M.Ö. 1400 yılında Antik Mısır’da kullanılmakta olan Luxor tapınağının içerideki ikinci “kapısının lentosu üzerinde” kapıdan geçerken okunan bir cümle yazmaktaydı. M.Ö. 600 yıllarında aktif olan Delph mabedinin ana giriş kapısının iç kısmına 7 ulu bilgeden Spartalı Khilon tarafından kazındığı söylenen cümle de aynı cümledir. Çoğunlukla “aklını doğadan insana döndüren” bilge Sokrates’e isnad ettirilen bu söylem “Kendini Bil” cümlesidir.
Günümüze gelinceye kadar çeşitli kesimler tarafından çok farklı yorumlanıyor ve tartışma konusu ediliyor olsa da; bu cümlenin “kendi” ile ifade bulan “bilinmiyor olana” işaret ettiği konusunda bir fikir ayrılığı yoktur.
“Yabancı” kelimesi, sözlük anlamıyla, bizden olmayan, tarafımızca anlaşılmayan, tanınmayan ve bilinmeyendir. Genel bir ifadeyle yabancılaşma; bir şeyi/ kimseyi kendisi olmayan başka bir şeye/kimseye yaklaştırarak, kendisinden uzaklaştıran eylem ya da durum olarak tanımlayabiliriz.
Yabancılaşmak sırasıyla; uzaklaşmak, garip olmak ve hatta gayb olmaya yani “kayıp” olmaya kadar öteleyebileceğimiz bir durumdur. Dolayısıyla “Kendini bil-Kendini bul-Kendin ol” diye üçleyeceğimiz bu kadim cümle “kendine yabancılaşmaktan kurtul” demekle aynı anlamdadır.
Şüphesiz her çağın “yabancılaşma” görünümleri aynı sonuçları, yani anlamsızlığı ve nihilist bakışı doğurmakla beraber birbirinden farklıdır. Günümüz yaşam koşulları da halen beşerin “kendi” bilmediklerine/bulmadıklarına ve kendi olmayanlara göre yaşamasına neden olmaktadır.
Beşeriyet; tüketim ve fast food çılgınlığı etrafında dönen bu yaşantıda, baş döndürücü bir hızla kendisinden koparak popüler olanın/sürünün/modanın girdabına girmekte. Kendine yabancılaşma, kontrol altına alınmayan içgüdüler, nefsani hırslar ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, beşerin kendisine, kendi gerçek özüne, fıtratına yani insani değerlerine, erdemlere uzak hale gelmesi ile kimlik kaybına yol açması durumunu ifade eder.
Günümüzde beşer, işiyle, başkalarıyla ve özüyle olan ilişkisinde, kendisi tarafından üretilmiş bir dünyada pompalanan değersizleştirme ve niceleştirme baskısı altında üretim süreçlerinden bihaber olduğundan ürünlerin kontrolünü kaybetmektedir. Bu sefer de ürünler ona sahip olur ve günümüzde beşer nesnelerin, maddiyatın kölesi olur.
Sanayileşmiş çağdaş toplumun tutumları sonucunda, mutluluk arzu edilene sahip olmak ile ölçülmektedir. Bunun sonucunda meydana gelen tüketim kültürü ile tüketimin hem özgürlüğün hem de mutluluğun tek kaynağı olduğu tezi dayatılır.
İnsanın “kendini bilemediği ve bilmesinin istenmediği” bir toplumda yaşamaktayız.
Yabancılaşma, böylece insanın doğaya ve başka insanlara olduğu gibi, kendisine, kendi öz-benine aykırı düşmesi diye tanımlanıp, bireyin gerçek beninden, öz-beninden, daha derindeki kendisinden koparak egemen modaların istençlerine göre yaşaması, keyfine düşkün olması, sorumluluk almaktan kaçınması şeklinde tezahür etmektedir.
Aslında yabancılaşma özgüven eksikliği ile beraber, temelinde vesvese, kuruntu ve endişeyi barındırmakta, bu psikolojik durum da günümüz insanı için yaşamının anlamını kaybetmesi sonucunu çıkartmaktadır.
Yabancılaşma içinde bulunan beşer, sorumluluktan kaçtığı için düşünmeyi de tüketmekte, sorularına en kolay olan hazır yanıtlar beklemek suretiyle ana işletim yetisi olan rasyonel aklına ve takiben aklının gelişim süreçlerine de yabancılaşmaktadır.
Sonuçta günümüz beşeriyetinin içine düştüğü durum; kendisini kimliksiz, değersiz, korkak, bitik ve varoluşunu gereksiz hissetmesi, yaşamı da boş bularak, kendinden ve her şeyden uzaklaşmasıdır.
Yabancılaşmanın temel problemi, “anlamsızlık ve beraberinde umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, insanın kendini bilmesi ve yapıp ettikleri yoluyla ben’ine baskın ideası altında anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak yaşamında uygun bir değere ulaşabilmesi” problemidir.
Problem daha basitçe “aşkın bir ideaya içten ve derinden bir bağlanma ile adanmışlık” problemine indirgenebilir.
Tasavvuf irfanına göre bütün bu olumsuz koşullar ve umutsuz tablo içinde dahi yabancılaşmayı aşmak mümkündür, bu söz konusu aşma, sağlam bir özgüven (iman) sıçrayışıyla başlar, devamında kişinin has esması olarak da tasavvufta ifade bulmuş olan baskın karakterine; “sonuçta ise akılda ideaların (ilkelerin) uyumlu birliğine, yaşamda değerlerin dengesine, gönülde iştiyak ile Allah’a” yönelmek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü insan, zorunlu olarak tüm yetilerinin uyumlu bir denge içinde gelişmesini ister. Bu yönelmenin olmazsa olmaz zahiri şartı da kişinin özgür ve etkin seçimleriyle oluşturduğu eylemleriyle/eylemlerinde sükûn içinde “kendini” yeniden yaratmasıdır. Böylece kendi bilinçli eylemleri ile aşkın ereğine bağlı yarattığı “özgün hüviyeti” olarak “insan kendini bilir”.Kendi ürünü olduğu için “kendi’ne” yabancılık veya bir diğer deyişle “uzaklık” ortadan kalkar. Yakin hâsıl olur.