“Dünyanın yaratılmasından önce,
Sonu Olmayan (Ayn Sof)
kendini özünün içine geri çekti, kendinden kendi içindeki
kendine.
Ve özünde yayılabileceği ve yaratabileceği boş bir uzay kaldı.”
Kabballah/Yahudi Gizemi
Varolmayan Şövalye adlı romanında İtalo Calvino (1923-1985), ilkin evrenle bir bütün oluşturmasından dolayı varolmayan ilksel insandan, ürünler ve durumlarla bir bütün oluşturmasından dolayı varolamayan günümüz insanına atıfla yarattığı -yok olduğu için içi boş bir zırhla dolaşan- kahramanı için “irade ve bilinçle donatılmış bir varolmayış” der.
Bizler de içgüdüsel yanını ön planda yaşadığımız Tanrısal irade ve salt öğretilmiş dolayısıyla biriktirilmiş bilinç diye de ayrımsayabileceğimiz belleğe indirgenmiş bilinçlerle ortalıkta dolaşan ve varolmayan şövalyeler değil miyiz aslında? Bu aslında varolmayan beden ve zihinlerden oluşan ordunun içinde, bir başkasıyla değil de kendi kendisiyle iletişime geçip, evde kimseyi bulamayan olmuş mudur acaba? Ya da kendi kendisiyle iletişime geçmediği halde bir başkasıyla gerçekten ilişkiye girebilen var mıdır? Yoksa varolma potansiyelini içlerinde taşıyan, ama varolmayan şövalyelere yakışır bir masalsılık içinde zanlarla mı düşünmüyoruz pardon düşünüyoruz gerçekten?
Algının kapıları temizlenirse, her şey insana
aslında olduğu gibi sonsuz olarak görünecektir.
Çünkü insan her şeyi ancak mağarasının daracık çatlaklarından
görecek denli kendi kendisini kapatmıştır.
der William Blake (1757-1827) Cennet ve Cehennemin Evliliği adlı eserinde. Algının kapılarını temizlemekten, algının gerçeğini bilmeyi anlıyorum ben, algının gerçekte ne olduğunu anladığımızda, algının tüllerinin ardından duyumsananın ne olduğunu ve aynı zamanda ne olmadığını bilmemek ne mümkün.
Kendiniz dışında her ne ile ilişkiye girerseniz girin kendiyle iletişime girmemiş bir varolmayan olarak karşılaştığınız zanna bürünmekten ve bunu fark etmemekten başka bir şey gelmiyor elinizden. Gerçi karşılaştığınızı “zan” ettiğinizin de sizin bir yanılsamanız olması farkındalık olmayınca pek bir şeyi değiştirmiyor.
İnsanın genel eğilimi esas sorunsalı es geçip, dolaylı yanlarla kendini eğlemeyi seçmektir. Bunun temelinde henüz bulmadığı (çünkü aramaya başlamadığı) kendini unutmak yatar. İnsan tüm sorunlarıyla bugün (sosyoekonomik olsun ekolojik olsun) bir program paketidir. Kendine örtük bir bilinçle de olsa bu paketi kendisi hazırlamaktadır. Amacı varolmamayı sürdürebilmektir. Bunlarla uğraşan akıl öğrenilmiş bir bellek olmaktan öteye geçemeyerek bu kısırdöngüde rahatça devinir. Sorgulaması program paketiyle sınırlıdır, ama o bunu yaşam mücadelesi olarak algılar.
Dokunduğu bardağın sert olduğundan, kıskandığı kocasını/karısını sevdiğinden, bir gün bir arabası olmasını istediğinden emindir. Tüm ilişkileri kendisi varolmadığı için “gibi” ilişkilerdir. Bir oğul ya da bir kız evlat gibi gözükür dışsal olarak baktığınızda, bir koca/eş gibidir, güleryüzlü gibidir, arada sinirli gibidir, tanımlayamadığı duyguları vardır zaman zaman da. Hasret der umut der onlara. Çikolatayla arası iyidir, nedense mavi renkten hoşlanmakta, belli siyasileri tutmaktadır, ülkeyi dış güçler mahvetmektedir zaten, eski günleri çok özlemektedir, arada şiir yazdığını sanmaktadır, çok entelektüel olduğunu hatta bunu sürekli yazılar yazarak da gösterdiğini düşünmektedir. Küreselleşme, kapitalist sistemler, postmodernizm gibi etkileyici sözcükler kullanmakta ancak kendisiyle hiç tanışmamaktadır.
Oysa Rab Allah onu Aden bahçesinden kendisinin içinden alındığı toprağı işlemesi için çıkarmıştır. (Yaradılış 3:23) ta ki toprağa dönünceye kadar çünkü ondan alınmıştır; çünkü topraktır ve toprağa dönecektir. (3:19)
Bu yaşama çok dokunaklı bir anlam yükleme çabasıdır. Oysa yaşamın salt yaşam olarak idraki tüm çabaların ötesinde anlamlıdır. Ve sizler kendini özleyen Yaşamın oğulları ve kızlarısınız. (Nebi, Halil Cibran) Öyleyse aslolan “yaşayan olma “çabası olmalıdır. Aksi halde tüm uğraşlar evine dönmek isteyen fakat evinin yolunu unutmuş bir insanın ne yapacağını bilmeden korkularını bastırma telaşından öteye gitmez. Oysa ne yaparsa yapsın evini beraberinde taşıdığının ayrımında olmayan bir göçebedir o her zaman.
Bir tasavvuf öyküsü vardır.. Öykü bu ya, Adem cennette sıkılır, bunun üzerine Tanrı ona; haydi gel saklambaç oynayalım, sen yum gözünü ben saklanayım der. Adem gözlerini yumar ve saymaya başlar. Tanrı saklanır.
Adem Tanrıyı boşu boşuna arar, bakmadığı yer kalmaz ama boşuna. Bulamaz. Sonunda yorulur, bir taşın üzerine oturur. Tam o sırada içinden bir kahkaha sesi gelir. O zaman anlar hatasını Adem, Tanrıyı bulamamıştır, çünkü Tanrı onun tek bakmadığı yere, kendi içine saklanmıştır.
Tanrı-Varlık-Ben olan Ben-Kendi midir kapıyı çalarsak açacak olan? Eğer çalma cesaretini bulursak. Belki de tek bir Ben ve tek bir Kendi vardır, bütün benlerin ve bütün kendilerin toplamı olan. Ve tek bir Varolan. Bir olan.