Okuma süresi: 9.21 mintues

Ümit ve Korku birbirinden ayrılmaları mümkün olmayan ve doğuştan gelen varoluşsal temel duygularımızdır. İnsanın ümitsiz yaşayamayacağını söylediğimizde bununla, ümitsiz insanın sadece “ruhsuz” ya da “ölü” olduğunu ima etmeyiz, aynı zamanda insanın ümitsiz olarak gerçekten yaşayamayacağını ve sağlığını ya da sıhhattini kaybedebileceğini de kastederiz, ancak yine de bu söylem, ümidin içeriğini belirsiz bırakarak, içeriğin ne ile doldurulacağını bize bırakır. Çünkü ümit söz konusu olduğunda her duyguda olduğu gibi düşünsel içerik başlangıçta belirsizdir.

Yoksulun ve zenginin ümidi, müminin ve münkirin ümidi, mazlumun ve zalimin ümidi v.b. ifadelerimizin hepsinde insanın birbiriyle çelişen istek ve arzularını kastederiz, ancak yine de, ümidin ereğine neyi koyacağımız doğrudan anlayışımızın düzeyine bağlıdır.

Ümit kavramını, birbirlerini tamamlayan fakat aynı zamanda birbirlerine muhtaç üç ayrı yaklaşıma başvurarak değerlendirmeye çalışacağız.

Aziz Pavlus’un ümit anlayışı: İnsanda şefkat ve sevginin açığa çıkabilmesi insan olmak için esastır; bu ise geçici olan dünyevi ilgilere değil, kalıcı olan değerlere adanmakla mümkündür. Ancak İnsan, kendine olan özgüveni ile adandığı değerler arasında varolması zorunlu bir ara bağlayıcı duygu olan ümidi olmadan bunu gerçekleştiremez.

“Şimdi her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz, ama o zaman yüz yüze görüşeceğiz. Şimdi bilgim sınırlıdır, ama o zaman bilindiğim gibi tam bileceğim. İşte kalıcı olan üç şey vardır: İman, umut, sevgi. Bunların en üstünü de sevgidir.” [1]

Bu anlatımda; Aziz Pavlus’un “kurtuluşu” ve “güvenli beldesi”, edimsel şefkatin kendisidir; tanıdık ve yakın çevremizle birebir ilişkimizin ilkesi, hukuk değil samimiyettir. Bu yalansızlık sayesinde aramızda menfaatsiz yakınlık, saygı ve dayanışma doğar ki, burada sevgi ile kastedilen bu şefkattir; bu duygu bir karşılık ve fayda beklentisi taşımadığı için irrasyoneldir. Yaşamın bu alanında her türlü erdemli edimlerimiz dâhil, sevginin yanında her şey ikincil kalır. Bu anlayışa göre ümit, akıl ile değil iman ile dayanışma içinde, sevgiye hizmet eder.

Buradaki ümit, toplumsal ilişkileri içinde hukuk üzerinden davranan insanın kollektif ümidi değil, bireyin kendi iç dünyasında tatmin duygusunun ve kendi ile barışmanın açığa çıkmasına yönelik bireysel ümididir. Bu söylem, kurtuluş için, toplumsal-törel ödev ve görevlerin katkısını zorunlu görmez. Hatta ümit burada; toplumsal ilişkilerin düzeni için zorunlu olan ‘yasak’ların belirleyiciliği prensibinin yarattığı bunalım ve bezginliğe bir başkaldırı yönelimidir; bu ‘dünya’daki değil ‘gökler’deki yasa esas olduğundan, insanın çabası ve yatırımı ve dolayısıyla ümidinin doyurulması ancak ‘göksel’ olanda mümkün olacaktır. Bu durumda herkes kendi fiillerinin sonucunu yaşayacağından, herkes kendinden sorumlu olur ve ortaya çıkan sorunların çözülmesi kişinin kendisi ile vicdanı arasında bir sorgulamaya dönüşür.

Dünyevi olan ümit ise ideolojiktir; varolanı olduğu hali ile yadsır ve değiştirmek ister; olmasını hayal ettiği değerlerin ve imkânların gerçekleşmesini ancak toplumsal etkinlik ve örgütlü bir çaba içinde mümkün görür.

İkinci yaklaşım:

Sıhhat ve Maraz adlı eserinde[2] Fuzûlî, Ruhun beden ülkesinde yaptığı gezintide; Ümidi, Gönül şehrinde menzil kurup oturan altı kişiden birincisi ve şehirde oturan herkesten dileyeni mürad konağına eriştiren kişi diye betimler. Ve daha sonra Ruh, Gönül şehrinde yerleşip ülkeyi buradan idare etmeğe karar verdiğinde Ümit ile birlikte Ferah ve Muhabbet’i sohbetine dâhil eder.

Maceranın devamında Gönül şehrinde düzen ve nizam bozulduğunda Ruh, yardım için Ferah’ı Hüsn’e, Muhabbet’i Aşk’a, Ümit’i ise Akl’a gönderir ve sadece Akıl bu talebe icabet eder ve şehirde nizam ve düzenin yeniden tesis edilmesi mümkün olur.

Şimdi Fuzûlî’nin bu alegorik ifadesinde ise anlatılmak istenen; adına Ümit dediğimiz salt duygu alanımız ikincil yani semptomatik olduğundan anlayışımız bu alanda sezgisel düzeydedir ve dolayısıyla akıl ile işbirliği yapmaksızın şehir”imizin düzenini sağlayamayız. Ama ümidimiz olmasaydı, şehri kurtarma azmimiz kırılmış olurdu. Demek ki, bir değerin, bir fikrin, bir anlamın gerçekleşmesi için, idealimiz olan bu değer ya da ülküye tutku ile bağlandığımızda ereğe vasıl olmak için, ümit ve ‘akıl’ birbirlerinin desteğine muhtaçtır. İştiyak tek başına ümidin geçekleşmesi için yetmez, akıl ile arasında iş birliğini de gerektirir.

Burada Ümit, bireyin yüreği olarak sadece kendi iç dünyasındaki huzur ve barış için değil, tersine, aynı zamanda beden şehrinin yani toplumsal ilişkilerimizin de huzur ve güveni için Akıl ile işbirliğini zorunlu kılar.

Kıblesiz yaşam ümitsizdir

Ümit kavramının üçüncü bir bağlamının ifadesini, Ömer Fevzi Mardin’in, İlâhiyat Külliyatı çalışmasında birbirini takip eden, Istırab, Ümit ve Kurtuluş adlı kitaplarında görürüz; Ömer Fevzi Mardin, bu çalışmasında Ümit’i, beşerî Istırab ile iman anlamındaki “kurtuluş” arasına koyar. Bu bağlamda Ümit olmadan Âdem’in nefsi dinginlik bulamaz. Kıblesiz ve dolayısıyla umutsuz bir yaşam ister istemez insanın savrulmasına yol açar ve kendi edimlerinden tatmin bulamaz ve ıstıraba düşer.

Canlı’nın hayatta kalma içgüdüsünden farklı olarak insanda fazladan bir de Ümit kuvvesi vardır ki, bu kuvvet insanın sadece biyolojik varlığının korunması ile ilgili değildir, tersine bu yetisiyle insan esas olarak görünmeyen varlığını sürdürür.

Aynı külliyatın Ümit adlı kitabında Ömer Fevzi Mardin, ümidin nedamet ile ilişkisini kurar; bu anlayışa göre insan olmak biyolojik varlık olarak dünyaya gelmek ve bedensel gelişimini tamamlamakla mümkün olmaz; insanın suç işlememesi ve toplumsal kurallara ve kanunlara saygılı yaşaması da insan olmak için yetmez, insan ancak kendi isteklerinin sonucu olan fiillerinin bilincinde olarak bu yaptıklarının sorumluluğunu aldığında insan olur. Bu bağlam zorunlu olarak nedamet yani pişmanlık ve dolayısıyla tövbe ile ilişkili hale gelir, çünkü pişmanlığa düşen insanın buradan tek çıkışı, “yalan”ı bir daha yapmamak için kendi kendine söz vermesi ve sözünde durması ile mümkün olabilir. Bu bağlamında insanın ümidi dinidir. Vicdanın uyanmasıyla başlayan ve pişmanlıktan doğan Ümit eskatolojik bilincimizin nüvesini oluşturur.

“(İnsanın) Dış yoklukları iç varlıklarını söküp götürmemelidir. İnsanın terbiye disiplini her bozguncu tesire mukavemet edecek sağlamlıkta olmalıdır. O halde hayat; ümit ile ümit; seciye (huy) ve mefkûre ile seciye ve mefkûre ise; insanın bulunduğu yolun doğruluğuna tam bir sûrette inanmış ve bağlanmış olmasıyla mümkündür. Binaenaleyh hayatın ışığı ümittir; ve bu ışığı vücuda getiren imandır.”[3]

Ümidin gücü, iman ile ilişkisinden gelir ve insanın kendi geleceğinin ya da kaderinin aslında belkili olmadığını ve kendi sorumluluğunu aldığı oranda kesin ve kendisine bağlı olduğunu kapsamasında yatar.

Istırabın kaynağı doğal olanda kalmaktır. Çünkü verili olana bağlanmak, bağımsızlığı ve kendine yeterli olmayı imkânsız kılar. Kendine değil, kendi dışına bağımlı olan ise bağımlı olduğu şey ortadan kalktığında kendisinin de ortadan kalkma zorunluğunu taşır. İnsan için bu ortadan kalkma, ölüm düşüncesidir; bu ise insanın korkulu ve endişeli bir varlık olmasının sebebidir, oysa “ölüm” de diğer tüm düşünceler gibi sadece bir düşüncedir, ama yine de biz özel olarak bu “düşünce”ye kendimize göre başka anlamlar da yükleriz.

Doğal yaşamın kendisi ıstırab üretir, yani bizden çıkan fiillerin faili kendimiz olmamıza rağmen, bazı fiillerimizin doğurduğu, beklentilerimize aykırı sonuçların sorumluluğunu üstlenmeyiz; bu şekilde zihnimize ait bir kararla meydana gelen bir sonuca, vicdanımızın razı olmaması aynı bünyede vuku bulduğundan; bu iki yeti arasındaki çatışkılı ilişki zorunlu olarak ıstırablı bir yaşam anlamına gelir.

Yukarıdaki paragrafta da vurgulandığı üzere insan ancak kendi kurtuluşuyla ilgili kuşkuyu kaldırabilirse yani iman ile dolarsa ümidi onu destekler. Beşerî ihtiyaçların karşılanması ve dünyanın imarı en temelde beşerî hırs sayesinde gerçekleşir. Bu edimleriyle insan aynı zamanda beşerîyetinin gelişimini tahrik etmiş olur, ama insan sadece beşerî niteliklerden ibaret değildir; beşerî hırsına karşılık kendi kemaline olan iştiyakını da duyumsar.

İdeal’e tutku ile bağlanma olarak Ümit

Şimdi, insanda ümidin varlığı, kendisinde olmayan imkân ve niteliklerin tutku ile istenmesine bağlıdır; tutku ile istemek, bu isteğin gerçekleşmesi için erekteki ideal ile özdeşleşmeyi ve isteğe uygun eylemimizi zorunlu kılar. Yoldaki olası tüm korku ve endişeleri ortadan kaldıracak olan bu tutkumuzdur. Bireyin tutkusunun toplumun istedikleriyle örtüşmesi halinde Ümit, toplumsal desteğe de kavuşmuş olacağından, bu durumda Ümit, tüm toplumun ümidine dönüşür ve gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.

İslâm tasavvufunda Havf ve Reca olarak kavramlaştırılmış olan, Korku ile Ümit arasında insan varoluşsal bir eğitimden geçer, bu eğitim bilinçli çabamızla değil, kendiliğinden olur ama bu sonsal değildir, bu eğitim bizi kendiliğinden kurtuluşa götürmez; kurtuluşa yönelebilmek için bilinçli çabamız gerekir ki, buradaki kurtuluş insanın kendi nefsinde kendisinin yarattığı olumsuz sıfatların tasfiye edilmesidir. Kurtuluşun gerçekleşebilmesi için gerekli olan edimsel talebin kendisi ümittir. Demek ki Ümit, Istırabın uyandırdığı Kurtuluş için muhtaç olduğumuz hırsı değil, iştiyakı taşıyan gücümüzdür. Çünkü enerjimizi harekete geçiren ve bizi kıblemize sabitleyen ümidimizdir.


Dipnotlar:

[1] Aziz Pavlus’un Mektupları 1. Korintler, 13, Kitab-ı Mukaddes

[2] Fuzûlî, Sıhhat ve Maraz. s.24-26., 1940, Milli Mecmua Basımevi

[3] Ö. Fevzi Mardin, Ümit, Sayfa 20. 1945, Sinan Matbaası ve Neşriyatevi

İbrahim Alagöz
+ Son Yazılar