duygu o kadar yoğun olur ki, taşıp eylemlerimizde insanlara veya doğaya sunum ikrama dönüşmüş olarak da vücûda gelebilir.

Bundan ayrı, olarak bir de maddî boyut ile mânevî boyutun arasında sınırda olan insan var. Sınır; çünkü bir tarafımız dünyaya maddeye bakıyor. Diğer tarafımız ise mânâya Hakk’a bakar. Düşünceye dair her seçimimizde kalbimiz seçtiğimiz tarafa doğru meyleder.

Bunda ne var? Tanıklık ediyor olmanın güzel olduğunu düşünebiliriz. Ama her seçimimizin belli tesirleri ve sonuçları vardır. Çünkü insan her iki tarafı da kendinde topladığı için, maddeden mânâya geçişin anahtarı rolünü ve sorumluluğunu da taşıyor. İbnü’l Arabî’nin de belirttiği gibi: “İnsanın bütün güçleri kendisine verilmiş bir emanettir, hayvanlar bitkiler ve genel anlamda tabiat insana emanettir.”

Her duygu seçimimiz sadece çevremizdeki insanlara değil, aynı zamanda madenden, nebata ve hayvanata kadar her şeye etki ve tesir ediyor. Onlara ne kadar olumlu enerji ile tesir ediyorsak, onların tekâmüllerine gelişimlerine de yardımcı olmuş oluyoruz. Tam tersi durumda da olumsuz etki ve tesir ediyoruz.

İslam felsefe ve tasavvufunun deveran hakkında görüşleri Hz. Mevlanâ’nın şu sözüyle özetlenebilir belki de: “Maden idim, nebat oldum. Nebat iken Hayvan oldum. Hayvan iken İnsan oldum. Nihayet insan ölüp, Melek olarak doğayım”.

Bu konu ile ilgili olarak Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin şu sözlerini hatırlayabiliriz:

Bu şerefli vücûdun yükselişinin başlangıcı madenler olmuştur. En önce kaygan çamurdur, sonra taş mertebelerine yükselmiştir, sonra kıymetli cevherler mertebesine vasıl olmuştur o mertebeden de yükselerek tohumsuz biten bitkiler mertebesine varmıştır. Sonra tohum ile biten bitkiler mertebesine, oradan ağaç şeklini alıp hurma ağacına kadar varmıştır. Hurma mertebesinden hayvanların mertebelerine yükselip nice seneler o mertebede ömür sürmüştür. Oradan fiil ve şekil bakımından insana benzeyen yarı insan (nesnas) ve maymun mertebesini bulup daha da yükselerek insan şekline gelmiştir.”

Marifetname yazısında da belirttiği gibi bu dönüşümün ortasında insanın anahtar rolünü üstlendiğini görebiliriz.


Kaynakça:

Tefsir-i Kebir / Te’vilat, Muhyiddin İbn Arabi, Kitsan Basım-Yayın

İbnü’l Arabi Metafiziği, Ekrem Demirli, Sufi Kitap Yayınları

Tarih Felsefesi, Hegel, İdea Yayınevi

Mârifetnâme, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.

Kemal Aytuğlu
+ Son Yazılar