Okuma süresi: 7.41 mintues

Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard (1813-1855) 1843 yılında Korku ve Titreme ile 1844 yılında Kaygı Kavramı adlı iki önemli felsefî eser yazdı. Korku ve Kaygı’yı, Johannes de Silentio (Sessizliğin Yohan’ı) takma adı altında yayınladı. Bu eserinde Varoluşçuluk felsefesinin temellerini atmış oldu. Kierkegaard hiçbir düşünce sisteminin bireyin benzersiz deneyimlerini açıklayamayacağına inanıyordu. Ona göre en yüce ahlâkî varlık bireyin kendisidir. Birey kendi kimliğini bir problem olarak bulur ve yaşamın anlamını, kendi varoluşunun gizemini araştırarak ortaya çıkarmayı umar. Yaşamlarımızı yaptığımız seçimlerle yaratır ve kendimiz oluruz.

Kierkegaard için bütün bunların dini yan anlamları vardı. Protestan Hıristiyanlığın ana geleneği içinde kalarak, bireysel ruhun Tanrı ile ilişkisinin her şeyden önemli olduğuna inanıyordu. Bu bakımdan korku ve titremenin dinî bağlantısına önem veriyordu. Kierkegaard kaygıyı ve daha güçlü durumu olan depresyonu anlamaya çalışıyordu. Kaygıyı bir uçurumun kenarında durduğumuzda hissettiğimiz baş dönmesine benzetir. Uçuruma atlamak veya atlamamak an içinde verilecek bir karardır ve bu kaygıdan kurtulmanın tek çözümü, ona göre teslimiyettir.

Teslimiyet kavramını Kierkegaard Hz. İbrahim örneği ile açıklamaya çalışır. Tanrı İbrahim’in teslimiyetini ölçmek için “Tek oğlun olan ve çok sevdiğin İshak’ı Moriah ülkesindeki dağa götür ve sana göstereceğim yerde onu kurban et” demiştir. İbrahim bu emri yerine getirmek veya getirmemek özgürlüğü vardı. Seçim ona aitti. Hz. İbrahim teslimiyeti seçti ve tam oğlunu kurban ederken gökten inen koç onun teslimiyetini ödüllendirdi.

Kierkegaard “Sonsuz teslimiyet imandan önce gelen son aşamadır. Bu aşamayı gerçekleştirmemiş bir kimsenin imanı da yoktur. Zira sonsuz ve ölümsüz bir varlık olduğunun bilincine ancak sonsuz teslimiyet sayesinde erişebilir. Varoluşu hakkında söz söyleyebilmesi için imanlı olması gerekir.” der. Ayrıca depresyon halinin bu teslimiyet durumuna engel olunduğunda ortaya çıkacağını savunur.

Hz. İbrahim tam bir teslimiyet içine girdiğinde kaygıdan kurtuldu ve ölümsüz bir ruhsal varlık olduğunun bilincine ulaştı. Teslimiyeti sayesinde imanı güçlendi ve sonuçta ödüllendirildi. Bu tür bir teslimiyet insanın dünyadan uzaklaşmasını ve maddî dünyada sevdiği her varlıktan vazgeçmesini gerektirir. Bu vazgeçme duygusunun en belirgin örneğini de oğlunu kurban etmeyi bile kabullenen Hz. İbrahim gösterdi.

İslâm Tasavvufunda da teslimiyet önemli bir yer tutar. Teslimiyet bir seçimdir. Mürşidine teslim olan mürit tez zamanda ilerler, kemâle erer. Aksi takdirde olduğu yerde durur, itiraz ve şüpheyle yolunu kaybeder. Mürşide teslim olmak demek, nefsinin keyfine değil, önündeki rehbere hak yolunda uy ve kurtul demektir. Mürşit terbiyesine giren kimseye bu teslimiyet gerekmektedir. Yoksa mürşit, kendisine inanmayan, teslim olmayan, kalbini önüne koymayan kimseye sanatını icra edemez, fayda veremez.

Tasavvuf ehli kişiler şu sözü söylerler: “Bu dünyada ol, ama bu dünyadan olma”. Bu sözün anlamı bu dünyada varsın ve yaşamak zorundasın. Var olmak için gerekeni yapacaksın, ama asla bu dünyanın çıkarcı ve bencil isteklerine uymayacak ve egonun esiri olmayacaksın. Tasavvufa göre nefs denen insan benliğinin yedi boyutu vardır. Her boyut bir varoluş anlayışı ve yaşam şeklidir. İnsan tasavvuf yolunda ilerlemek isterse bu mertebeleri sırasıyla aşmalı ve en üst mertebe olan “İnsan-ı Kâmil” mertebesine doğru yol almalıdır. İnsanın 7 nefs mertebeleri şunlardır:

1- Nefs-i Emmare: Emreden, emir-komuta içinde yaşayan.

2- Nefs-i Levvame: Pişmanlık duyan, kendini sorgulayan.

3- Nefs-i Mülhime: İlham ile yaşamına anlam veren.

4- Nefs-i Mutmainne: Tatmin olmuş, beklentilerden kurtulmuş kişilik.

5- Nefs-i Raziyye: Rıza boyutunda yaşayan kişi.

6- Nefs-i Marziyye: Allah’ın rızasını elde etmiş kişi.

7- Nefs-i Kâmile: Kemâle ermiş, olgunlaşmış kişi.

İlerlemenin ilk adımı, hırslı, bencil ve emredici bir benliğin (Nefs-i Emmare’nin), var olduğunun farkına varmak ve bu boyutun doğum anından kısa bir süre sonra oluştuğunun bilincine ulaşmaktır. Nefs-i Emmare düzeyinde kişisel çıkarlar ve bencil istekler önemli yer tutar. Pek çok insan bu boyutu aşamadan büyür ve ölür. Zira bu boyutun esas kaynağını eril bakış açısı oluşturur. Eril bakış sadece erkeklerde bulunan bir özellik değildir. Kadınlar da emir vermeyi, çocuklarını emirle terbiye etmeyi ve aileye eril prensiple hâkim olmayı çok severler. İkinci adım, dişil prensipten kaynaklanan, kınayan, suçlayan, kendindeki aksaklıkları yargılayan benlik boyutu olan, Nefs-i Levvame boyutudur.

Bu benlik boyutunda iyi ile kötünün mücadelesi vardır. Bu düzeyde kişi kendi öz doğasına (fıtratına) dönerken ihtirassız bir benlik yapısı ortaya çıkar. Bu boyutta teslimiyetin başlangıcı bulunur. Hiçbir maske takınmadan dönüşen kişinin dişil prensipten kaynaklanan teslimiyeti, eril prensipten kaynaklanan akılla bütünleşir ve kişi huzurlu ve sezgisel bir ruhsal benliğe Nefs-i Mülhime’ye doğru gelişmeye ve dönüşmeye başlar. Günümüzün gerçekliği bu düzeye ulaşmayı yeterli bulur ve önerir.

Nefs-i Mülhime boyutunda kişi sezgilere önem verdiğinden, sanata merak sarar. Tasavvuf ehlinin Ebru sanatına yönelmiş olması bu boyutla ilişkilidir. Önemli bir mutasavvıf olan Mustafa Düzgünman (1920-1990) klasik Türk ebru sanatının en büyük ustalarındandır. Kendisi sadece bir Ebru sanatçısı değil, aynı zamanda bir şairdir. Altta ona ait olan Ebru şiirinin bir kısmını sunuyorum.

Ebru demek ebir demek yâni gökteki bulut,

Ab-ı rû da tutar mânâ su yüzüdür et şuhût,

Bir kelâm-ı farisîdir ebrû insan kaşları,

Her tevcihe sezâdır kim mânâsı da pek velût. [1]

Ben ebrûya âşık oldum düştüm onun peşine,

Leylâ gibi nazlar etti yaramadı işime,

Bir aralık isyan ettim görmedim hiç iltifat,

İnsaf edip yüzün güldü işler açtı başıma.

Ey Mustafa nakş-ı sevda sana neler öğretti,

Derûnunda duran nakkaş “Eynemâ”yı öğretti,

Bab-ı ebrû rehnümadır vech- bâkî fehmine, [2]

Ârif olan bu ezharı bir noktadan seyretti. [3]

Nefs-i Mülhime boyutunda Aşk ateşi insanı sarar. Bu aşk dünyevi bir aşk değildir. İnsanın ruhsal âlemle olan bağının bir göstergesidir. Mânevî aşkı en güzel terennüm etmiş kişi Mevlânâ Celâleddin Rûmî’dir. 1207 ile 1273 yılları arasında yaşamış ve Konya’ya yerleşmiş olan Mevlânâ’nın bu konudaki iki dörtlüğünü örnek olarak sunuyorum:

Aşk özge ateştir, ısınır onda ayaz

Yandıkça o taşlar yumuşar, sert kalamaz.

Varsın âşık günaha girsin hoş gör,

Sevda şarabından içmiş, arlanamaz.

Aşk geldi, damarlarımda cildimde bu kan.

Bomboştum, sonra taştım aşktan, aşktan.

Dost, işte gelip doldu da tüm varlığıma

Sırf ismim kaldı. Bende dosttur yaşayan.

Bu şiirinde sözünü ettiği “dost” Tanrı’dır ve onunla bütünleşmiş olduğundan söz etmektedir. Mevlânâ’ya göre bizler sürekli olarak asıl kaynağa bağlıyız. Farkına vardığımızda kaynak içimizden “gönül evimizden” taşar ve aşk olarak belirir. Önemli olan bu kaynağın yolunu açmak ve temiz akan enerjiye teslim olmaktır.

Türkçe gönül ile Arapça kalb aynı anlama gelir. Sûfî kişi gönül yolunu seçer. Eğer girdiği yol (tarik) gönül yolu değilse onu terk etmeyi bilir. Gönül içimizdeki yansıtıcı ay olan dişil prensip ve yine içimizdeki güneş olan eril prensip olan akıl ile bütünleşir. Muhyiddin İbn-ül Arabî: “Düşüncendeki sözcüklerin harici (dışsal) anlamlarından kurtul, onların bâtınî (içsel) anlamlarını iyice kavrayana kadar araştır” demiştir. Bu da teslimiyet gerektirir. Zira içsel anlam dıştan değil, içten kaynaklanır. Yaşam bir seçim ve varoluş yolu olsa da, önemli olan sezgilere yer açmak, rıza ve teslimiyete de önem vermektir. İnsan bu boyuta ve bilinç düzeyine ulaştığında ne korku kalır, ne de kaygı.

 

Kaynakça:

https://en.wikipedia.org/wiki/Fear_and_Trembling

http://inabe.blogcu.com/tasavvufta-teslimiyet/5251411


Dipnotlar:

[1] Tevcihe seza: Göz atılmaya lâyık

[2] Rehnüma: Rehber

[3] Ezhar: Çiçekler

Haluk Berkmen
+ Son Yazılar