Öncelikle imajın gerçekliğinin tanımı, sonra imaj ile öznenin birbirleriyle olan ilişkisi ve daha sonra imaj tarafından medite olan kendi ve diğeri arasındaki ilişkiyi irdelemek istiyorum.
İçinde bulunduğumuz çağdaş kültürde baştan çıkartıcı imaj cazibesinin hakimiyeti vardır. Baudrillard bize hiçbir gerçeklikle ilişkisi artık kalmamış, uçuşan imajlarda nefes alıp verdiğimizi söyler (J. Baudrillard: Simulation). Baudrillard’a göre bu, gerçeğin imgesinin yerini almış gerçeklik, yani taklittir. Bu hiper-gerçeklikte imge dissal bir modele ait olmak yerine başka bir imgeye göndergede bulunur. Anlam uzaklarda tekrarlandığı için değil, fakat ‘kod’a indirgendiğinden ötürü özü kaybolur. Nesneler imajlara, imajlar imgelere, imgeler informasyona ve informasyon çip şekline dönüşür. Böylece her şey ikili birime dayanan parçalanmışlığa indirgenir ve günlük olayların gerçekliği tamamıyla yalanlanır.
Simülasyonun üç yüzü şöyle tanımlanabilir: İlk olarak dünyanın sadece algılanamazlığı değil, fakat onun kavranışıdır. İkinci olarak gerçek bir olay değil, fakat bir hipotezdir; nesnelerin nasıl olduğunun tanımı değil, ama nasıl olabileceklerinin tanımıdır. Üçüncü olarak da kendi karşıtından kesin olarak ayrılamaz, ama aynı sürecin diğer bir yanıdır. Bu üç görüş simülasyon hakkında konuşmayı zorlaştırır.
Benzeştirmenin (simulacrum) genel tanımı, artık kopya olmayan bir modele dönüşen ilişkisinde kopyanın kopyasıdır; bu modeli olmayan kopya olarak kendi başına durur. ‘Kopya’ ve ‘model’ deyimi bizi betimleme ve nesnel (yeniden-) üretimin dünyasına bağlar. Kopya, modele benzerlik ilişkisinde içsel varlık ve yokluk tarafından tanımlanmıştır. Öyle ki, gerçek dünya diye adlandırmaya alıştığımız dünyanın yerini hayali almakta ve gerçeği kopya edilmektedir. Diğer yandan, benzeştirme sadece varsayılan modele dışsal ve aldatıcı bir benzerlik kazandırır. Onun üretim süreci ve içsel dinamizmi varsayılan bu modelinden tamamıyla farklıdır; onun benzeşimi sadece yüzeysel bir sonuç, illüzyondur ve kendi imajıyla gerçekliğin yer değiştirmesidir.
Benzeştirme olgusunun kopya ve modele göre yeter derecede tartışılamayacağına değinmiş olmama rağmen, şu an kendimi benzeştirme olgusunun ölüm kalım mücadelesinin iddiasıyla yine bir model hakkında konuşurken buluyorum. Modelin gerçekliğinin irdelenmesi gerekli bir sorundur. Baudrillard, simülasyonun sürekli olup olmadığı ya da simülasyonun var olan gerçeklikle yer değiştirip değiştirmediğine ilişkin sorulardan kaçınır. Böylece model ve kopya, ya da gerçek ve hayali arasındaki asıl farklılıklarla değil, simülasyonun iki modu arasında kalırız. Gerçek ve hayali arasında bir dolaşım yaratılmıştır, bundan dolayı gerçeklik hiper-gerçekliğin kararsızlığı içinde kaybolur. Durum böyleyken, bunlar nasıl olur da günümüz kültür koşullarına uygulanabilir?
Benzeşimden gerçekliğin ayırt edilmesinin olanaksızlığına karşın, simülasyon modelleri gerçekliğin benzeşimini ve betimlemesini ortaya çıkarır. Benzeşim özne ve nesne arasındaki uzaklığın silindiği, orijinalin kopyalar içinde yeniden üretildiği hiper-gerçeklikteki gerçekliğin imajları ve saf işaretleri haline gelir. Baudrillard’a göre, üretim ve tüketim soyut anlamlandırıcı (signifier) sisteme dönüşür. Bu soyutlamanın yeni süreci dünyanın maddesizleştirilmesidir. Başka bir deyişle, toplumda insanlar dış gerçeklikle daha az ilişkisi olan gösteriye, benzeşime, imajlara, vb. hapsedilmiştir. Benzeştirme işaretin yadsınmasında ve betimlemeye karşı durarak artık kendisini hesaba katmadan kendisine geri döner. Bundan dolayı modeller bütün sistemi ortaya çıkarır ve tamamıyla benzeşim dünyasına girer.
Taklit hangi üretim sürecinde ne tür bir simülasyona dönüşür? Doğal yasaların taklidi, piyasa kurallarında, simülasyonu birbirine ters ve çatışmalı ikili bir sürece iter. Yani varlığın ve görüntünün metafiziği kararlılığın metafiziğinde belirsizliğin metafiziğine kodlanır. Doğal yasaların taklit edildiği bu evrende ‘işaretler’ işareti affetmeyen üretim koşullarında simülasyon işaretin işarete dönüşmesidir. Anlam sabitleşmiş, eşdeğerlilik mantığı simülasyon olmuştur. Böylece sistemleştirilen bu evren doğal durummuş gibi algılanır ve çelişkileri daha derin üretilirken ana parameterlerden biri olan üretim ideolojiye, diğer parametre simülasyon ise benzeşime dönüşür.
Benzeşim Düzeni’nde, Baudrillard simülasyonun üç farklı düzenini tanımlar. İşaret ilk kez karşılıklı zorunluluktan kendini kurtarır ve dış gerçekliğe göndergede bulunur. Benzeşimin ikinci düzeni, simülasyonun ilk döneminde gördüğümüz işaretlerin ilkin özgürleşmesi ile olanaklı duruma gelmiş ‘piyasa değeri’ üzerine oturtulmuş üretimdir. İkinci düzende karşımıza çıkan işaret ve gerçeklilik arasındaki farkın derece derece yok olmasıdır. Benzeşimin üçüncü düzeni değerin ‘yapısal’ yasası üzerine oturtulmuş simülasyondur. Birinci ve ikinci düzen içinde gördüğümüz işaretin özgürleşmesinin devamıdır, ama şöyle bir farkla: İşaretin kendi göndergesi içinde gittikçe artan yok oluşuna tanık oluruz.
Baudrillard, Benzeşimin Yörüngesi’nde simülasyonun başka bir kısa tarihini, bir imparatorluğun haritası üzerinde anlatmaya çalışır. Haritanın imajı bütün ülke topraklarını kapsıyorsa şaşırtıcıdır, bu Baudrillard için benzeşimin ikinci düzeninin ihtiyatlı büyüleyiciliğinin gerçek ve benzeşim arasındaki eşdeğerlilik örneğidir. Ona göre alegorinin anlatımı tersine çevrilmelidir. Haritadan önce ülke toprakları yoktur, öyleyse ülke topraklarından önce harita vardır. Harita ülke topraklarına benzemez, ama ülke topraklan haritaya benzer. Çöle, gerçekliğin çölüne dönüşen ve yok olan gerçekliktir, harita değil. Harita ve ülke toprakları arasında artık bir ilişkinin olmayışı yüzünden, harita ve ülke toprakları hakkında konuşulmaz. Betimlemenin çöküşüne engel olmak, gönderge fonksiyonunu muhafaza etme eylemi içinde ‘diğeri’ (otherness) ve farklılıkların yeniden sunuluşu, benzeşimin üçüncü düzeninde gördüğümüz gerçekliğin yapay dirilişine öncülük eder, ki bu orijinal ve kopya arasındaki ilişkinin kaybolmasıdır.
Nesnelerin sistemi nesneleri toplumsal içerikten soyutlar ve işaretler haline dönüştürür. İşaret olarak nesne karşılıklı değişen birimlere dönüşür ve artık sembolik değiştokuş ilişkisinden tanınamaz hale gelir. Nesne işaretken, sembolik değiştokuş ilişkisinde tanımlanabilecek bir ifade değildir, fakat teker teker diğerlerinden farklı anlam zincirinde devamı gelmeyen, sonsuz bir şekilde tekrarlanan ve farklılaşabilen, karşılıklı değiştokuş edilen bir birime dönüşür. İşaret, dile bir referans anı, kendi ayrılığı üzerine temellenmiş dilin eski biçiminin gücünün yokluğu olarak varlık içerisine giren maddileşmeden ortaya çıkar. Bundan ötürü şifreyi çözmenin anı, kendisinin gerçek mantığı olarak, etkisinin yoğunlaşmasının devamlılığından kuvvet alarak uzun sürmeyebilir; fakat işaretin askıda kalmış özerkliğin ‘şu anına’ girmesine izin verir. Maddileşme anlamlaştırılmış olandan anlamlandırıcıyı ayırır ve işaretin kendisiyle birlikte kaybolur, geriye sadece gönderge kalır.
İmaj iki boyutlu dünyanın soyutlanmasıdır. Bir yandan gerçek dünyanın bir boyutunu ortadan kaldırır ve bu bağlamda imaj ilüzyonun gücünü taklit eder, diğer yandan da bizim bu imajın içine girmemize izin vererek bu ilüzyonu yok eder. Bu arada imajın yeniden üretilişi bu ilüzyonun yeniden üretilmesi sürecidir. Burada gerçekliğin hayali sunuluşunda, yeniden eksiksiz üretimle oluşturulan ilüzyon oyununun varoluşu sona erer. Dolayısıyla gerçekliğin kendi kopyasıyla tamamıyla yıkıldığına tanık oluruz.
Bir ikilemle karşı karşıyayız: Ya benzeşim geri dönülemez bir süreçtir ve benzeşimin ötesinde hiçbir şey yoktur, ya da dünyanın görüngülerini uyandıracak ironik bir nitelik, simülasyonun sanatı vardır. Ama günlük yaşamımızın değişmez tekrarlarla dolu olmasından ötürü, keskin bir nihilizmin içindeyken bile, ilk varoluşun bütün şekillerini tekrardan yazacak bir geleceği bekleriz. Medya dünyası toplumsal varoluşu görünür hale getirirken, aynı zamanda onun tüketiminin maddileşmesi noktasında tek karşıt gerçeklik olma eğilimindedir. Bu dünyanın cazip yanı, gerçekliğin tehdit edici yanlarından sakınmayı da olanaklı kılar. Bu noktada “Kültür, kaybedilmiş birliğin arandığı yerdir. Kültür, bu birlik arayışında, ayrı bir alan olarak kendini yadsımak zorundadır.” Her bir imaj dünyanın gerçekliğinden bir şeyleri alıp götürmelidir; her bir imajda bir şeyler kaybolmalıdır. Ancak bu noktada geleceğin tüketilmesi kırılabilir.