Bağımsızlığın Karaktere Dönüşmesi veya Ben Olan Ben Üzerine…
Tasavvuf, insanı malik olduğu farklı niteliklere göre, birçok farklı açıdan tanımlar. Beşeriyetinden ayırıp şuurda temellendirir, kemal basamaklarına, manadaki tekâmülüne, tevhidi idrakine, mertebesine, Allah’a olan muhabbetine göre vb. Bir nazarla da “insan” kendiyle kaim olana, kendini kendinde bulana denir. Kendini kendinde bulmak, Hâk ile hak olmaktır. Sûfilerce Hâk ile hak olmak, hâk ile yeksan olmaktan geçer. Çünkü insan gözünü bir şehirde açar. Bu şehir kendinden önce imar edilmiş, hazır bulunan ve içindekilerle miras alınan bir şehirdir. Her insan, başkasının şehrinde doğar. İnsan, mânen yabancısı olduğu bu şehri yıkıp kendi şehrini; kendi tinsel mabedini inşa etmeye memurdur. Kinaye olarak kullanılan bu “şehir” bütün bir insanlık tarihidir; kültürdür, gelenektir, akıldır, deneyimdir vs. İnsana talip olandan beklenen, kendini içinde şuursuzca bulduğunun öznesi ve onun efendisi olmasıdır. Efendi (Adonai) kendine malik ve kendiyle kaim olan insana denir.
Âdem kendini bir cennet bahçesinde bulur ama içinden alındığı toprağı işleyerek onun efendisi konumuna yükselir[1]; Nuh, Allah’ın emriyle bir gemi yapar. Yaptığı gemiyi sevk eden Allah’tır ama kaptanı kendisidir[2]; İbrahim, oğlu İsmail ile Kâbe’yi inşa eder[3]; Yusuf satıldığı Mısır’a hükümdar olur[4]; Musa önce Pitom ve Ramses şehirlerini bina eder[5] ama ardından Allah’ın çadırını (mişkan) kurar, Davud İsrail’e kral olur, oğlu Süleyman Tanrı’nın mabedini inşa eder, İsa da Allah’ın adına yapılan bu mabedin önünde durup bu binayı yıkarlarsa onu üç günde yeniden yapacağını söyler.[6] Ölür ve üç gün sonra ölümden kıyam eder. Bunların tümü insanın “kendiyle kaim olmasının” bir işaretidir.
Matta kitabında İsa şakirtlerine kendisinin kim olduğunu sorar.[7] Bunu sormaktaki amacı en yakınındakilerin kendisini kim olarak bildiklerini duymaktır. Zira insan bir kişilik altında çokça kimliğe ve niteliğe sahip olabilir. Şüphesiz İsa bunu kendisinin Nasıralı bir marangozun oğlu veya bir çoban olduğunu duymak için sormaz. Bu sorusu tüm beşerî niteliklerin dışında, bunca zamandır kendisiyle olanların gözünde kim olarak bilindiğini duymak içindir. Örneğin Yuhanna, vefatından sonra İsa’yı Kelamullah diye anacak[8], ona Allah’ın karanlıkta parlayan nûru[9] ve hakikatin kapısı[10] diye hitap edecektir. Ancak İsa tam o anda, dostlarının beklemedikleri ama bunca zamandır şahit oldukları onca karşılaşmadan sonra kendisini “kim” olarak bildiklerini sorar. Şüphesiz İsa bunu onların ne düşündüklerini bilmediğinden sormaz. Zira kâmil mürşit için bu ayandır. Ama havariler bunu kendi ağızlarıyla dile getirinceye dek izledikleri bu kişinin kim olduğunu yüreklerinde bilmediler.
İsa kendisini kastederek onlara sorar: “Halkın dediğine göre İnsanoğlu kimdir?” Bu soruyu duyan şakirtler belki alaycı belki de başka bir tahminleri olmayarak insanların dedikodularına göre yanıtladılar: “Bazıları Vaftizci Yahya, başkaları İlya, başkaları da Yeremya yahut peygamberlerden biridir.” İsa onlara dedi: “Peki ya siz, siz ben kimim dersiniz?” Bunun üzerine Petrus yüreğine gelen feyzle yanıtlar: “Sen Hay olan Allah’ın Oğlu, Mesihsin.” Bunun üzerine İsa ona dönerek: “Ne mutlu sana ey Yunus oğlu Simun, çünkü bunu sana açan et ve kan değil, göklerde olan Babamdır…”[11]
Allah’ın oğulluğu teolojik bağlamda büyük bir sorunsaldır. Zira nasıl ki insanın oğlu insan ve her hayvanın da yavrusu kendi cinsindense, Allah’ın oğlu da Allah olmalıdır. Lakin Allah biriciktir ve herkesten ziyade bunu en iyi bilen İsa’dır. Çünkü İsa, diğerlerinin yarım anlayarak tahayyül ettiği hakikati, deneyimlerinde bilen kâmil bir şuurdur veya ruhun kâmil bir tecellisidir. İsa, Allah değildir ve hiçbir surette de bunu dile getirmemiş, böyle bir iddiada bulunmamıştır. O, ilahlığı değil, Allah’ın oğulluğunu bir mertebe olarak kabul etmiştir. İncil’e göre Allah’ın oğlu “Allah’ın ruhu ile sevk olunan herkestir”.[12]
Şeriata göre davranan şeriatı tutmuş olur, ama onu içselleştirerek, şeriatı tutma gayretinde olmaksızın yerine getirenler Allah’ın iradesine tabi olarak, onun ruhunu giyinirler. Tüm bunlar yine de ruhun mahiyetini anlamak için yetersizdir. Zira ruhu giyinenler için ruhun ne olduğu bilinir, ama ruhun işlerine şahit olanların şahadetleri kendi nefislerinde (enfüste) değil ama onu işleyen ruhânîlerin karakterinde (afakta) bilinir. Ruhu gören ona bağlanır çünkü ruh cazibesi nefisleri kendine çeker (cezbe) ve bağlar (rabıta) ama ruh kimseye bağlı değildir. Kur’an’da denir ki “ruh Rabbin emrindedir”.[13] Oysa ruhun kendisi Rabdir. Ruh, Rabbin emridir ve bununla ruh Rabden ayrı değildir. Havarilerin İsa’ya bağlı oldukları gibi, İbraniler de Musa’ya bağlanırlar. Ancak bu bağlılık emre tâbîdir ve bağlanan gerçekte neye bağlandığını tahayyül edemez.
Musa’nın Rabbi, onu dağa, “yanına” çağırır ve orada kendisine söyler. Söylemeyi bitirince Musa sorar, “İsrail oğullarının yanına döndüğüm zaman, onlara: Atalarınızın Allah’ı beni size gönderdi, dersem ve onlar bana: Onun ismi nedir? derlerse, onlara ne diyeyim?” Bunun üzerine Allah Musa’ya isminin “Ben Olan Ben” olduğunu söyler, “İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Beni size Benim gönderdi.”[14]
Allah’ın bu ifadesi Musa için kavimden ayrılıştır. Zira “Ben Olan Ben” Musa’nın zamansızlaşması veya onun kendi tarihinin öznesi olmaya yükselişidir. Musa kavmin yanına döner ve şeriatı bildirmeyi bitirince, kavme kendisine emrolunduğu üzere kendisini göndereni onlara “Ben Olan Ben” olarak bildirir. Musa, Allah’ın kendisine bildirdiği bu ismi söylediği zaman, bu sözüyle “Ben” demiş oldu; “Beni size Benim gönderdi”. Bununla O, “Âlemin Yaratıcısı”, “İbranilerin Tanrısı”, “İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un Tanrısı” veya başka bir şey dememiş, bununla O, “Beni ancak Ben yoluyla bilebilirsiniz” zira “Ben Ancak Ne İsem Oyum” demiş oldu.
Musa kavmin önünde durdu ve onlara Tanrı’nın “Ben Olan Ben” olduğunu bildirdi. Bu isim bir soyun veya dinin olduğu gibi her nevi bağlılığın, aidiyetin, ideolojinin ve diğer her şeyin de inkârıdır. Bununla Tanrı veya Musa şunu demiş oldu; “Ben ne bir İbrani ne de Yahudi’yim”, şu veya bu dinin ilahı, belirli bir anlayışın temsilcisi de değilim. Ben bir soyun devamı, birilerinin sözcüsü de değilim. “Ben, Ben Olanım; Ben, ne isem O’yum. İsmim ve ebediyen anılmam budur.” Kavim bu sözleri Musa’nın dudaklarından dinledi. Ve bunu söyleyenin Allah mı, yoksa Musa mı olduğunu bilemedi. Kendisi “ne ise o olan”, kendi dışında hiçbir şeyin ya da kimsenin onun “ne ise o olmasına” etki edemediği varlıktır. Musa dağdan iner ve İbranilere peygamberlik eder ama kendi dağının zirvesinde o kendi ile kaim olan, Ben Olan Ben’dir.
O’nun ismi Ben Olan Ben’dir ve ebediyen anılması budur. Bunu bize söyleyen ister Tanrı olsun ister Musa, hatta isterse yabancı biri Musa’nın kulağına fısıldamış olsun, irfan açısından bunun hiç önemi yoktur. Zira kavmin kulakları bu ismi duymuş, Rablerini bu isimle bilmişlerdir. Bu isim ferdiyeti, kendiyle kaim olmayı, kendi kararlarını vermenin ve sorumluluğunu taşımanın hürriyetini ifade eder. Bu hem bir kopuş hem bir bağlanıştır; ataların soyundan kopuş, ataların tanrısına bağlanıştır. Esaret evinden ayrılış, vaat edilen mülke yükseliştir. Öyle ki bireysellik açısından esaret kendi olamamaktır, vaat edilen mülk ise kişinin tam da kendi oluşudur. Bu manada kitabın vaadi, kişiye kendisi olabilmesinin rehberliğidir.
Musa sorarken şunu özellikle ekler: “Atalarınızın Allah’ı beni size gönderdi…” Bu atalar kendinden önce yaşamış, kavmin her bir üyesi değildir. Atalar diye anılanlar ancak İbrahim, İshak ve Yakup’tur. Musa kavme “atalarınızın soyu” demez ama “atalarınızın Allah’ı” der. Soya bağlanmak ötekinden medet ummak, Allah’a bağlanmak ise kendi varlığına dayanmaktır. Şüphesiz bu kendilik Allah’ın insanda fail oluşu, tecessümü; şimdi ve buradalığıdır (kavod). Atalar olan İbrahim, İshak ve Yakup da bireyliğin ve kendi olmanın temsilcileridir.
İbrahim babasının ilahlarına itibar etmedi. Bununla o babasının vasiyetine, vesayetine ve verasetine icabet etmemiş oldu. Halbuki bu ilahlar babasının ilahları değildi. Çünkü onların ilahlığı babasına da öğretilmişti. İlahlar feyz ve keşf ile bulunmazlar, onlar soydan gelene aktarılır. Bununla da ilahlar verasete tâbîdir. Yani babaların ilahı demek; babasına miras kalan, babası tarafından korunan ve babasının kendisine emanet ettiği tüm ilahlardır. Bu ilahlar her insan için kendinden öncekine yaslanmak, meçhul bir ilahla güvende olmayı aramaktır.
Bu ilahlar güneş gibidir. Nasıl ki güneş doğar ve batar, ama insanın bunun üzerinde bir tasarrufu olmazsa, ilahlar da insanın kendi tasarrufu olmadığı üzere kendisine sorgusuzca bağlanılan, hürriyetin teslim edildiği sahte kudretlerdir. Halbuki kâdir olan insandır; o kadar ki, insan kendi kadrini ilaha terk etme kudretine dahi maliktir. Ama İbrahim öyle değil. O güneşi doğarken gördü ve güneşin Rab olduğuna hükmetti. Ama güneş batınca: “Ben batanları sevmem,” dedi.[15] Batanlara yani kaybolanlara iman etmedi. Batan, kaybolan, ifna olan nefstir.[16] O, nefsin suretlerine iman etmeyip, nedenini kendi benliğinde bulmadığına biat etmedi. Bununla o ilah-ı hakikiyi yani benliğini kendinde buldu. Bu benlikle de “kavmin atası” oldu. Kimsenin kavmine üye olmadı ama kendi kavminin atası oldu. Ata olmak, kendi sulbunun başı olmaktır; kendinden öncesinin olmaması, Tanrı’nın yani ilahi ben’in vasıtasız muhatabı olmaktır. Bunun için İbrahim “tek başına ümmet” çağırıldı.[17] Zira o kendi kavminin atası ve kulu oldu.
İbrahim, Rabbinin emriyle baba evinden çıkıp gider. “Baba evi” insanın kendini içinde bulduğu her şeydir; kültürdür, gelenektir, milliyettir ve giderek tüm aidiyetlerdir. Gitmek, bunları geride bırakmaktır. Gölgeye itmek değil, aksine ışık tutarak aydınlığa kavuşturmaktır. İbrahim kendi Ben’ini bulmak için, kendini içinde bulduğu “her şeyi” terk eder ve gittiği yerde yabancı olur. Bu hakiki bir yabancılıktır; kendi olmadığının uykusundan uyanıp, tanıdığı her şeyi kendine yabancı bulduğu mukaddes yalnızlıktır. İbrahim kendiliğinin içine döner; Leh Leha. O, kendiyle olan yalnızlığı, tanıdıklığın ahmaklığına tercih eder. Bu yalnızlık Rabbin emridir. Gözünü açtığında ailenin bir ferdi olmaktan, kendi kavminin atası olmaya intikal eder.[18]
Ve Yakup Tanrı’yla güreşir. Bu güreş insanın kendi Ben’ini bulmasının mücadelesidir. Yakup olan İsrail[19] için denir ki o, “bir adamla” (32:24), “Tanrı’yla” (32:30) veya “Tanrı’nın bir meleği” ile güreşmiştir.[20] Bu adam (ish) Rabdir. Rab, hariçte olan mürebbinin içte bulunmasıyla tecelli eder. Eğer biz Yakup’un Rabbi İbrahim veya İshak’tır dersek, bununla biz Yakup’un kulun kulu olduğunu söylemiş oluruz. Halbuki “salih kul” abdülabd değil abdullah’tır. Böylece Rab olan Tanrı da her insan için kendi öz benliği, kendi dolaysızlığındadır. İnsanın kendini içinde bulduğu tüm ilişkilerin ardında tanrılık bilinci gölgede kalır. Gizlenir veya gözler şuursuzluk içindeyken onu seçemez. İnsan en bilinçsiz durumunda dahi kendini ben olarak bilir, ancak kendisinin şununla veya bununla dolaylı olmadığını gördüğünde kendisine “Ben Olan Ben” der. Buraya kadar benlik hep muğlaktır ve bilincin gölgesinde kalmış bir benliktir. Kendini, kendi benliğinin dolaysızlığı içinde bilen için ise benlik, Mutlak olanın ruhtaki tecellisidir (neşemah). Burada artık ben, sadece kişinin benliğidir. Dolaysızdır, öncesiz ve sonrasızdır, salt “kendisi ne ise o olan”dır.
Yakup Tanrı’nın bir adamıyla güreşir ve bu adam seher sökünce ona “Tanrı’yla güreşen” anlamında İsrael der. İsrael kendini, kendinden bulup çıkarandır. Şuurun karanlığı seher sökünceye ve ışık sızıntısı (eşar) içe sızıncaya dek devam eder. Çünkü Tanrı hariçte değildir. Hariçte olana dokunmak insan için imkânsızdır. Hariçte olarak tahayyül edilen Allah’ın insana olan mesafesi namütenahi (ucu bucağı olmayan, sonsuz, sınırsız) olarak tanımlanır. Lakin O, kendisi için “biz ona şah damarından daha yakınız”[21] buyurmuştur. Hariçle olanla kavgada insan ya galip gelir ya da mağlup olur. Kendiyle olan kavgasında ise can (nefeş) çıkmadıkça güreş sürer. Yakup da bu güreşte canını verir; “Yakup” olarak ölür ve “İsrail” olarak dirilir.
Yakup’un ölümünün mahiyeti, meleğin dokunduğu uyluk başı ile temsil edilir. Seher sökünceye dek onunla güreşen melek, seher sökünce gitmek ister.[22] Yakup’un güreşi başlangıçta akl-ı ilahinin meleği olan Cebrail iledir. Seher söküp de güneşin yakıcılığı kendini gösterdiğinde Cebrail güreşmeye devam edemez. Cebrail ile başlayan güreş Azrail ile nihayet bulur. Zira sidretü’l müntehâ[23] Allah’ın değil aklın sınırıdır. Azrail ise ateş meleğidir. Güneş ona dokunmaz. Bu melek, Yakup’un uyluk başına dokunur. Uyluk başı soya işarettir. Hatta İbraniler sulbun bereketi için ellerini efendilerinin uyluğu üzerine koyarak kutsamalarını (beraha) alırlardı.[24] Kavminin atası olan Yakup bu bahiste mânen ölür, Allah’ı benliğinde izhar eden İsrail ruhen doğar. İsrail, Yakup’un kendi öz benliğidir.
Atalar silsilesinde İbrahim ile Yakup arasında İshak bulunur. Tora, İshak’ı ya İbrahim’in oğlu olarak ve İbrahim’in öyküsünde bir yan karakter olarak ya da Yakup’un babası ve onun hayatında bir karakter olarak anar. O, İbrahim’e doğacak çocuk, İbrahim’le kesilecek ahdin çocuğu, kurban edilecek çocuktur veya Yakup’un kutsanmasında kandırılan babadır. Kitapta İshak öyle gizlenen bir kişidir ki, çoğu zaman İshak kimdir sorusuna “İbrahim’in oğlu, Yakup’un babasıdır,” denir. Oysa Tanrı ebedi ahdini İbrahim’le kesse de onu İshak’la sabit kılar ve İbrahim’e hitaben: “… karın Sara sana bir oğul doğuracak ve onun adını İshak koyacaksın ve onunla ve ondan sonra zürriyetiyle ahdimi ebedî ahit olarak sabit kılacağım,”[25] der.
Kendilik açısından ise İshak en zor konumdadır. Zira İbrahim, Terah’ın oğluydu. Ve Terah yabancı ilahlar ardınca giden biriydi. İbrahim ferasetiyle babasının itikadından ayrıldı ve kendi olmanın, ferdiyet bilincinin ardınca yürüdü. Silsilede İshak, İbrahim ile Yakup arasında bulunur. Onun sınavı İbrahim gibi bir babanın oğlu olup, kendi olmayı başarabilmektedir. Babası İbrahim yabancı ilahlar ardından giden biri değildi; o Allah’ın dostuydu.[26] Ancak İshak için Ben olmak, İbrahim’den de özgürleşmek demekti. Ayrıca o, bir yandan İbrahim gibi olmayıp, diğer yandan oğlu Yakup’un kendisi gibi olmamasını ama kendi yolunda yürümesine hizmet etmeliydi. Hayat öykülerine bakıldığında Yakup ne İshak’a nede İbrahim’e benzer. Bunlarda tecelli eden özgünlük İshak’ın sanatıdır. Böylece onlar vasıtasıyla Allah, “İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un Allah’ı” çağırıldı. Velhasıl bununla İshak, mürşid-i kâmilin izharı oldu.
Diğer tüm kimliklerden ziyade tikel bir şey değil ama tam da İnsan Olan İnsan olmak anlamında “Ben Olan Ben”, kişinin ancak kendiyle dolaylı olduğu somutluk; varlığını ancak kendinde bulmak ve kendiyle kaim olmaktır. Yine de insan muhtaçtır. Yemek için toprağa, soluk için havaya, yaşamak için ateşe muhtaçtır. Lakin bunlar bedene ait ihtiyaçlardır. İnsan ise bedenden hariç olmayıp, bedenle sınırlı da değildir. Zira “insan” diye et ile kandan ibaret bedene işaret edilmez. İnsan kavramı, bedeni de kendinde kapsayan vücûd, yani varlıktır. İnsan, “tükettiği” tüm şeylerin üzerindedir. İnsanın tüketişi tinsel bağlamda ortadan kaldırma, kapsayarak aşmadır. Bu aşkınlık varlığın insana içerik olması, ama kendisinin varlığın bütünü olduğu anlamındadır. İnsanın bu beden yani tikel şeylerin bir toplamı olmadığı ama vücûd-u mutlak olduğu Âdem bahsinde ifade edilir.
Âdem’in öncesi yoktur, zira adem (yokluk) öncesizdir. Âdem’in ademliği evvelinin yokluğundan sebeptir. Âdem bir anneden doğmadığı için onda göbek bağı bulunmaz. Göbek bağı anneye bağlılıktır ve bir sembol olarak anne bütün bir insanlık deneyimidir; tarihtir, gelenektir, alışkanlıklardır, ihtiyaçlar/muhtaçlıklardır, güvenli yerdir, cennettir vs. Âdem bunlardan yoksun değil, bunları aşmak suretiyle özgürdür. Allah Âdem’e onu cennet bahçesinden kovduğunu, bundan sonra rızkını emekle ve çileyle bulacağını bildirir.[27] Bununla Âdem, Allah’ın vesayetinden mezun olup, kendini kendi emeğiyle inşaya memur olur. Bu memuriyet şüphesiz ki yücelmedir. Denilebilir ki bununla o toprağa bağımlı hale gelmiştir. Zira rızkını topraktan elde edecektir. Ancak toprak dahi Âdem’in kendi bedeni olduğundan[28], işleyeceği ve besleneceği toprak da yine kendisidir. Kendisinden evveli olmadığından, Âdem’in benzeyeceği, öyküneceği biri de yoktur. O, ancak Allah’ın suretindedir.[29]
Âdem tıpkı İbrahim’in batanlara bakıp bunlar benim rabbim olamaz dediği gibi, Allah’ın tüm hilkatine bakıp kendini eşsizliğini bilmiştir.[30] Günahkâr değil ama kâmil olan Âdem bu vesileyle Allah’ın suretinde bilinip, insan olmanın gayesi telakki edilmiştir. İncil’in vaaz ettiği Âdem aşağılık ve tüm insanlığın bedbaht kaderinin temsil eder. Kur’an’ın Âdemi ise insan-ı kâmildir. Mana açısından bu zıt ifadelerin her ikisi de doğrudur. Zira en sefilinden kâmiline vücûd Âdemindir ve vücûd Âdemdir.
İnsan, insan olma tekamülünde birçok merhaleden geçer ve bu merhalelerin her biri bir hata ve o denli de kazanım olarak deneyimlerine (amel defterine) işlenir. Kendinden önce, ama artık kendisi olmayan bütün bir geçmiş onun için mazidir. Ben Olan Ben için mazi suya gömülür, suyun üzerinde kalan gemi kendilik bilinci olarak şuurun kemalidir ve Nuh bu vesileyle kâmil sayılmıştır.[31] Ve yine aynı nedenle Nuh için kendi denizinin yüzeyinde, öyküneceği ve benzemeyi umacağı kimse kalmaz. Nuh kendisi ne ise odur. Musa’nın söylemindeki Ben Olan Ben bu vesileyle kendini kendinde bulan tüm salihler gibi Nuh’un da şuuru ve şuurun karaktere bürünmesidir. Ben Olan Ben ile ifade edilen özgürlüğün karakterdeki tecellisi tam bağımsızlıktır. Böylece Ben Olan Ben, Kemal Atatürk’te olduğu gibi “karakterin bağımsızlık olmasından” ibarettir. Atatürk kavramı da yine kendinden öncesinin olmaması, İbrahimî cihette kendisinin başlangıç ve ata olması anlamındadır.
Kur’an-ı Kerîm’in İhlas Sûresi de yine bu manayı ihtiva eder. Peygamber bu halin taliplerine seslenirken; Allah’ın Ahad yani biricik olduğunu tebliğ eder. “Allah” der, “Samed yani kendini kendiyle bilen, bulandır. O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.” Yani ancak kendiyle dolaylıdır. Evvelki bir şeyin devamı (taklidi) olmadığından kendisinin de devamı, yani kopyası veya tekrarı olamaz. Nihayet kimse O’nun ahadiyyetine eş olamaz. Zira Ahad olan Ahad’tır, olmayan ya taklittir ya da henüz yoldadır. Öyleyse selam olsun kendini kendinde bilene bulana, kendi varlığıyla kaim olana, bağımsızlığı karakterinde tecelli ettirene, Allah’ın suretinde Ahad ve Samed olana, Ben Olan Ben’e; insana…
[1] Tora, Tekvin 3:17
[2] Tora, Tekvin 6:14,22
[3] Kur’an-ı Kerîm, Bakara 2/125-127
[4] Tora, Tekvin 41:41-43
[5] Tora, Çıkış 1:11
[6] İncil, Yuhanna 2:18-19
[7] İncil, Matta 16:13
[8] İncil, Yuhanna 1:1
[9] İncil, Yuhanna 1:4
[10] İncil, Yuhanna 10:7
[11] İncil, Matta 16:16
[12] İncil, Romalılar 8:14
[13] Kur’an-ı Kerîm, İsrâ 17/85
[14] Tora, Çıkış 3:14
[15] Kur’an-ı Kerîm, En’am 6/78
[16] Kur’an-ı Kerîm, Rahman 55/26
[17] Kur’an-ı Kerîm, Nahl 16/120
[18] Abram iken Abraham olması
[19] Tora, Tekvin 32:28, 35:10
[20] Tora, Tekvin 32:24
[21] Kur’an-ı Kerîm, Kâf 50/16 “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”
[22] Tora, Tekvin 32:26
[23] Kur’an-ı Kerîm, Necm 53/14
[24] Tora, Tekvin 24:2-3
[25] Tora, Tekvin 17:19
[26] Tanah, İşaya 41:9
[27] Tora, Tekvin 3:17
[28] Âdem ismi (Adam/Aadamah) İbranice “toprak” demektir.
[29] Tora, Tekvin 1:26-27
[30] Tora, Tekvin 2:18
[31] Tora, Tekvin 6:9