İnsanın derin sıkıntıya düştüğü meseledir umut. Zira insan yapısı itibariyle ve yaşadığı çevre şartları nedeniyle, çok kolay umutsuzluğa düşebilmektedir. İnsanların yaşadıkları ortamlar birbirinden farklıdır ve şartlar da aynı değildir. Dolayısıyla umutları ve umutsuzlukları da farklı farklıdır. Köy hayatını yaşayan insanlarla, kalabalık ve maddi mânevî yüksek baskı altında yaşayan şehir insanlarının umutları ve umutsuzlukları aynı değildir. Ancak her iki kesim de umutla ilgili sıkıntılar taşır.
İnsanın umut edebilmesi ve umudun var olması için etkileşime girmesi gerekir. İnsanın gönlünde, kalbinde, içinde, nasıl adlandırırsak adlandıralım umudun yeşermesi için bir kıvılcıma, bir tetikleyiciye ihtiyacı vardır. Bu tetikleyici, görsel ya da işitsel olabilir. Kısaca görünüşe, duyuma çıkmış bir sanat eseri bu işlevi görebilir. Çünkü sanat her şeyden önce, insan ruhuna seslenir ve insanın mânevî yapısını şekillendirir. Sanat eseri ise umut içermelidir ve ilâhî bir temele dayanmalıdır.
Müzik penceresinden konuya baktığımızda doğal olarak kategorilere ayrılmakta ve bu kriterlere uyan iki müzik tarzı öne çıkmaktadır:
Türk klâsik müziği ve halk müziği (tasavvuf müziği) ve Batı klâsik müziği.
Tasavvuf müziğimiz hem klâsik müziğimizin hem de halk müziğimizin bünyesinde bulunmaktadır. Doğal olarak her iki müzik türündeki tasavvufî müzikal ifadeler birbirinden farklıdır, ancak amaç ve hedef aynıdır: İnsan ruhuna hizmet etmek ve onda umut tohumları yeşertecek şimşeğin çakmasını sağlamak. Bu umut mânevî aşk umududur. Mânevî yolda malum olduğu üzere geçilmesi gereken kapılar, varılması gereken menziller vardır. Son menzil ise aşk’tır. Aşk’a vasıl olmak çok meşakkatli yollardan geçmek ister. Ancak bu yollarda umutsuzluğa düşmek her an olasıdır. Menzile varmanın yegâne dayanağı ise umuttur. Aslen insanların büyük bir çoğunluğu farkında olmasalar bile hayata gelmelerinden ve yaşamalarından maksat, aslını bulmak ve O’na vasıl olmaktır. Burada nasip ve kısmet de önemlidir. Ancak umut salt kendi kendine var olmaz. Olsa bile dâim olması mümkün değildir. Umut’un beslenmesi şarttır. İnsan olarak bu anlamda uyarıcılara ihtiyacımız vardır ve bu uyarılar öncelikle duyularımız yoluyla olacaktır.
Müzik bu anlamda çok güçlü ve etkili bir uyarıcı olabilir. Salt ezgi olarak değil, kelâmla birleşmiş (ilâhî, nefes, deyiş, semah, âyin vb.) haliyle, doğrudan insan ruhuna geçerek etki eder. Bu etki öyle bir etkidir ki, seslerin titreşimi ve kelâmın gücü birleştiğinde, insanı iç dünyasının en gizli köşesinden vurur ve, kalpte huzur, sevinç, umut hisleri hâsıl olur.
Tabii ki bu icra edilen ya da dinlenilen müziğin de sanat eseri olup olmadığı konusunda kaliteyi de ortaya koyabilir. Ancak bunu anlayabilmek salt kulakla değil, bütün âzâlarınız ve benliğinizle dinlediğinizde gerçekleşebilir.
Batı klâsik müziğinde ise doğal olarak müzikal unsurlar farklıdır. Dolayısıyla etkisi ve sonuçları da Türk müziğinden farklıdır. Batı klâsik müziği çok seslidir ve insan kulağının işitebileceği bütün sesleri icra edebilen müzikal sazları bünyesinde toplamıştır. Bundan dolayı çok geniş bir tını ve ses zenginliği yelpazesine sahiptir. Matematiksel ve müzikal olarak her şey doğrudur ancak “ruhlanma” dediğimiz yüksek ruh titreşimi, Türk müziğindeki gibi olmaz. Çünkü gerek Türk klâsik müziğinde ve gerekse Türk halk tasavvuf müziğinde ezgiden önce kelâm geldiğinden melodiyi de o belirlemektedir. Ancak yine de umut konusunda batı klâsik müziği, Türk klâsik müziğinin karşısında “klâsik” ma’nâda gösterilebilecek yegâne müzik tarzıdır.
Toplum içinde “müziğin ruhun gıdası” olduğuna dair yerleşmiş bir kanı vardır. Ancak hangi müzik? Bu anlamda müzik ikiye ayrılır: Yüksek müzik-aşağı müzik. Yüksek müzik, ruhun gıdası olan müziktir ki yukarıda anlatmaya çalıştığımız müzik tarzıdır. Aşağı müzik ise, günlük, genel geçer, kısaca pop müzik denilen ve gerek kullanılan sazlar ile müzikal yapıları gerekse orkestrasyon düzenlemeleri ve edebî hiçbir değeri olmayan sözlerinden dolayı ruhtan çok bedene hitap ettiğinden İlâhî hiçbir temeli olamamaktadır. Dolayısıyla bu tarz müziklerden ruhu yükseltecek ve umuda kapı açacak bir etki beklenememektedir. Hatta dünyaya ve onun işlerine daha çok bağlantı yaptığından insanı umutsuzluğa götürebilir. Batıda da durum aynıdır. Dikkatli bir müzik dinleyicisi Chopin, Vivaldi, Brahms ya da Strauss dinlediğinde alacağı tinsel zevk ve duygularla disko, pop, rap vb. basit yapılı müziklerden alacağınız zevk ve duygular birbirinden çok farklıdır. İlkinde müzik dinleyenden eğitimli bir kulak ve dinlenilen müzikte derinleşme ister. Diğerinde ise bu derinlikler aranmaz, müzik basit ritimler üzerine kurulur. Bunları ancak deneyimleyerek anlamak mümkündür.
Dinsel gerçeğin anlamı umutta yatar. Din ile sanatı bağdaştıramayan toplumlarda, hep umutsuzluk, mutsuzluk ve karamsarlık hâsıl olmuştur. Dinsel gerçekliğin anlamını kavrayabilmek sanat yoluyla olduğunda, umut ışığı yanabilmektedir ki sanat bunun ifade tarzıdır. Ülkemizde bir dönem bunu çok çarpıcı şekilde yaşadık. 1975-2000 yılları arası “arabesk” müzik tsunamisini gördük. Anadolu’nun birçok yerinden İstanbul gibi büyük şehirlere büyük “umut”larla gelen insanlar, hayatları bekledikleri gibi olmayınca müthiş bir umutsuzluğa düşmüşlerdi. O dönem üretilen müzikler, gerek kullanılan sazlar, gerekse sözlerinin içerikleri ve orkestrasyon açısından insanlara umut yerine isyan ve umutsuzluk duyguları yaymaktaydı. Bu ise insanların duygularının sömürülmesinden başka bir şey olamamıştır. Bu duygular altında ezilen insanlar alkole, uyuşturucuya vb. maddelere bağımlı olmuş, hatta kendilerini jiletleyerek tepkilerini göstermek istemişlerdir.
Dinsel gerçek Tanrı’yı bulmaktır. Bu da umutla ve umut var olarak gerçekleşecek bir durumdur. Bundan dolayıdır ki, umudu yaratacak ve besleyecek ortam, besleyecek eser ve icralar yapılmalıdır. Ta ki umut dâima, tıpkı bir çerağ gibi sönmesine izin verilmeden canlı tutulabilsin.
Manen duyarlı bir insanın, sanat eseri karşısında algıladıklarıyla, salt dinsel bir deneyim arasında paralellikler vardır. Türk tasavvuf müziği (klâsik ve halk müziği içindeki) çok yüksek bir müziktir. Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde insanlara dinletirseniz dinletin, müthiş bir mânevî huzur ve yükseklik duygularını yaşadıklarını söylemişlerdir. Türk klâsik müziğimizin bünyesindeki âyinler ve ilâhîlerin mânevî etkisi, dinsel deneyimlerle benzerlikler gösterebilir. Bu etkiler kişinin şahsına münhasır olmakla birlikte, vecd (kendinden geçme), kalpte sevinç ve huzur, aşkınlık, bedensel olarak bulunduğu yerde fakat ruhsal olarak kendi iç dünyasında bambaşka yerlerde olmak vb. gibi olabilir.
Bir diğeri de halk müziğimizin bünyesindeki, deyişler, nefesler, semahlar vb. formlardaki ezgilerdir. Ancak, halk müziğimizdeki kelâmlar Türkçe olduğundan, dinleyenin deneyimi biraz daha farklı olmaktadır. Derin mecâzî anlamları olmakla beraber, daha yalın ve anlaşılırdır. İlâhi kelâm ve yalın melodilerle bezenmiş eserler dinleyenleri mânevi olarak besleyebilir ve kalplerinde umut ışığının yanmasına ve parlamasına sebep olabilir. Aslen bu umut, insanın en büyük arayışı olan özünü bulma arayışının umududur.
Sanatın amacı daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır. Burada bahsedilen ölüm, ölmeden önce ölmektir. Ki Hz. Muhammed(sav) “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hâdis-i şerîfinde bu ölümden bahsetmiştir. Dinsel gerçek anlamını bu ölümü umut etmekle bulabilir. Ölmeden önce ölme umuduna sahip olmak ve onu her an beslemek gerekir. Bu da sanatla mümkün olabilir. Sanat ise görünüşe ve duyuma çıkmış estetik ve biricik eserlerden meydana gelir ki bu eserler ilâhî bir temele dayanmalıdır. İnsan hem görerek, hem işiterek bu beslenmeyi sağlayabilir. Ancak sanat eseri konusunda da duyarlı olunmalıdır. Çünkü insanın umudunun yegâne kaynağı olabilir.
Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları; kendine inanmak, başkalarına hizmete hazır olmak ve ödün vermemektir. Sanatsal uğraş, sanatçıdan gerçek bir özveri talep eder. Sanatçının gözünden bakınca, müzik sanatına besteci ve icracı yönlerinden bakmak gerekir. Müzikte sanat eseri yaratmak için “Yakîn hâsıl oluncaya kadar ibadet etmeye devam et” hükmünce, aylar ve yıllar boyunca umutla çalışmak gerekmektedir. Buradaki umut, eseri ortaya çıkarmak için çalışırken “evreka” diyebilmenin ve bu süreçteki ruhsal deneyimi yaşayabilmenin umududur. Aslında umut varsa zevk de vardır ve umudu zevk etmek vardır. İşte bu umudu zevk ederken, eşsiz sanat eserinin duyumları ve halleri hâsıl olur. Sanatçının en yüksek arzusu işte bu umuttur. Çünkü bu deneyim şahsına münhasır bir durumdur. Sanatçının bir umudu da eserinin anlaşılabilmesidir. Çünkü sanat genel ve yüksek bir düşünceye hizmet eder. Bin bir emekle üretilen eser yepyeni ve eşsizdir. Sanat insandan, katı mantık kurallarından çok, sanatçılarca iletilen mânevî enerjiye boyun eğmesini bekler. Sanat mânevî deneyim talep eder ki sanat, idealin mâneviyat özleminin duyulduğu yerde ortaya çıkar ve gelişir. Sanatçı kendisine bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkârdır.
Günümüz insanı, hiçbir şeyi feda etmeye yanaşmamaktadır. Oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu, özveriden geçmektedir. Ne yazık ki, bu gerçek unutulmaktadır. Dolayısıyla insan olma duygusu ve umutları da yok olup gitmektedir. İnsan bireyselliğini kazandığı ölçüde seçici, talep edici ve izleyici olabilir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de sanat ve özellikle müzik sanatı alanındaki en büyük sıkıntılardan biri budur.
Kaynakça:
Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman, Agora Kitaplığı, 2010
Metin Bobaroğlu, AAV Tasavvuf Sohbetleri