Okuma süresi: 28.19 mintues

* Kültür ve uygarlık kavramları eski Türkçeden günümüz Türkçesine farklı isimlerle ifade edilmiştir. Alıntılarda asıl metne bağlı kalındığından farklılık dikkat çekecektir. Kültür eski Türkçede ‘hars’ ve yeni Türkçede ‘ekin’ olarak karşılanmakta uygarlık ise ‘medeniyet’ olarak da ifade edilmektedir.

Kültür ve uygarlık olguları arasında bir ayrım yapabilmek için öncelikle her iki kavramın, kültürün ve ondan bağımsız veya bağımsızlaşmış bir olgu olarak uygarlığın tanımlanması gerekir. Zira bu ayrım yapılmadığında birinin diğeri yerine kullanılması ve giderek ikisinin bir ve aynı şeyi ifade ettiğini düşünmek kaçınılmaz olur. Örneğin Sigmund Freud kültür ve uygarlığı birbirinden keskin biçimde ayırmak istemese de [1], uygarlığı kültürden olgusal olarak ayırır:

“Şefkatle yetiştirilen ve mantığa değer vermeleri öğretilen, uygarlığın yararlarını erken bir yaşta tadarak öğrenmiş olan yeni kuşakların uygarlığa karşı tutumu değişik olacaktır. Onu, kendilerine ait bir varlık olarak hissedecekler ve korunması için çalışma ve içgüdüsel doyum konularında uğruna gerekli özverileri yapmaya hazır olacaklardır. Zor olmaksızın işlerini yürütebilecekler ve önderlerinden pek az farklı olacaklardır. Eğer şimdiye kadar herhangi bir kültür bu nitelikte insan kitleleri yaratamadıysa bunun nedeni henüz hiçbir kültürün insanları, özellikle çocukluktan başlayarak, bu yönde etkileyecek kurallar tasarlayamamış olmasıdır.” [2]

Freud kültürü totemcilik gibi, primitif bir olgu olarak görür. Kültür, doğrudan külte dayalıdır ve ilkel toplumların tapımlarını bilinçdışı bir olgu olarak hayatlarında bulmaları kültürü doğurur. Bildiğimiz anlamda yetkin kültür içeriği Freud’a göre kültüre değil ama uygarlığın pek yetkin olmayan bir seviyesine aittir. Yani esas olan uygarlıktır ve kültürle uygarlık arasında bir ayrım yapmak dahi gereksizdir. Zira kültürel olgular, uygarlığın henüz yeteneksiz olduğu ilksel dönem ve biçimler olarak tanımlanmalıdır.

Mustafa Kemal Atatürk ise bu iki kavramı ayırmanın bir anlam karmaşası yaratmaktan ileriye gitmeyeceği düşüncesindedir:

Medeniyetin ne olduğunu hep başka başka tarif edenler vardır. Bence medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve gereksizdir. Bu görüşümü açıklamak için hars ne demektir tanımlayayım; Hars, insan toplumunun devlet hayatında, düşünce hayatında ve ekonomik hayatta yapabileceği şeylerin toplu sonucudur. Bir milletin Medeniyeti dendiği zaman da, Hars namı altında, saydığım insan toplumunun Devlet, düşünce ve ekonomik olarak üç nev’i faaliyetinden başka bir şey düşünülemez.[3]

Yine de Gazi’nin bu gibi bir ayrımdan kaçınmasının nedenini, muhâfazakâr hareketin medeniyeti kendi içinde maddî ve mânevî olarak ayırması, Gökalp’in de sonradan bunu kültür ve medeniyet ayrımı olarak açıklamasından ileri gelir. [4]

Doğrusu bu ayrımı olgulardan hareketle kavramın kendisinde bulmak olacaktır. Peki, bu ayrımın farkında olmak ve ayırdına varmak neden önemlidir? Her şeyden evvel kültür ile uygarlığın ayrımına varmak, tarihi bir olgu olarak bilincin önüne alabilmek için zorunludur. Nesnel tinin sahnesi olarak nesnel tarih, öznenin kendini içinde dolaysızca bulduğu belirsizlikten ayrılmalı ve özne onu bilincinin önüne koymalıdır. Aksi halde toplum ve onun dışlaşması olarak birey tarih dışı kalmaya mahkûmdur. Böyle olduğunda da tarihi bir kültür müzesi olarak idrak edemeyen bilinçler için, tarih özneye yabancı kalır. Bu da bireyin yani bireyde somutlaşan “özgür olma niteliğinin” doğamaması anlamına gelir. Öyleyse belirgin bir ayrımla kültür, uygarlıktan kavramsal olarak ayrılmalı ve bilinç için seçik hale gelmelidir.

Ekin, duygular çevresinde dokunan bir kilimdir, ekin duygularda yaşar. Gereksinimlere göre düşünce duyguları çalkalandırır ve kişi ekinsel dinginliğini yitirir. Yeni koşullar, yeni gereksemeler ve yeni istekler karşısında kişi, yaşamını güvence altına alma ve yaşamına anlam verme yönünde arayışlara girer. Bu durum ekinsel yaslanmadan bir kopuş bir kriz olmakla birlikte bir özgürlük ve olanaklığı da içerir.” [5]

Kültür için, “Toplumların bilinç-dışı belleğidir[6] veya “Her şeyi unuttuktan sonra geriye kalandır[7] gibi güçlü tanımlar yapılmış olsa da, burada kullanılan her şey ifadesi belirginlik kazanana kadar kültürün gerçekte ne olduğu tanımsız bırakır. Zira kültür çok yönlü bir olgudur. Tümü ile anlamak için ona çok geniş açıdan bakmak gerekir. Örneğin Malinowski kültürün; insan ihtiyaçlarının tatmini için doğrudan doğruya veya dolaylı olarak çalışan eşya ve aletlerle, âdet ve bedenî veya fikrî alışkanlıkların tümünü kasteder. [8]

Goodenough kültürü bilinçli bir şekillenme olarak tanımlar: “Kültür, maddi bir hadise olmayıp eşyalardan, insanlardan, davranışlar veya heyecanlardan ibaret de değildir. Buna karşılık bu şeylerin teşkilatlanmasıdır; bu şeylerin insanların aklında olan şekilleri, bunları idrak edip bir birine bağlamak ve ayrıca tefsir etmek için kullandıkları modellerdir.[9]

Izetbegović ise kültürün ortaya çıkışını varoluşsal bir zeminde bulur: “Kültür; semâdaki prologla başlamıştır ve dolayısıyla semâdan gelen insanın semâ ile olan münasebetiyle daima uğraşacaktır. Din, sanat, ahlâk ve felsefe vasıtasıyla… Kültürde her şey insanın semavî menşeini ya teyit ya inkâr etmek; ya şüphe ile karşılamak ya da onu hatırlamak demektir. Tüm kültür bu muammanın damgasını taşır ve muammanın çözümlenmesi veya açıklığa kavuşturulmasına doğru devamlı seyreder.” [10]

Türkiye Halkının Kültür Kökenleri isimli eserinde Burhan Oğuz, kültür kavram ve olgusunu çok yönlü inceledikten sonra kültürün öğrenilmiş değil, ama zamanla ve nesillerden nesillere bilinçaltına işleyen bir yapısı olduğunu ifade eder: “Gerçekten ‘kültür, öğrenilmiş davranıştır’ tarifi uzun süre revaç bulmuştur. Folklor da öğrenilmiş davranıştan ibarettir. Bu itibarla ileri bir teknolojiye sahip olmayan talihsiz toplumları kültürden yoksun sanmanın sakameti ortaya çıkıyor.” [11]

En temelde kültürü bununla tanımlayabiliriz. “Kültür, bir halkın bilgi ve fikirlerinin, tatbikatta tezahür eden faal enerji ve hislerinin toplamı olarak düşünülebilir[12]. Ayrıca “Kültür, doğa tarafından meydana getirilmiş olanlardan farklı olarak insan eliyle ortaya çıkmış şeylerin tümüdür.” [13]

Ekin bir yaşama sanatı olarak da tanımlanabilir. Yeryüzündeki her farklı toplumun kendine özgü bir yaşama sanatı vardır. Ekinsel yaşam, doğal koşullar ve tarihsel süreçlerin yönetimi altında, kişilerin ilgisiyle biçimlenir. İnsan, çevresindeki nesne, olay ve olgular arasında, yalnızca gereksinim duyduğu, kendisini ilgilendiren ya da ilgisini uyandıranları görür. Bu ilgi bir ‘yaşam-bağı’ ilgisidir. Böyle bir ilginin olmadığı yerde insan hiçbir şey göremez… Ekin, yaşam biçimlerini ve ilişkilerini kapsayan bir olgudur… Ekinin en belirgin özelliği bir arada yaşamadır; törel bir antlaşma, gelenek ve görenekle birbirine perçinlenmedir.” [14]

Metin Bobaroğlu ise kültürü ürettiği değerler ile ilişkilendirir. Zira kültürü var eden, belirli davranışların nesillere yayılan tekrarlarıdır [15]. Ancak bu tekrarlar öncelikle benimsemeyi ve kabul etmeyi gerektirir. Ve bu kabuller giderek bilinçdışı bir yaşam olgusuna dönüşürler. [16]

İnsan tarih sürecinde doğa, toplum ve kendisiyle olan ilişkilerinde, yaşama biçim vererek ekin ve uygarlık üretir. Aynı zamanda yaşama anlam verir. İşte bu anlam verme işi ile değerler üretilir. Bu nedenle, uğruna yaşamaya değer inanç, fikir, eylem ve idealler değerleri oluştururlar. Değerler, üretildikleri ekin ve uygarlıklara damgasını vururlar. İnsanın düşünsel, psişik, toplumsal ve tinsel (manevî) yaşamı; seçip, üretip ve bağlandığı değerler çevresinde oluşur. Benimsenen değerler töre ve eğitim yoluyla gelecek nesillere aktarılır ve toplumlar bu değerler yoluyla yoğrularak toplumsal ve bireysel tini oluştururlar.” [17]

Genel görüş itibariyle uygarlığın kültür zemininden doğduğu fikri kabul görmektedir. Ancak kültürün nereden doğduğu düşüncesi ayrılıklar gösterir. Bu görüş farklılıkları mitsel, dinsel, tarihsel, ekonomik, psişik birçok temele dayanır. Örneğin Burhan Oğuz bunu oyun olgusuna dayandırır.

Kültür oyun şeklinde doğar; ilkel safhalarında bir oyunun çizgilerini taşır, onun havası içinde gelişir. Av gibi hayatî ihtiyaçların tatmin faaliyetleri dahi pekâlâ bir oyun kılığına bürünebilir. Harp de bir oyundur, cirit de. Her ikisinin de kaideleri vardır.” [18]

Oğuz’un buradaki ifadesi en ilksel formuyla kültürün “kurallı oyun” olarak doğduğu yani sınır ve sınırlanma ile ilgili olduğu sonucuna götürür. Giderek bu oyun, kuralların bilinçdışına yerleşmesiyle tartışılmaz doğrulara dönüştüğünü ispat eder [19]. Yine de önemli olan, sınırlamanın bir farkındalık doğurduğu yani bilginin sınırlanma ile dolaylı olduğunu ortaya koyar. Böylece kültür en ilkel biçimiyle sınırlanmayla oluşan bilgiye dayanır.

“… Bilgi, kültürün mutlak bir zaruretidir. Mamafih kendisi bir gaye olmaktan çok bir vasıtadır. Kültür içinde yeri, görevi, istihsal ve kanun veya eğitiminkinden az farklıdır. Bilgi sistemleri çeşitli davranış tiplerini birbirlerine bağlamaya hizmet eder; bunlar, geçmiş tecrübe sonuçlarını gelecek teşebbüslere tatbik eder, insan tecrübesinin unsurlarını bir araya getirir ve insana kültür faaliyetlerini tanzim edip bunları tamamlama olanağı verir. Bilgi, kültürün yapılmasını emrettiği işin yürütülmesini mümkün kılan bir fikrî tavırdır… En ilkel toplumlarda dahi esas itibariyle ilmî mahiyette bilgi mevcut olmuş olmalıdır. Zira sanat ve iktisadi uğraşının sadece mistik, tecrübi olmayan telakki ve doktrinler üzerine müesses olması halinde, hiçbir kültürün ayakta kalamayacağı âşikârdır.” [20]

Bilginin ete ve kana dönüşmesi, yani bilinçdışı bir mahiyet kazanması belirli ihtiyaçlardan doğan doğruların değişmez yasalar olarak algılanmasına yol açar. Basit bir kültürel olgunun, sembolik mahiyeti ve işlevi müstesna, dinsel bir kanuna dönüşmesi kültürün gücüne işarettir.

Nefes alma, kan dolaşımı vesaire gibi fizyolojik olaylar bile bir ölçüde kültürün etkisi altındadır [21]… İnsan hareketlerine normlar, adetler, gelenekler, kaideler hâkimdir. Gelenek tarafından tanzim ve tekdüzeleşmiş maddî (bedenî, somatic) davranışların tüm şekillerine âdet diyoruz.” [22]

Bilgi ise temelde dil (lisân) ile dolaylıdır. Dil ile bilgi üretildiğini savunan modern görüşlere karşı, dilin bilgiden doğduğu da açık bir gerçektir. Eytişimsel (diyalektik) düşünce ise dil ile bilginin yani düşüncenin karşılıklı ilişkileriyle birbirlerini var ettiği ve edimsel kıldığını savunur [23]. Böylece dil ve düşünce birbirlerine dolaylı ve zorunludurlar. Bu noktadan hareketle WittgensteinNesneleri dil yoluyla gördüğümüz için gerçeği görüş biçimimizi de dil belirler” demektedir. [24]

“… Folklor halk bilimi demek olup ağızla intikal eden tüm bilgi, fiilî çalışma ile öğrenilen bilcümle sanat ve teknikler ve bunların ürünlerini kapsar. Yazı ile intikal eden öğrenimler folklor tarifinin dışında kalır. Folklor, halk sanatı, zanaatı, aletleri, giyimi, âdetleri, inançları, tababeti, farmakolojisi, mûsıkîsi, raksı, oyunları, jestleri, konuşması ve halk edebiyatı diye adlandırılmış lafzî ifade şekillerini içine alır. Lafzî sanatlar, masallar, menkıbeler, efsaneler, atasözleri, bilmeceler ve şiiri bünyesinde toplar.” [25]

Leslie White’ın kültürü sembollerle ilişkilendirmesi de bu temele dayanır: “Kültür, sembollerin kullanılmasına bağlı hadise, fiiller (davranış modelleri), nesneler (aletler, bu aletlerle yapılmış şeyler), fikirler (inanç, bilgi) ve hislerin (tavırlar, değerler) bir örgütüdür… Bu itibarla kültür sembolik, devamlılığı haiz, biriken ve terakkî eden bir süreçtir”. [26]

Toplumun bilinçdışı bu sembolik yapıya dayanır. Zira toplumsal bilinçdışı, o toplumun ferdi olan bir kişinin bilinçdışı ile çoğu zaman bir bütünlük oluşturur [27]. Bu nedenle antropoloji bir nev’i toplumsal psikanalizdir. Antropoloji (kültür bilim) toplumsal insanın kendi bilinçdışına ulaştığı arketipal arkeolojidir. Yine bilgi ile ilişkilendirerek;

Antropolojinin tüm dallarının gerçek kavşak noktası kültürün ilmî etüdüdür… İlim her şeyden evvel, geleceği keşf için geçmişi iyice müşahede etmekten ibarettir. Mesela alevi fışkırtmak için lazım ve kâfi şartlar haiz olmadıkça ateş yanmaz. İleri sürülen bu husus, ilkel insanın ilim sahibi olduğu değil, ilmî davranışın kültür kadar eski olduğu, ilmin asgarî tarifinin, yapılan işin pratik kıymetinden çıkması keyfiyetidir.[28] [29]

Kültürün genel tanımı, onu tam olarak nerede konumlandıracağımızı bilmek adına önemlidir. Bu çeşitlilik içinde kültür kavramını özetlemek gerekirse, uygarlık ile olan bağı açısından kültürün, alışkanlıklarımıza sinmiş ve alışkanlıkların algısal aktarımıyla nesilden nesile geçen olgular olduğunu söyleyebiliriz. Kültür karşısında uygarlık ise tamamen bilinçli; kendi projelerimiz, planlarımız ve rızamızın olduğu şuurlu bir yapılanma anlamına gelir. [30]

Dilimizde geçerli ilk ayrımını Ziya Gökalp’te bulan kültür ve medeniyet, kavramsal bir zemin kazanmıştır. Gökalp kültürü milli bir unsur olarak kabul ederken, uygarlık babında medeniyet olgusunu kültürler arası olarak tanımlar.

Milli kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün sosyal hayatları içine almasıdır. Sosyal hayatlar şunlardır: Dinî hayat, ahlâkî hayat, hukukî hayat, rasyonel hayat, iktisâdî hayat, lisânî hayatı, fennî hayat. Bu sekiz türlü sosyal hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Kültür milli olduğu halde medeniyet milletlerarasıdır. Kültür yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, aklî, estetik, lisânî, iktisâdî ve fennî hayatlarının ahenkli bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı medeniyet dairesine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekûnudur. Mesela, Avrupa ve Amerika medeniyet dairesinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir Batı Medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü ilh. mevcuttur…

Milli kültüre dâhil olan şeyler, usul ile fertlerin iradesiyle vücûda gelmemişlerdir. Sun’î değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir sûrette gelişiyorsa, milli kültüre dâhil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından, usulle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kaideleri ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu düşünceye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız bir takım terimler yani lafızlar ilave olunabilir. Yalnız bu lafızlar ait olduğu meslek zümresi tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir meslek zümresi tarafından kabul edildikten sonra da bir zümre kelimesi mahiyetini alır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki, müşterek kelimeler arasına girebilir…[31]

Bunun karşısında Doğu düşüncesinde kültürü geniş bir tabana yaymak ve onu uygarlık olarak adlandırmak, kültürü ortadan kaldıracağı gibi, onun tüm kazanımlarını da uygarlık/medeniyet denilen ‘tek dişi kalmış bir canavara’ [32] emanet etmek olacağı görüşü hâkim bir düşüncedir. Doğu ile Batı Arasında İslâm isimli eserinde Alija Izetbegović uygarlığı bu minval üzere ele alır. Uygarlığın, kültürün gücünü ve hassasiyetlerini taşımadığını ve insanı basite indirgeyip, onu bir meta olarak gördüğünü ve insanı ortadan kaldırdığını öne sürer. Güçlü bir modernizm eleştirisi olan görüşleri kültürün olumlu, uygarlığın olumsuzluklarını ortaya koymak adına dikkat çekicidir:

Dinî inançlar, dram, şiir, oyunlar, folklor, halk bilgeliği, mitoloji, toplumun ahlâkî ve estetik kanunları, şahsiyetin değer ve hürriyetini teyit eden siyasî ve hukukî hayatın unsurları, hoşgörü, felsefe, tiyatro, galeriler, müzeler kütüphaneler -ilk sahnesi “semâda” Allah ile insan arasında geçen insan kültürünün aralıksız devam eden türevleridir.

Uygarlık manevî değil, teknik gelişmenin devamıdır, tıpkı Darwinci tekâmülün İnsanî olmayıp, sadece biyolojik oluşunda olduğu gibi. Uygarlık hayvanî atalarımızda imkân olarak bulunmuş olan kuvvetlerin gelişmesini, daha doğrusu varlığımızın tabiî, mekanik, yani şuur dışı, mânâsız unsurlarının devamını teşkil etmektedir. Haddizatında o ne iyi ne de kötüdür. İnsan teneffüs etmeğe ve gıda almağa nasıl mecbur ise, uygarlık yaratmağa da mecburdur. O zaruretimizin, hürriyetsizliğimizin bir ifadesidir. Tıpkı kültürün, seçimi devamlı hissetmek ve İnsanî hürriyeti izhar etmek oluşu gibi.

İnsanın maddeye bağımlılığı uygarlıkta durmadan artıyor. Bir araştırmaya göre Amerika’da senede adam başına kullanılan malzemenin miktarı 18 tondur. Durmadan yeni yeni ihtiyaçlar yaratmak ve hatta lüzumsuz, fuzûlî şeylere ihtiyaç duyurtmak sûretiyle. Uygarlık insan ile tabiat arasındaki madde alışverişini yoğunlaştırmaya, zahiri yaşayışı dâhilî olanın zararına teşvik etmeğe çalışmaktadır. ‘Elde etmek için üretmek, israf etmek için elde etmek’ prensibi uygarlığın karakterinde mevcuttur. Öbür tarafta her kültür insanî ihtiyaçların sayısını veya hiç olmazsa onların tatmin derecesini indirmek ve bu sûretle insanın iç hürriyetini artırmak ister. Onun dini mahiyeti bunda ortaya çıkıyor. Her kültürün tanıdığı kirlilik adağında ─keşişlerin veya hippilerin─ mantık dışı bir şekil alan zühdün ve çeşitli ferâgatlerin asıl mânâsı, işte burada yatmaktadır. Budizm’in ana prensiplerinden olan “arzuları yok edin” isteği karşısında uygarlık ─sanki ters bir mantığın icabı imiş gibi─ buna zıt bir parola ortaya atmaya mecburdu: ‘Durmadan yeni yeni arzularımız olsun!’ diye.” [33]

İzzetbegoviç’in bu tespitinden hareketle kültür ve uygarlığın ilk sınırını çizebiliriz: “Kültürün hamili insandır; uygarlığın hamili ise toplumdur. Kültürün gayesi, terbiye sayesinde kendi kendine hâkim olmak; uygarlığın gayesi ise, ilim sayesinde tabiata hâkim olmaktır. İnsan, (birey olarak) felsefe, sanat, şiir, ahlâk, inanç kültüre aittir. Devlet, ilim, şehirler, teknik, uygarlığın hususiyetleridir. Kullandığı cihazlar düşünce, konuşma, yazıdır.”

Kültürün doğru algılanamaması ve onu tek yanlı olarak görme eğilimi, onun öz niteliğinden koparır. Kültürün bu yanlış algısı içeriğe genellik karakterinin kazandırılması yolundaki yalın belirlenimi bozar ve ortaya kültürsüzlük, yani kültürü taşıyamama durumu çıkar.

Halk-tinin [34] soyut biçimdeki ilerleyişi zaman içinde duyularımızla kavradığımız biçimde ilerleyişidir, ilk akla gelen etkinlik budur. Daha somut olan devinim tinsel etkinliktir. Bir halk kendi içinde ilerlemeler yapar; ilerler ve geriler. Böylece kültür kategorisine geliriz, kültürün zenginleşmesine ve kültürsüzleşmeyeKültürsüzleşme halkın bozulmasının hem sonucudur, hem de kaynağı. Kültür sözcüğüyle halk-tininin tözsel içeriği üzerine henüz bir şey söylenmiş olmuyor: Kültür biçimsel bir şeydir ve başlıca genelin ona verdiği biçime göre belirlenir. Kültürlü insan, davranışlarına genelin damgasını vurmayı bilen, tikel yanından vazgeçmiş, genel ilkelere göre eyleyen kişidir. Kültür düşünmenin aldığı biçimdir. Daha yakın bir bakış şunu ortaya koyar: Kültür ile insan kendini dizginlemeyi öğrenir, eğilimi ve isteklerine göre davranmak yerine onları tutar. Nesne karşısında özgürleşir, kuramsal davranmaya alışır. Buna bağlı olarak tikel yanları böyle oldukları gibi kavrama, durumları birbirlerinden ayırma, ayrılan yanları yalıtlama, bu yanların her birine genelin biçimini vermek üzere soyutlama alışkanlığı doğar. Kültürlü insan nesneleri çeşitli yanlarıyla tanır: Bu yanlar onun için vardır, kültüre dayalı düşüngeme onlara genelin biçimini vermiştir. Davranışlarında her tikel yanı göz önünde bulundurur. Buna karşılık kültürsüz insan ana noktayı yakalayayım derken iyi niyetle de olsa bir sürü başka yanı bozar. Kültürlü insan çeşitli yanları saptarken, somut olarak davranır: Genel bakış açılarına, ereklere göre davranma alışkanlığındadır. O halde kültür bir içeriğe genellik karakterinin kazandırılması yolundaki yalın belirlenimi anlatır.[35]

Metin Bobaroğlu’nun Kültür ve Uygarlık Üzerine adıyla derlenen sohbet notlarında kültür ve uygarlık kavram ve olguları ana hatlarıyla oldukça yalın bir biçimde ayrılır:

Kültür bilimi, insanoğlunun sahip olduğu, işlediği, hayatına kattığı maddî-mânevî her ne varsa, onların arka tasarda –bilincin arkasında– gizli örgütlenmesinin farkına varılmasıdır (…) Alışkanlıklar değil yöntemler söz konusu olduğunda uygarlık vardır. (…) Kültür insan-doğa ilişkisinden doğar, uygarlık ise insan-insan ilişkisinden. (…) Kültür baskıları, kültür şokları travma yaratabilir ve bilinçdışı hareketler ortaya çıkartabilir. İnsan şuurdan, uygarlıktan gerileme (regresyon) yaşadığı zaman kültürün içine gider. (…) Kültürde bir arada yaşamanın tözü töredir, uygarlıkta ise hukuktur. (…) Kültürden uygarlığa geçiş rahatlıktan, konfordan baskıya ve huzursuzluğa geçiş gibidir (Freudyen okuma) (…)

Pazar yerindeki alışverişler akıl işidir, ama güvence sağlamak inanç işidir. Güvenceyi artırmak için bu kez ahlâk devreye girer. Pazar yeri etrafındaki yerleşik ahlâk töreyi oluşturur; bu nedenle töre, uygarlığın üzerine inşa edilebileceği bir vaat edilmiş ülkedir ama toprak değildir. (…) Kültür zanaatla özdeşleşir, uygarlık sanatla. (…)

Kültür zanaatla inceltilmez, sanatla işlenerek uygarlığa katılır. Zanaat onun sadece teknik araçlarıdır, yönteminin araçlarıdır. (…) Kültür yaşanır, uygarlık öğrenilir. Uygarlıkta öğrenme ve öğretme vardır. Uygarlığa ait öğrenilen bir değer yaşama aktarıldığında kültür haline gelir. (…) Bir kültür bir diğer kültürden üstündür denemez; çünkü kültür değeri yaşama geçirme sanatıdır. (…) Uygarlık bireye vurgu yapar, kültür topluma. (…) Kültür çoğu zaman usdışıdır. Uygarlık asla usdışı olamaz. Uygarlık doğrudan doğruya usun edimlerinin sistematiğidir. Uygarlık ustur; insan usu uygarlıktır. Uygarlığın tözü akıldır ve aklın ürünü olan hukuktur. Hukuk evrensel akıldır. (…) küreselleşme sürecinde kültür ulusaldır, uygarlık uluslararasıdır.” [36]

Eğer kültür ile uygarlık arasındaki sınır kültürün kendini uygarlıkta eritmesi olarak algılanırsa bu kültürün yükselmesi değil ama ortadan kalkması olacaktır. Kültürün kendini ortadan kaldırmadan var olmayı başarıp başaramayacağı bir erek sorunudur. Öyleyse kültürün ereği nedir ve bu nasıl olanaklıdır? “Kültürün ideali, ideanın kültürü giyinerek uygarlık biçimi aldıktan sonra, kültüre irâdî katılımı yoluyla olanaklıdır.” [37]

Kaynakça:

– Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri. AAV Yayınları, 2002.

– http://usdusunveotesi.net/

– http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/01.php

– http://ataturk.halic.edu.tr/makale05.asp


Dipnotlar:

[1] “İnsan yaşamının kendisini hayvansal durumun üzerine çıkardığı ve vahşi yaratıkların yaşamından ayrılan tüm yönleri anlamında kullandığım insan uygarlığı –kültür ve uygarlık arasında bir ayrım yapmaktan nefret ediyorum– bildiğimiz gibi, gözlemciye iki cephesiyle kendini gösterir. İnsan uygarlığı, bir yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yanda insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlemesi için gerekli tüm kuralları içerir.” S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu -Bir yanılsamanın Geleceği. s.3

[2] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu -Bir yanılsamanın Geleceği. İdea Yay. s.7

[3] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. Türkiye İş Bankası Yayını 1959 s.267

[4] Reşat Kaynar, Atatürk’ün Kültür ve Eğitim Anlayışı. Atatürk Araştırma Merkezi Yayını s.802

[5] Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu. Us, Düşün ve Ötesi – Kültür Sorunu. AAV Yayınları.

[6] Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu. Us, Düşün ve Ötesi – Kültür Sorunu. AAV Yayınları.

[7] Bu tanım bir çok düşünüre atfedilmiştir. Edovart Herriot, Andre Gide…

[8] Bronisław Malinowski, Kültür. Ayrıca; “Bazı düşünce sistemlerinin din ve sihrin, efsanelerin, kendilerini inatla devam ettirdiklerine bakıldığında bunların, başka türlü tatmin olmamış köklü ihtiyaçların ürünü oldukları sonucuna varılır. Fizyolojik ihtiyaçların tatmininin yanı sıra yan gerekler de doğmaktadır. Bunları da, esas itibariyle bir amaca eğilmiş olduklarından, kültürün ana yardımcı gerekleri gibi görmek icap ediyor.” Burhan Oğuz, ibd. s.27

[9] W.H. Goodenough, Cultural Anthropology and Linguistics.

[10] Alija Izetbegović, Doğu ile Batı Arasında İslam. s74

[11] Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri. 1 Cilt, s.228. AAV Yayınları, 2002.

[12] Burhan Oğuz, ibd. s.34

[13] Burhan Oğuz, ibd. s.35

[14] Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu. Us, Düşün ve Ötesi – Kültür Sorunu. AAV Yayınları.

[15] Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu. Us, Düşün ve Ötesi – Kültür Sorunu. AAV Yayınları.

[16] Kültür olgusunun toplumun bilinçdışı ile olan bağları için bakınız. Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu.

[17] Metin Bobaroğlu, Değer Üreten Varlık Olarak Etik İnsan. Us, Düşün ve Ötesi, Değerler Sorunu. AAV Yay. “… İnsanlık tarihine baktığımızda, ne kadar inanç, töre, ekin, uygarlık varsa ve ne kadar felsefî disiplin, mantık örgüsü ve ideoloji varsa, o kadar da değer anlayışının ve değerler dizgesinin var olduğunu görürüz… Kavramlar, giderek değerler; yaşamdan düşünen özne yoluyla üretilirler ve öznede kaldıkları sürece de özneldirler. Kavramlar, dil yoluyla iletişim ve bildirişime girerlerse toplumsallaşırlar. İnsan düşünce ve emeğinin nesnel ürünleri, ekin nesnelerinde varlaşır ve o toplum ortadan kalksa da, nesnelere dönüşen düşünceler, tarih sahnesinde varlıklarını sürdürürler. Ancak, değere dönüşen kavramlar onu yaşayan ve paylaşan özneler (insanlar) olmaksızın var olamazlar. Uygarlığı yaratan bu kavramlardır. Biz, ekin (kültür) nesnelerinde, ancak yaşamın ve uygarlığın (değerlerin) izlerini ve yansımalarını bulabiliriz; yaşamın kendisini değil.”

[18] Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri. 1 Cilt, s.19. AAV Yayınları, 2002

[19] Selected Writings of E. Sapir, in Language, Culture, Personality, edited by D. G. Mandelbaum, Berkeley 1968. “… belli bir milletin karakter ve uygarlığında tecessüm eden ve şaşırtıcı şekilde ona özgü olan bazı üstünlüğü, sivrilmiş kudreti belirtme gayretine girişir. Kültür böylece nerede ise bir milletin ruhu veya dehasının anlamdaşı haline gelir… Bir milletin dehası farz edilen keyfiyetin biyolojik ve psikolojik nev’iden bazı fıtri ve irsi özelliklere nispet edilmesi hususu ciddi bir tetkikten geçirilmelidir. Çoğu kez bir ırkî özellik olarak görülen şeyin, biraz derin araştırma sonucunda, sadece tarihi nedenlerin bir bileşkesi olduğu meydana çıkar.”

[20] Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri. 1 Cilt, s.21. AAV Yayınları, 2002

[21]Yanlışlıkla domuz etini yediğini fark eden Müslüman bazı fizyolojik araz, kusmalar, hazım bozuklukları ve sair özgül rahatsızlıklar hisseder. Bunlar kaide ihlalinin fidyesi kabul edilir.” -B. Oğuz

[22] Bronisław Malinowski, Une Theorie scientifique. s.60-61.

[23] Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap İslâm Kültürünün Akıl Yapısı. (1. Bölüm, Lafız ve Mânâ); Harry Hoijer, Sapir-Whorf Hipotezi.

[24] David Pears, Wittgenstein. Afa Yayınları, s.13.

[25] William Bascom, Folklare, in IESS.

[26] Leslie A. White, Culturological vs. Psychological Interpretation of Human Behaviour, American Sociological Review.

[27] Bilinçdışı kavramı Freud ve Jung terminolojilerinde farklı içeriklere sahiptirler. Freud (genellikle bilinçaltı şeklinde tercüme edilen) bu kavramın bilinçte tutulamayan ve bir anlamda çöp kutusuna boşaltılan dürtülerin mahâli, itildiği yer olarak yorumlar. Jung ise bilinçdışının bütün insanlarda kolektif olduğunu ve insanlık tarihini arketipler yoluyla taşıdığını savunur. Konu ile ilgili daha geniş bilgi için Dücane Cündioğlu’nun “Bilinçaltı mı? Bilinçdışı mı?” adlı makalesi dikkate alınabilir.

[28] Burhan Oğuz, ibd. s.29

[29] Ayrıca, Burhan Oğuz, ibd. s.26. “Kültür, iki temel görünüşü olan bir birimdir. Görünüşlerden biri sanat (teknikler) ürünleri, diğeri de âdetler bütünüdür. Tahlili hususunda da antropologlar arasında hayli görüş farkına rastlanır. Tekâmülcü (evolutionist) mektebe bağlı olanlar kültürün gelişmesini, kesin kanunlara bağlı ve sabit bir müteselsil kademe sırasına göre kendi kendine oluşan bir değişmeler (metamorphoses) serisi olarak görürler. Tarihi veya “diffusionist” teorinin müdafileri ise, bilhassa yayılmasını izleyerek insan kültürünün tarihini çizmeye uğraşırlar, kendi kendine vaki tekâmülün önemini inkâr ederek kültürün esas itibariyle teknik ve âdetlerin taklit veya kabullenilmeleri sûretiyle meydana geldiğini iddia ederler.”

[30] Metin Bobaroğlu, Kültür ve Uygarlık Üzerine. 6 Kasım 2012 tarihli “Uygarlıklar Arasında İnsan” başlıklı konuşmasından alıntıdır. Ayrıca, Metin Bobaroğlu, Ekin Sorunu. Us, Düşün ve Ötesi – Kültür Sorunu. AAV Yayınları.

[31] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları. (Haz. Prof. Dr. Mehmet Kaplan), İstanbul 1970, s. 30

[32] Mehmet Akif Ersoy, Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklâl Marşı’ndan (12 Mart 1921)

[33] Ali İzzetbegoviç, Doğu ile Batı Arasında İslâm. s.75

[34] Halk-tini, (Alm.) Volksgeist

[35] G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl. Kabalcı Yayınevi, s.67. Not: İlgili bölüm Hegel’in ders notlarından hareketle öğrencileri tarafından kaleme alınmıştır.

[36] Metin Bobaroğlu, Kültür ve Uygarlık Üzerine. 6 Kasım 2012 tarihli “Uygarlıklar Arasında İnsan” başlıklı konuşmasından alıntıdır.

[37] Metin Bobaroğlu

İzzet Erş
+ Son Yazılar