İnsan içinde yaşadığı Dünya’yı, kendini daima güvende, rahat ve mutlu hissedebileceği bir ortama dönüştürmek arzusundadır. Bilimdeki ve teknikteki ilerlemelerde, sanatta, eğitimde, dinde ve devlet yönetiminde görünürde hep aynı gaye vardır. Peki o halde insan neden sömürünün ve zulmün ortadan kalktığı, barış dolu bir dünya inşa etme umuduyla geçen bin yılların ardından, hâlâ bu arzusuna kavuşamamıştır? Nasıl oluyor da tarih boyunca ektiğimiz tohumlar beklediğimizden farklı ürünler veriyor? Acaba hak etmediğimiz bir hayal kırıklığı mı yaşıyoruz? Yoksa rüzgâr ektik de fırtına mı biçiyoruz?
Öncelikle “umut” kavramından yola çıkarak bu sorulara bir cevap bulalım; sonrasındaysa neden umduğumuzdan farklı bir dünya bulduğumuzu anlamaya çalışalım.
Türkçemize göre umut kavramı “–mak” eki alarak ummak haline geldiğinde artık iş ve hareket bildiren bir fiil olur. Ama ilginç olan, bu fiil anlam olarak hâlâ hareketsiz ve pasif bir bekleyiş içermeye devam ediyordur. Çünkü “umut” aslında, elimizden geleni yaptıktan sonra olayların dilediğimiz gibi sonuçlanmasını beklediğimiz pozitif bir sürece işaret eder. Ama aynı zamanda kendilerini gerçekleştirmemiz için bizi cezbeden “umutlar”; bu cazibeleri sayesinde hareketsiz hareket ettiricidirler. Diğer bir deyişle fiildirler. Bu yüzden “umut” kavramı hem aktif bir edimi başlatan hem de bu edimin sonuçlarına yönelik pasif bir bekleyişi kendi içinde barındıran diyalektik bir kavramdır.
“Umut”; ya gereksinim duyulan bir yeniliği meydana getirmek ya da var olan gidişatı değiştirmek ihtiyacından doğar. Bu yüzden tıpkı sanat gibidir. Umut etmek, hayal etmekle başlar. Ama asıl maharet hayale biçim vermekte yatar.
Eğer tarihi doğru yorumlarsak yarınlara hayal ettiğimiz biçimi verebiliriz. Ama yanlış yorumlarsak, geleceğe umduğumuz gibi yön vermek yerine onu bulduğumuz gibi kabul etmek zorunda kalabiliriz. Özellikle de yarınlar için umutlar besleyenin ve o umutları gerçekleştirenin, şahıslar olduğunu zannetmek bizi yanıltabilir. Bu yüzden tarihte kimin başrol oynadığını bilmemiz önemlidir. Başroldeki “us”, gözle görülmeyip elle tutulmadığı için dikkatimizden kaçabilir. Nitekim filozofların dahi geç ilgisini çekmiştir. Hâlbuki us; hem üretilen bütün maddi nesnelerin hem de mânevi unsurlar içeren kültürlerin ve medeniyetlerin tek fâilidir. Bununla beraber, ortaya koyduğu ürünlerin hem biçimsel hem de ereksel nedenidir. Çünkü us, hyle’dir yâni şekilsiz maddedir. Demiurgos olan insan ise şekilsiz madde olan hyle’e (us, düşünce) istediği şekli verebilir. Dolayısıyla ortaya çıkan her ürün; gerçekte usun (formun), bir biçim ve işlev kazanmış halinden ibarettir. Yâni us hem meydana getirdiklerinin sebebidir ama hem de meydana gelen yine kendisidir. Bu sebeple usun hem sebep hem de sonuç olduğu söylenebilir.
Buradan yola çıkınca, insanlık tarihindeki gelişmelerin usun gelişim evreleri olduğunu fark ederiz. Bu farkındalık bize, noumenon olarak tarih sahnesine çıkmış olan usu, fenomenlerine bakarak tanıma imkânı verir. Eğer usu kendi hareketlerinden yola çıkarak tanırsak ondaki potansiyeli görebiliriz. Böylece usun ileride neler başarabileceğine dair doğru tahminlerde bulunabiliriz. Ama eğer usu tanıyamazsak, onu aşan beklentiler içine gireriz. Ve sonunda hayal kırıklıkları yaşayarak umutsuzluğa düşeriz.
Açık söylemek gerekirse tarih bize daima usu aşan beklentiler içinde olduğumuzu gösterir. Bu da hâlâ usu tanımadığımız anlamına gelir. Örneğin, filozoflar dünyaya anlam verme yoluna gittiğinde Karl Marx: “Dünya’yı anlamak yetmez, onu değiştirmek de gerekir” demiştir. Dünyayı anlamanın insanlara hem umdukları refahı hem de huzuru ve barışı getirmediğine işaret eden Marx; bunun yerine dünyayı umduğumuz hâle getirmeyi teklif etmiştir. Ama bütün askerî, politik, hukuksal ve ekonomik tedbirlere rağmen dünya değişmemiştir. Hâlâ sömürü ve zulüm olanca hızıyla devam etmektedir.
Hâlbuki usun tarihteki izleri bize değiştirilmesi gerekenin dünya değil; kendimiz olduğunu gösteren nice işaretler vermiştir. Buna rağmen hâlâ toplu halde aydınlanmayı umut ederek dünyanın değişeceğini düşünmek; Hegel’in vurguladığı usun hilelerini göz ardı etmek demektir. Nitekim aydınlanmanın en büyük temsilcisi olan Immanuel Kant’ın tarihte çığır açan felsefesi bile, bırakalım dünyayı; kendi ülkesi olan Almanya’yı dâhi toplu olarak aydınlatmaya yetmemiş ve milyonlarca insan Hitler’in peşinden gitmiştir.
Kaldı ki her şeyin zıddı ile kâim olduğu bu âlemde sadece Musaların olması gerektiğini düşünerek, Firavunların varlığını fuzuli görmek ve dünyayı bu minvalde değiştirmeyi istemek, hiçbir zaman sonuç vermeyecektir. Çünkü bilimin ilerleyip konforun arttığı, hastalıkların kalkıp ömrün uzadığı ve herkesin aydınlanıp barış içinde yaşadığı bir dünya umut etmek demek; yeryüzünde cenneti yaşamak istemektir. Oysa insan hiçbir zorlukla sınanmadığı böyle bir ortamda kendindeki potansiyelin farkına bile varamaz. Engellerle karşılaşmayınca nelerin üstesinden gelebileceğini ya da nelere yenileceğini bilemeyen kişi her şeyden önce kendini tanıyamaz. Bu yüzden insanın kendini tanımasını sağlayan bir sistemi, cennete dönüştürerek âtıl hale getirmek istemesi faydadan çok zarar getirecektir. Çünkü insandaki yetilerin açığa çıkabilmesi için mutlaka güçlüklerle mücadele etmesi gerekir. Onun içindir ki, daha önceki peygamberler zor durumlara düşen ümmetlerine mucizeler göstermelerine rağmen Hz. Muhammed bunu kabul etmemiştir. Ve Kur’an’ın kendisinin mucize olduğunu belirterek, âyetlerin anlamını bilmenin; ihtiyacımız olan mucizeyi gerçekleştireceğini ifade etmiştir. Nitekim Hz. Muhammed’den mucize istendiğinde inen âyette de:
“Bu kitabı sana indirmiş olmamız ve kendilerine okunması onlara yetmez mi?…”[1] denilerek, insanlara mucize olarak Kur’an’ın yeteceği bildirilmiştir.
Bu üzerinde durmamız gereken bir âyettir. Çünkü eğer umuttan bahsedeceksek; bir insanın umut edebileceği en uç noktanın mucize olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat Kur’an mucizeye; dinde devrim yapan yeni bir anlam yüklemiştir. Bu devrim; daha önceki peygamberlerin duyulara hitap eden mucizelerinin, doğal bilinçlerde yol açtığı olağanüstü etkilerin; artık Kur’an’daki mucize sayesinde tinlerde de gerçekleşmesidir. Böylece insan, artık peygambere, resûle ya da herhangi bir vesileye gerek duymadan, ihtiyacı olan mucizeye kendi bilincinin dönüşmesiyle erişecektir. Çünkü Kur’an, dış âlemi değil; bizi değiştiren bir mucizedir. Zîra asıl kerâmet meydana gelecek olayları engellemek değil; insanları o olayların altında kalmayacak bir aşkınlığa getirmektir. Sûreler bunu sağladığı içindir ki; Kur’an’a vâkıf olanlar, başka bir mucizeye ihtiyaç hissetmemiştir.
Nitekim âyetlerin mânâsına erişen kişilerin, örneğin Hz. Âlî’nin, Hz. Hüseyin’in ve daha nicelerinin ellerinden geleni yaptıkları halde içine düştükleri bazı meşakkatlerden kurtulamadıklarını ama buna rağmen son çare olarak bile bir mucize talebinde bulunmadıklarını görüyoruz. Yalnız; başlarına gelene rıza göstermelerinden onların kahrı da lütuf gibi hoş gördüklerini, gelecek kaygısını giderdiklerini ve en önemlisi de ölüm korkusunu yendiklerini anlıyoruz. Canlarına kast edilirken dahi bir mucize beklentisine girmeyişleri; en büyük mucizenin bu aşkınlık halinin kendisi olduğunun göstergesidir. Aslına bakılırsa dünya dertlerinden tek tek kurtulmayı umut etmek yerine; Kur’an sayesinde, hepsinin üstesinden gelebilecek böyle aşkın bir hâle gelmeyi umut etmek çok daha mâkul görülmektedir. Böylece olaylar aynen devam etse bile biz değiştiğimiz için tepkilerimiz de değişecektir.
Fakat kendimizin değil de, olayların değişmesini umut ettiğimizde, bu; hayata yenildiğimiz anlamına gelir. Çünkü insan sorunlarla baş edemeyince yaşama sevincini kaybeder. Böyle olunca kaçınılmaz olarak kendini avutma ihtiyacı hisseder. Ve var olan gidişatın değişeceğini umut ederek, kendi kendini sağaltma yoluna gider. Gerçi bu sayede sıkıntıları kısa süreliğine de olsa hafifler. Ama her yeni problemden sonra yine eski mutsuz hâline geri döner. Çünkü insan yapısı gereği hayatın tümüyle kusursuz olmasını umut eder. Ve neredeyse çevresinde huzurunu kaçırıp, onu rahatsız eden bütün meselelerden kurtulmak ister. Fakat karşılaştığı sorunların hepsine güç yetiremediğinden, genellikle ömrünün bir kısmı umut etmekle bir kısmı da şikâyetle geçer. Aslında bu durum mânâdan ibaret olan insan tininin, maddi âleme yenildiğinin bir göstergesidir. Ama bu yenilgi kader değildir. Çünkü eğer insan isterse, dünyayı dilediği gibi değiştirme potansiyeline sahiptir.
Onun için Marx’ın dünyayı değiştirme önerisini, sanki ütopik bir istekmiş gibi görmemek gerekir. Fakat insanın değiştirmesi gereken dünyanın, kendi iç dünyası olduğu da bir gerçektir. Çünkü Dünya, bizdeki gizilliğin yâni potansiyel hâldeki idin3 örtükten açığa çıktığı bir arena gibidir. Onun için daima kaos hâlindedir. Aslında dışarıdaki bu tehlike, bize içimizdeki tehlikeyi (idi) haber verir. Bunu fark edince kendini dönüştürme gereği duyan kişi, bu dönüşümün sonunda aradığı mutluluğa erişecektir. Yâni dünyanın bizi mutlu etmeyişi aslında bize mutluğun dışarıda değil; kendi içimizde olduğu hakikatini deneyimletmek içindir. Tabi ki bu bizim dünyanın gidişatını değiştirmek için hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmemektedir. Elbette daha iyi bir dünya için elimizden geleni yapmak gerekir. Ama savaşların ve zulmün tamamen ortadan kalktığı bir gezegen umut etmek nafiledir. Dünya’da barış dönemleri yaşansa bile onu yeni bir kargaşa takip edecektir. Bu durum bir kusurmuş gibi görünmesine rağmen, usun tecrübe kazanarak olgunlaşması için gereken tüm şartları içerdiğinden aslında bir gerekliliktir.
Nitekim bilgelerin ve peygamberlerin kemâle gelmelerine hizmet eden en önemli etken uğradıkları musibetlerdir. Bu durum yıkıcı olayların aslında ne denli yapıcı hâle gelebildiğinin bir göstergesidir. Aynı şekilde dünya tinine önemli katkılarda bulunan sanatçıların, filozofların ve bilim insanlarının da genellikle eserlerini, içinde bulundukları zor şartların itici gücüyle ortaya koydukları bilinmektedir.
Fakat aynı durum doğal bilinç için geçerli değildir. Çünkü doğal bilincin maruz kaldığı sıkıntılar ve haksızlıklar, onda tam tersi bir etki yaparak umutsuzluğa düşmesine yol açar. Ve sonunda psikolojik bir yıkım yaşayarak anlam yitimine uğrar. Bu mânevi boşluğu doldurmaya çeşitli aktiviteler, seyahatler, alış verişler ve partiler de yetmeyince pençesine düştüğü depresyondan, kötü alışkanlıkların verdiği hazla kurtulmayı umar. Ama insan tinsel doyuma varmadan bir türlü mutlu olamayacağından biyolojik hazlardan beklediği verim her seferinde daha da artar. Bazen bu tatminsizliğin sonu madde bağımlılığına ve doz aşımına kadar varır. Bazen de intiharla sonuçlanır. Oysa haksızlığa ve zulme uğramanın yol açtığı mağduriyet bile insan için bir fırsattır. Bunun anlam yitimine sebep olması, doğal bilincin olayları yanlış yorumlamasından kaynaklanır. Çünkü aslında mağduriyet bizde hakkı ve adaleti inşa etme istencine dönüşürse; sadece böyle bir gayeye hizmet etmek bile, tinsel mutluluğa erişmemize sebep olacaktır.
Bu yüzden “…Sizin hayır gördüklerinizde şer; şer gördüklerinizde hayır vardır…” [2] âyetini de göz önünde bulundurarak, gerçekte ne’yi umut etmenin bizim için daha “iyi” olacağına karar vermeliyiz. Ama öncelikle acaba “iyi” nedir diye düşünmeliyiz. Nasıl ki incir ağacı için iyi olan incir meyvesi vermek ise ya da arı için iyi olan bal yapabilmek ise insan için de iyi olan kendini gerçekleştirmektir.
Onun için bu yazıda, kendini gerçekleştirmeyi umut etmenin ve bu umudu gerçekleştirenlerin hallerine yer vermenin daha uygun olacağı görüşündeyim. Fakat yazıda geçmekte olan kavramı, Maslow’un kullandığı şekilde kullanmadığımızı da belirtmek isterim. Çünkü Maslow için insanın kendini gerçekleştirmesi; neyi olabiliyorsa (politik lider, sanatçı, bilim insanı, filozof, doktor vs.) onu olması demektir. Diğer bir deyişle yeteneklerinin farkına vararak, onları hayata geçirmesidir.
Hâlbuki bu yeteneklerin hiçbirisi insanın “kendisi” değildir. İnsanı insan yapan nitelik ne ise “kendisi” de o demektir. Dolayısıyla o niteliği kaldırdığımızda, artık geriye insan diyebileceğimiz bir varlığın kalmaması gerekir. Bu yüzden insandaki sine qua non (olmazsa var olamayacağı) tek nitelik, özbilinçtir. Çünkü insan ancak özbilinci sayesinde kendi bilincini bir nesne olarak önüne koyabilir. Ve doğal bilincini dönüştürüp geliştirmesi gerektiğini ancak öyle fark edebilir. Bu sürecin sonunda içgüdülerini istenciyle denetim altına alan kişi, artık idin esiri olmaktan özgürleşir. Böylece sadece insana özgü bulunan yâni doğaya aşkın ama duyunca içkin olan bir kimlik edinir. Bu kimlik sayesinde biçim ile formun tam uyumu gerçekleştiği için insan organizmasıyla ruhu birbirini tamamlar hale gelir. Dolayısıyla insanın kendini gerçekleştirmesi; onun, kendini insan yapan kimliği kazanabilmesi demektir.
Bu sayede yetkinleşen aklın ve ahlakın yönelimleri, tikelden tümele doğru evrilir. Bu da tinin özgürleşmesi anlamına gelir. Ama tin özgürleşmek için; yaslandığı bütün dayanakları terk etmelidir. Diğer bir deyişle; kendinden başka her şeyden umudunu kesmelidir. Çünkü tin ancak umduğunu usun kendi yetilerinde bulduğunda özgürleşebilir. Hayat; bu gerçeği anlamamıza yardım eden en önemli öğe olduğu için Kur’an bizden hayatı okumamızı istemiştir.
Dikkat edilirse, inen ilk âyet “Oku!” emridir. Fakat Hz. Muhammed olayları okuyamadığını belirtmek için “Ben okuma bilmem” dedikten sonra gelen âyette, hayatın nasıl okunacağının yolu gösterilerek “Yaradan Rabbinin adı ile oku!”[3] denmiştir. Âyete göre bu âlem, ancak Yaradan Rabbin yâni Külli Aklın eseri olarak bilinirse okunabilir. Çünkü bu bilgi bize, âlemin tesadüf olmayışı gibi âlemde vûkû bulan olayların da tesadüf olmadığı fikrini verir. Ve hayatın bize, bu olaylar vesilesiyle vermeye çalıştığı bir mesaj olduğunu idrâk ettirir. O mesajı okumak için insan ister istemez hakikatlerin peşine düşecektir. Onun için “Dünya hayatı insanı gaflete düşürür” demek hatadır. Çünkü asıl gaflet, hayatı okumamaktır.
Aslında hayat bizi hakikate davet etmekle, kendimize davet etmiştir. Zîra hakikatler sadece ortaya çıktıkları ve anlaşıldıkları yerdedir. Yâni ustadır. Ama insanın kendini gerçekleştirmesi için ustaki hakikatleri bilmesi yeterli değildir. Onları yaşama da geçirmesi gerekir. Nitekim filozoflar da hakikatleri bilir ama onları yaşama geçirme konusunda genellikle pasiftir. Hâlbuki philosophos, “bilgelik sevgisi” demektir. Ve bilgelik, yaşam deneyimiyle gelir. Pythagoras, Sokrates ve Platon bunun en güzel örneklerindendir.
Ne var ki felsefe aydınlanma dönemiyle birlikte sophıasını yitirmiştir. Ve artık us, felsefeyle soyut evrensellere yükselse bile, geldiği bilinç düzeyiyle edimlerinin uyuşmaması sebebiyle, hakikati bilse de yaşayamaz haldedir. Oysa bir filozof, özgürlük kavramını kendi sistemi içinde eksiksiz olarak ele alıp tanımlasa bile, onu deneyimlemediği müddetçe, özgür değildir. Ve günümüz felsefesi “Filozofun özgür olması gerekmemektedir; özgürlük kavramını ortaya koyması yeterlidir” diyerek aslında kendi kendiyle çelişmektedir.
Çünkü bildiğimiz gibi felsefenin gayesi sadece kavramları inşa etmek değildir; aynı zamanda o kavramları inşa eden “tini özgürleştirmektir”. Dolayısıyla felsefe; filozofların özgür bir tine kavuşmasını sağlamadığı sürece, işlevini yerine getirmemiş demektir. Fakat felsefenin bu işlevini yerine getirebilmesi için kaynağına (sophıa) geri dönmesi gerekir. Çünkü tinin özgürleşmesi ancak yaşamsal bir tecrübeyle yâni bilgelikle (sophıa) birlikte mümkün olabilir. Tabi neden böyle bir yargıya vardığımız; özgürlükten ne anladığımızla ilgilidir. Örneğin istediğimiz gibi düşünebilme serbestliğine “düşünce özgürlüğü” denmiştir. Ama acaba düşüncemiz gerçekten de özgürce mi şekillenmiştir? Bildiğimiz gibi düşüncenin özgür olabilmesi için hiçbir baskı altında kalmadan oluşması gerekir. Ama bu baskı ve sindirme bize sadece dışardan gelen bir etki olarak görülmemelidir. Çünkü asıl baskı bize kendi içimizden gelir. Onun için düşüncemiz görünürde kimsenin tahakkümüne girmese bile eğer idin etkisindeyse henüz özgürleşmemiş demektir. Aynı durum tinin özgürlüğü için de geçerlidir. Us; soyut evrenselleri düşünürken kendini bâtıl itikâtlerden, metafizikten, gelenekler ile göreneklerden ve kültürlerden soyutladığı için onların etkilerinden özgürleşir. Ama yine de eğer kişi nefsinden özgürleşmediyse, henüz özgür bir tine sahip değildir. Zira uygarlığın belirleyicisi olan tin; usun ve nefsin bireşimidir. Bu yüzden insanın aklı ve ahlakı birlikte özgürleşmelidir. Çünkü bunlardan birinin doğal bilincin esiri haline gelmesi, diğerinin de özgürlüğünü ketleyecektir. Ve bu durumda tin, bütünsellikten uzak, kısmî bir özgürleşmeyle yetinecektir. Yani salt aklı ya da salt ahlakı yetkinleşecektir. Oysa insan kendini gerçekleştirirken ikisini birden gereksinir. Özgürlük tutkusunu ise insana en iyi felsefe verebilir. Ama felsefe insana özgürlüğün kendisini vermemektedir.
Kant’ın kategorik imperatif’i de (koşulsuz buyruk), bizi tam olarak özgürleştirmeye yetmeyecektir. Kant sadece bize, ödev ahlakıyla hareket etmemiz gerektiğini yâni iradî olarak evrensel aklın ahlak yasalarına uyacağımız bir etiği önermiştir. Fakat özgürlükten söz edebilmemiz için aslında değerlere irademizle değil; gayri iradi olarak spontane bir şekilde bağlanmamız gerekir. Bu ise vicdanımızdan doğan değerlerin bizde içselleşmesiyle mümkün olabilir. Bireyin ailesinden gördüğü fedakârlığı ve feragatı kendi yaşamına katması erdemlerin içselleşmesinin ilk zeminidir. Eğer etik bu zemin üzerine inşa edilirse bir anlam ifade edebilir. Yoksa felsefenin henüz vicdanlarda tecessüm etmemiş olan değerleri etik haline getirmesi, toplumsal düzeni sağlamaya yetmeyecektir. Ve mahkemeler insanlık dışı suçlarla dolup taşmaya devam edecektir. Bu yüzden insanın felsefeyle yetkinleşen aklı kadar ruhaniyeti de kemâle gelmelidir. Çünkü nefsinden arınarak irfân sahibi olan kişi, ahlakı kendine verilmiş bir ödev gibi değil; dışa vurduğu bir kişilik özelliği olarak, özgürce serimleyecektir. Unutmamak gerekir ki; insan sırf Tanrı’nın onu cehenneme göndermesinden korktuğu için ya da ona cenneti vaat ettiği için ahlaklı olmaz. Toplumdan dışlanmak, aile ve arkadaş çevresine rezil olmaktan sakınmak, mevkiini ve saygınlığını yitirmekten kaçınmak gibi düşüncelerle veya bazı dünyevî çıkarlar sağlamak gayesiyle de ahlaklı olmayı tercih edebilir. Görüldüğü gibi burada insanı ahlaklı olmaya iten sebepler hiçbir metafizik kaygıyla ilintili değildir. Hatta tamamen metafizikten arınmış ama süperegonun etkisinde kalmış bir aklın eseridir. Oysa özgürlük, hiçbir etki altında kalmadan ahlaklı olabilmektir. Bu da nefsin eğitilmesini gerektirir. Dolayısıyla artık felsefe; sadece aklı metafizikten arındırmanın özgürleşmeye yetmeyeceğini kabul etmelidir. Ve tinin özgürleşme sürecini, nefsten arınmayı da kapsayacak şekilde yeniden ifade etmelidir. Çünkü felsefe bilince, nasıl özgürleşeceğinin farkındalığını verdiğinde, işlevini en yetkin şekilde yerine getirecektir. Böylece tinin özgürleşme evresinde, edimsel hale geldiği için dirimselleşen felsefe, artık ete kemiğe bürünüp irfân haline gelmekle, poetik felsefeye yükseltgenecektir.
Ama bunun olabilmesi için felsefenin verdiği özgürlük tutkusuyla hareket etmemiz ve tekâmülümüzün kimseye bağımlı olmadığını fark etmemiz gerekir. Aksi halde insan kendi gayretleriyle nefsini dönüştürmek yerine, ondan daima başkalarının himmetiyle arınmayı umut edecektir. Ve kendini pasif hâle getiren bu beklenti yüzünden edimlerinde hiçbir değişiklik meydana gelmediğinden aynı fiilleri işlemeye devam edecektir. Bu tıpkı; Mehdi’nin ya da Mesih’in gelerek adaleti getireceğini uman mazlumların, onları âtıl şekilde bekledikleri için mağduriyetlerinin aynı kalıp değişmemesi gibidir. Hâlbuki dışarıdan gelmesini umduğumuz Mehdi’nin ve Mesih’in zuhur etmesi, bizim kendi emeğimize bağlıdır.
Mısrî Niyâzi:
“Mehdi benim adlim (adaletim) durur.
Mesih benim fazlım (faziletim) durur” diyerek bu gerçeği ifade etmeye çalışmıştır.
Nitekim nefsimizde adaleti tecelli ettirdiğimizde Mehdi’nin, faziletli olduğumuzda ise Mesih’in haline bürünmüş oluruz. Yani maddi âlemde de manevi âlemde de, umduğumuzu ancak kendimizde buluruz. Bu yüzden Kur’an: “İnsan için kendi emeğinden başka bir kazanç yoktur”[4] der.
Umutlarımız için de emek vermemiz gerekir. Ama aslına bakarsak, “neler” umut ettiğimiz hiç önemli değildir. Önemli olan “neden” umut ettiğimizdir. Hepimizin bildiği gibi bunun cevabı mutlu olmak içindir. Zaten en çok da bu yüzden insan kendini gerçekleştirmelidir. Çünkü o zaman hem dış koşullar tarafından belirlenmekten hem de idin etkilerinden özgürleşen tin, irfân sahibi olduğu için hayata yeniden anlam verir. Ve şerlerin ardındaki hikmetleri görmesiyle birlikte dünya kusursuz hâle gelir. Diğer bir deyişle; âlemi irfânıyla belirleyen tinin kendi kusursuzluğu dışarı aksedip, yeniden kendine geri geldiği için her şey yetkinleşir. Aslında dünyada hiçbir şey değişmemiştir. Eksiklikler ve yoksunluklar aynen devam etmektedir. Ama hepsi tinde tamamlandığı için artık her şey yerli yerincedir. Evren’in bu kusursuzluğu tine, âlemde ilâhî bir düzen olduğu hissini verir. Zaten ilâhî aşk da bu hissin tinde yarattığı etkiden ileri gelir. Böylece tinin özgürleşmesiyle anlayışı değişen kişinin; âşık olunca duyguları da değişir. Ve algının kusursuzluğuna sevgi de eklenir. Hâlbuki dışarıda ne insanın umut ettiği gibi kusursuz bir sevgi, ne de dünyanın onu mutlu edecek bir hâli olabilir. Zaten bu sebeple insan, aradığı mutluluğa tinde kavuşma imkânıyla dünyaya gelir.
Yunus Emre:
“Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der; ne yersin kozumu*” [5] sözleriyle tinsel algı sayesinde dünyanın nasıl değiştiğini dört satırda özetlemiştir.
Elbette bu dörtlük çok farklı şekillerde yorumlanabilir. Çünkü bakış açısına göre mânâ da değişecektir. Ayrıca sembolik ifadelerin hangi anlama geldiği, hiçbir zaman felsefede olduğu gibi zorunluluğu gösterilerek açıklanamayacağı için Yunus’un sözlerine değinirken; onların daha değişik anlamlar da içerebileceğini belirtmek gerekir. Fakat Yunus Emre, insanın umduğu mutluluğu tinde bulduğunu gösteren en iyi örneklerden biri olduğu için yukarıdaki mısralar, bu bağlamda da ele alınabilir.
Nitekim Yunus’un, ağzımızın tadını kaçıran acı olayların yaşandığı dünya hayatını ekşi, mayhoş bir erik ağacına benzettiğini görürüz. Fakat tinsel bir algıyla, başına gelenlerin ardındaki hikmetleri anlamaya başlayınca, başkalarının ağzında buruk bir tat bırakan bu olaylar, artık ona üzüm kadar lezzetli gelmeye başlar. Yunus; erik dalında olmasına rağmen kendi gönül bağında yetiştirdiği üzümlerden (irfân) yeme ihsânına kavuştuğu için halinden hoşnuttur. Ama bostancı Yunus’un bu hoşnutluğuna kızar. Çünkü onun bu mutluluğunu kendi cevizlerinden yemesine bağlar. Ve niye benim cevizlerimi yedin diye Yunus’a hesap sorar. Bostan sahibi, kendini dünya malının sahibi olarak gördüğü için, eriklerin (geçici dünya nimetlerinin) peşinden koşmasına rağmen o erikleri; ceviz yani hakikat zannetmiştir. Hâlbuki bostancı hakiki sandığı dünyasında gaflet içindedir.
Yunus ise tinselliği sayesinde aynı dünyayı bambaşka şekilde deneyimler. Böylece herkesin keyfini kaçıran sıkıntılar ve dertler, onun hayatına lezzet ve anlam katarak Yunus’u hoşnut eder. Aslında Yunus Emre bize, poetik felsefeyle kendini değil; tinselliği anlatır. Ve tinin, tümel akla olan aşkını, yaşadığı sürece hep aynı coşku ile haykırır. Ne var ki, herkesin yaşamayı umut ettiği böyle bitimsiz bir aşk hâli ancak tinde yaşanır. Aslında, âlemdeki mükemmelliği deneyimleyerek tarifsiz bir mutluluğa erişmesini sağlayan sistemi; külli aklın bir eseri olarak gören tinin; bu idrâkinin, onu gayri ihtiyâri aşka düşürdüğü de söylenebilir. Hatta bu durumda tin için aşk, zorunlu bir uğraktır da denebilir. İyi ki de öyledir. Çünkü tinsel aşk, insanın umduğunu bulduğu tek aşktır. Dolayısıyla onu yaşamak bir ayrıcalıktır. Ama bu ayrıcalık bütün insanlara tanınmıştır. Çünkü peygamberler vasıtasıyla tinsel aşkın kapıları herkese açılmıştır. Resûllerin tebliğleri; arınmak için kendimizdeki potansiyeli açığa çıkaracak yolları ve yöntemleri gösterdiği için kutsal addedilir. Fakat sohbetlerde peygamberlerin kendi tecrübelerini ve nasihatlerini dinlemek; insanın kendi idrâkiyle varacağı yere çok daha kısa sürede gelmesini sağlayacaktır. Aynı zamanda bu sohbetler esnasında insanın; tinsel aşkı yaşadığı için dünyaya aşkın olan peygamberleri gözlemleme fırsatını bulması, ona aynı aşkınlığı deneyimleme şevki katacaktır. Dolayısıyla sohbetlerin insana sunmuş olduğu bu imkânlar, aslında insana kendini gerçekleştirme tutkusu kattığından misli olmayan ikrâmlardır.
Bu yüzden Hz. Muhammed ile başlayan sohbet kültürü, İslâmî gelenekte hâlen devam etmektedir. Peygamberin sözlerindeki mânâyı nesilden nesle taşıma imkânı veren bu kültür; tine yol gösteren bir sezgi verdiği için geleneği sürdürenlere, “yol gösteren” anlamında mürşit denmiştir. Mürşit; ilâhî aşkın verdiği aşkınlık hâlini, her tinin kendinde deneyimlemesi gerektiğini tavırlarıyla belli eden kişidir. Onun görevi sadece, herkesin umduğunu kendi tininde bulmasına hizmet etmektir. Mürşit’in vardığı kemâl noktası; aslında tinin ileride varacağı kendi kemâlatını gösteren bir ayna gibidir. Ne var ki, halk yanlış bir kanıya vararak tinin kemâle olan bu aşkının, mürşidin şahsına olduğunu sanmıştır. Hâlbuki ilâhî aşk esnasında duyulan muhabbet, sanki dışardaki bir sûreteymiş gibi gözükse bile gerçekte içerdeki sîretedir.
Çünkü “Aşk insanın kendi kemâline duyduğu iştiyaktır.” –Metin Bobaroğlu
İnsan ancak bu iştiyâk ile kemâline vuslat edebilir. Bu iştiyâkı bize en iyi anlatan hikâyelerden biri Narkisoss’un hikâyesidir. Tinsel aşkın sembolik bir ifadesi olan bu mitte daha ziyâde, ahsen-i takvîm olan insanın en güzel biçimde yaratılmasına rağmen içinde taşıdığı bu güzellikten habersiz olduğu vurgulanır. Ve kendini gerçekleştirme sürecinin safhaları simgelerle ele alınır. Fakat ona yer verecek olmamızın asıl sebebi, ilâhî aşkın vuslatını, yalnız kendimizde bulacağımızı anlatmasıdır.
Mit’e göre Narksissos, daha doğduğu anda kusursuz bir güzelliğe sahiptir. Bu kadar güzel olmasından ve bütün dikkatleri üzerine çekmesinden huzursuz olan annesi sonunda Narksissos’un kıskanılmasından ve başına bir şey gelmesinden korkarak, bir biliciye gider ve O’na: “Oğlum olgunluk yaşlarını görebilecek mi?” diye sorar. Bilici: “Evet” der ama arkasından da “Tabi eğer kendini tanımaz ise…” diye ekler. Bir türlü ne dediği anlaşılamayan bilicinin yıllar yılı boşa konuştuğu sanılır. Ama umulmadık bir olay biliciyi haklı çıkarır.
Narksissos on altı yaşına geldiğinde birçok genç kızı kendisine âşık etmeye başlar ama hiçbirisine yüz vermez. Çok güzel bir peri kızı olan Echo; aşkına karşılık bulamayınca, kara sevdaya tutularak Narksissos’a âh eder ve tanrılara yalvarır: “Bir gün öyle birine âşık ol ki, âşık olduğuna asla kavuşama!”
Ormanda avlanmak isteyen Narksissos (akıl), bir gün yine kibirden gözü kimseyi görmez bir halde etrafta dolaşırken, aniden bir ses duyar ve o sesin (ilâhî kelâmın, sohbetin) peşinden gitmeye başlar. Ormanın derinliklerine kadar (iç seyahat, seyr-i sülûk) sürüklenir. Orada karşısına gümüş gibi ışıl ışıl, dupduru bir pınar (tasavvufa göre kişinin kendi kemâlini yansıtan bir ayna olan Mürşidi Kâmil) çıkar. Gördüğü bu pınarın kıyısına uzanarak, yavaşça suya doğru eğilir ve o anda gördüğü güzellik karşısında büyülenir. Dili tutulur. Bir süre sessiz kalıp sadece bu yansıyı seyreder. Yansı da konuşmadan aynı ifade ile ona bakar. Biraz daha eğilir, suda yansıyan gözlerine bakar, sonra lüle lüle saçlarına, yüzüne… Ümitsizce o hayali ister, ama gerçekte istediği kendisidir. O hayali övüp dururken bile kendini övdüğünden habersizdir. Yansıyı öpmeye kalkar, ama hayal bir su olup dudaklarından akar. Ellerini uzatıp onu yakalamak ister, ama hayal bir su olup ellerinden kayar gider. Karşısında gördüğünü bir türlü tanımaz, bilmez… Ama ona kavuşmak için yanar tutuşur.
“Söyleyin ey ormanlar” der, “Burada hiç kimse benim kadar sevdi mi böyle; yüzyıllardır buradasınız söylesenize! Büyülendim, işte görüyorum, ama beni büyüleyene erişemiyorum. Bütün genç kızların âşık olduğu ben, hiç sudaki şu çocuk gibi ışıklar saçarak, bu denli dostça bakmadım. O ise ne kadar dostça bakıyor. Ben güldüm mü, o da gülüyor, gözlerimden yaş süzüldüğünde, onun da yanaklarından yaşlar akıyor. Hiç sesini duymuyorum, ama ben konuştuğumda, onun da dudakları kıpırdıyor…
Aman Tanrımmm, bu benim! Bu, kendi hayalim! Kendime olan aşkımdan yanıp tutuşuyorum. Ne yapacağım şimdi? Ağlamam mı gerekir, ağlayan ben olduğum halde? Arzulamam mı gerekir, kendimi arzuladığım halde? Sevdiğim ile aynı bedende yaşayıp, soluk aldığıma göre, artık benim için ölüm de ne!”[6]
Yeniden aynı hayale bakar ve gözyaşları suya aktıkça, sular bulanmaya başlar. Narksissos da, gittikçe belirsizleşmeye başlayan hayalin ardından giderek, kendini suya (kemâlin kaynağına) bırakır. Öldüğünde (kibrinden arınıp hakikati gördüğünde); bedeni, dışı bembeyaz yapraklarla kaplı bir nergis halini alır (beden toprağına ekilen tinsel tohumlar artık çiçek açmıştır)
Niyâzî Mısrî ise ilâhi aşkın vuslatını ancak kendimizde bulacağımızı;
“Sağı solu gözler idim, dost yüzün görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, ol can içinde can imiş!..
Öyle sanırdım, ayrıyem; dost ayrıdır, ben gayrıyem
Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!..” dizeleriyle en özlü şekilde anlatır.
Ama acaba insanın kendi kemâline vuslat etmesini sağlayan ilâhî aşkı, mümkün kılan nedir? Bunu anlamak için kısa da olsa Kutsal Kitaplara değinmek gerekir.
Kur’an ulaşılamaz olarak düşünülen Allah’a, insanın nasıl olup da âşık olacağına “… Biz ona şah damarından daha yakınınız…”[7] diyerek bir açıklık getirir. Hatta Allah; insana kendi ruhundan üflediğini belirttiği için sanırım bu yakınlık tahmin ettiğimizden de ötedir. Çünkü Âdem için meleklere: “Ben onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın”[8] diye emreden Allah, daha önce sadece kendine secde eden meleklerin; artık kendi ruhundan üflediği için insana da secde etmelerini istemiştir. Ayrıca Torah’da “Ve Allah insanı kendi sûretinde yarattı, onu Allah sûretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı”[9] âyetiyle, üst üste iki kere insanı kendi sûretinde yarattığını vurgulamıştır. Böylece ona âşık olan insanın, Allah’ı kendi özünde arayıp bulmasını âyetler nezdinde mümkün kılmıştır.
Dolayısıyla insanın kendini gerçekleştirmeyi umut etmesi, ona hem özgür bir tine kavuşmanın hem de ilâhî aşkın ve Hakk’a vuslatın önünü açacaktır.
Fakat bu deneyimi her fert farklı yollardan geçerek tecrübe edeceği için kendine özgü yaşanmışlıkları ifadelerine de yansıyacaktır. Böylece her birey aynı hâli farklı bir üslûp ve tavırla ortaya koyacaktır. Bu özgünlüğe ulaşmak varoluşsal bir önem taşır. Çünkü insan özgünlüğüyle belirlenip varlık kazanır. Ve Evren’in bir öğesi olmaktan çıkıp öznesi hâlini alır. Fakat kendi zevkini ve neşesini poetik felsefeyle anlatanların dizelerinde bu özgünlük en estetik hale varır.
Örneğin İsmail Emre doğuşlarından birinde ilâhî aşka düşenlerin hâlini şöyle anlatmıştır:[10]
Bilmiyorum, düşmüşüm bir sevdâya,
Gönlüm ister atılmayı sahraya,
Bu hâl beni götürür mü Mevlâ’ya?
Aşkın beni üryan eyledi Mevlâm.
Âşık ettin, sen dağıttın fikrimi,
Sen ben oldun, acep ararım kimi?
Ben lâl iken, bülbül ettin dilimi,
Aşkını ver, kabul olsun bu recam.
Senin aşkın ebedî etti diri,
Diri olan, hiç aşktan kalmaz geri,
Aşk getirir sen Mevlâ’dan haberi,
Aşka uydum, o bana oldu imam.
Aşk götürdü beni o Beytullâh’a,
Bu gönlümü ev eyledi Allah’a,
Bedenimi (Kürsü) etti sen (Şâh)a,
Daha dersem, mutlak bozulur nizam.
Her gördükçe kavuşurum ihsâna,
Ben severim Dostumu kana kana,
Ey Cânânım, her yerim benzer sana,
Görenlerin aşkına olmaz hitam.
Seni gören, hiç aşkından doyamaz,
Dâim ağlar, göz kanını yuyamaz.
Kalbi taşlar aşktan lezzet duyamaz,
Seni bilmez, kendine tutar makam.
Ben yanayım aşkından etme ayrı,
Aşka düşen, bilir mi şerri, hayrı?
Âşık olan, olmak ister mi Tanrı?
Sen Tanrısın, benden söylersin kelâm.
Söyler iken, senin olur her varlık,
Bir noktada hiç olur mu aralık?
Hiç güneşte görülür mü karanlık?
Ateş yanan gönülde, olmaz akşam.
Dosta eren, (ilim) değil, (hâl) değil.
Bunu bilmek, sen (Dost)a visal değil,
Bu, bir lezzet, zahirdeki bal değil,
Evveli aşk, âhiri aşk vesselâm…
Âşık isen, sen bu cana ateş ver,
Hazreti Hak, âşıkına böyle der,
(Emre!) sen yan, o (Cânân)a çabuk er,
Seni bekler dâima Rabbül’enâm*.[11]
Doğuşta; Rabbül’enam’ın daima insanı beklediği belirtilmiştir. Ve aşkla yanmanın, beklenen vuslatı çabuklaştıracağı ifade edilmiştir. Zaten bu yüzden insan, tümel akla; tinsel aşkla, kendi tininde kavuşma imkânıyla dünyaya gelmiştir. Ama bunun gerçekleşmesi için tinin bazı aşamalardan geçmesi gerekir.
Nitekim tin; bebekliğinde saf aklın, çocukluğunda mitsel anlayışların, gençliğinde dinsel inanışların, yetişkinliğinde felsefi aklın, olgunluğunda ise ilâhî aşkın etkisindedir. Bu süreç boyunca insan bir sanatçı edasıyla kendine şekil verir. Her dönemde farklı biçimler kazanan bilinç, son şeklini aldığında başyapıt haline gelir. Bu başyapıtta her role giren tin, bütün aşamalardan geçerek kendini gerçekleştirdiği için umduğu her şeyi kendinde bulabilir.
Bu sebeple insan için umutların en hayırlısı, kendini gerçekleştirmeyi ummasıdır, denebilir. Ama bildiğimiz gibi bunun için öncelikle nefsinden arınması gerekir. Çünkü ancak bu sayede özgür bir tine kavuşabilir. Ve sadece özgür bir tin ilâhî aşka düşebilir. En mühimi de, yalnız ilâhî aşk zihnimizdeki dünyayı değiştirebilir. Bu değişimin savaşlarla, zulümle ve kanla dış dünyada gerçekleşeceğini ummak; rüzgâr ekip fırtına biçmek demektir. Bu da bize, “ne umduk ne bulduk” diyeceğimiz hayal kırıklıklarından başka bir şey getirmeyecektir.
Ne var ki; medeniyetin tüm ekonomik ve teknolojik imkânları dünyayı savaşla değiştirmeye sarf edilmektedir. Üstelik de bu değişim adaleti tesis etmek yerine ortadan kaldırmaya yöneliktir. Diyebiliriz ki günümüz uygarlığına yön veren erkler; iyiye, doğruya, güzele dair bütün kavramların ve kurumların içlerini boşaltmış olmalarına rağmen sanki hâlâ bu kurumların bir işlevleri varmışçasına hareket eden, umut tâcirleri hâline gelmiştir. Fakat kendi ideolojilerini değerlerle kamufle ederek empoze ettikleri için, halk; onları desteklemeye devam etmektedir. Bu yüzden Dünya’ya hükmeden erklerin örtük niyetlerinin felsefe tarafından deşifre edilmesi ve hangi ideolojiye hizmet ettiklerinin bilinmesi gerekir. Böylece; bir piyon gibi kullanılarak sömürülen değerlere, hiçbir disiplin sahip çıkmasa bile felsefe bu sömürüyü engellemekle, Dünya Tinine ve değerlere umut vaat eden bir katkı verecektir. “Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.”[12] diyen Atatürk gibi filozofların da insanlığın düşmanı olan düşünce ve ideolojilerle savaşması elzemdir. Çünkü erklerin, dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getirecek denli kararlılıkla yürüttükleri projenin; hangi düşünceden hareket ettiğini ya da hangi inanıştan beslendiğini, nasıl bir gayeye hizmet ettiğini, bunun ilkeliliğini ve geçerliliğini yargılama hakkı felsefeye aittir. Bu sorgulamayı yapan felsefe, eğer Olympus’un zirvesindeki şatosundan, halkı bilinçlendirmek için inerse, dünyanın gidişatı değişmeye başlayacaktır. Kim bilir, belki de Pandora’nın kutusunda kalan umut, “philosophia”dır…
Dipnotlar:
[1] Kur’an-ı Kerim, Ankebut Sûresi 51. Âyet
[2] Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûresi 216. Âyet
3 İd: Şiddet ve şehvet dürtülerinin haz ilkesine göre kuralsız bir şekilde tatmin edilmesi. İlkel benlik.
[3] Kur’an-ı Kerim, Alak Sûresi 3. Âyet
[4] Necm Sûresi, 39. Âyet
[5] Issı: Sahibi; Kakıyıp: Kızıp; Kozumu: Cevizimi
[6] Mitin orjinali için; Publius Ovidius Naso, Dönüşümler 3. Kitap, 340. Mısra ve sonrasına bakılabilir.
[7] Kaf Sûresi, 16. Âyet
[8] Hicr Sûresi, 29. Âyet
[9] Torah, Tekvîn, 1:27
[10] İsmail Emre, 1. Kitap, 251. Doğuş
[11] Rabbül’enam: Âlemlerin Rabbi
[12] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 2005, s.455