İnsanı kendi bütünselliğine evrilmekten alıkoyan her şey onu kendine yabancılaştırır. İnsan tininin ve yabancılaşmanın eş zamanlı tarihi dil ile başlar. Çünkü bilincin kendine dışsal olan nesnelere duyduğu yabancılıktan kurtulması için onları kavramsallaştırarak yeniden bilincine taşıması gerekir. Fakat dil, gündelik hayatta alışılageldiği gibi sezgisel anlamda kullanılmaya devam ettiği için bu ereğini yerine getiremez. Ve böylece insanların sadece nesnelere koydukları adlar üzerinde uzlaştıkları bir etkinlik haline gelir. Oysa yabancılaşmayı kaldıran dilde ki adlar değil; kavramlardır. Nitekim konuşmayı yeni öğrenen çocukların aynı nesneler için sürekli olarak ,“Anne bu ne?!” diye sormaya devam etmeleri, şeylerin adlarını unuttukları için değil; kendi dışlarında bir varlık alanına sahip olduğunu fark ettikleri nesnelerin, ne’liğini yani işlevlerini ve anlamlarını bir türlü kavrayamadıkları içindir. Dolayısıyla insan bilinci şeyleri kavramsallaştırmadığı sürece, kaç yaşına gelirse gelsin tıpkı çocuk bilinci gibi nesnelerin adlarına aşina ama anlamlarına yabancı olmaya devam edecektir. İşte bu sebeple dil, fenomenlerini bilip nomenlerine yabancı olduğumuz nesneler dünyasının kapılarını, kavramlar yoluyla açmaya çalışan bir anahtar gibidir.
Nitekim ekonomiden hukuka, edebiyattan dine, spordan sanata ve siyasetten bilime kadar aklımıza gelebilecek tüm ifade biçimleri bir dildir. Fakat toplumun bu ifadelerde uygarlığa katkı verebilecek bir aşamaya ulaşabilmesi için öncelikle onları ussal kılıp, bilincine taşıyacağı kavramları inşa etmesi gerekir. Bu ise bir meta-dil altında kapsadığı bütün dilleri, aralarında anlam bağları olacak şekilde birbirleri ile ilişkilendirerek, disiplinler arası ortak bir dil oluşmasını sağlayan felsefe ile o toplumun yetkin bir şuura taşınması sayesinde mümkün olabilir.
Yoksa diğer toplumların, arka tasarında kendi kültürleri, inançları ve gelenekleri ile bezenmiş olan tarihlerinde yaşamış oldukları tecrübeler ile ürettikleri kavramları ve onların dışsallaşması olan kurumları, hiçbir sürecinde bulunmaksızın, kendi toplumsal hayatına katmaya çalışmak; kökleri olmayan bir ağacı toprağa diktikten sonra onun meyve vermesini beklemeye benzer. Başkalarının dili ile yani şuuru ile yaşayan felsefesiz toplumlar, kendi tinleri dolayısıyla da tarihleri olmadığı için kendi kimliklerine yabancılaşırlar. Ve bu yabancılaşma kendini hayatın bütün alanlarında gösterir.
Örneğin, eleştirilere kapalı bir tutumla, kendi bilincinde üretmediği bir ideolojiyi körü körüne savunan bir insan, düşüncesinin evrilmesini engelleyerek; hem kendi bilincini kısırlaştırır hem de farklı düşüncelere yabancılaşır.
Aynı zamanda, dünyada tekil ve tikel çıkarlarını düşünen siyasi erklerin, hiçbir direnç ile karşılaşmadan bunları elde edebilmeleri için öncelik ile halkların aralarındaki birlik ve beraberliği bozmaları gerekir. Bu neden ile herkesin özünün aynı olduğu insan formu yerine, farklı özellikler gösteren biyolojik varoluşları esas alan ideolojiler geliştirip, kimliğin organizma üzerinden kazanıldığını öne süren kavramların üretilmesini destekleyen siyasi erkler, halklara karşı psikolojik bir savaş yürütürler. Ve unutmamak gerekir ki, kavramlara hâkim olmayan bilinçlerin, kendilerine dayatılan ideolojileri ussallıktan ve nesnellikten uzak bir şekilde, öznel duygusallıklar içinde kabul etmeleri sebebi ile siyasi erkler bu savaşta galip gelirler. Çünkü onlar ancak duyguları ile bilinçsizce hareket eden kitleler sayesinde çıkarlarına erişebilirler.
Böylece öznel duyguları ile sadece doğduğu toprakları vatanı belleyen, diğer toprakların zenginliklerinin sömürülmesine ise aldırış etmeyen, bedeni hangi toplumun içine doğdu ise yalnız o toplumun kültürünü yücelten, diğer kültürleri ise asimile etmek isteyen, yanlarında büyümek zorunda olduğu insanların konuştukları dili en üstün dil kabul ederek diğer dilleri kusurlu gören, kendi ailesinin mensup olduğu dini en kutsal din bilen ve diğer dinleri değersizleştiren bir bilincin, organizmanın dünyaya gelerek konumlandığı yer neresi ise oranın kültürüne, diline, ırkına ve dinine göre kazandığı kimlikler ile kendini tanımlıyor oluşu, onu kendi özvarlığına yabancılaştırır. Çünkü ideolojiler bunun tersini söylese de insan varlığının kökleri tene değil, tine dayanır.
Bu yüzden kendi varlığını biyolojik varoluşa indirgeyen bilinçler, istençleri dışında gerçekleşen doğal şartlar altında belirlenen organik kimliklerine farkında olmadan yükledikleri kutsiyet ile gerçekte insana has asli kimliğe yani dışarıdan hiçbir sınırlama olmaksızın, kendi kimliğini kendi belirleyen tine ve onun getirdiği semavi özgürlüğe yabancılaşırlar.
Hukuksal açıdan, özgür istenci ile duyuncunda bulduğu ilkeleri bilincine taşıyarak, onları ussal ve kavramsal anlamda kendi için yasalı kılmayan bir insan, hukukun yasaları altında güvenli bir yaşam sürse dahi, gerçekte kendi dışından sınırlanmış olmanın getirdiği bir zorunluluk altında olduğu için o yasalara yabancıdır.
Tinin kendini bir sanat eserine bürünerek dışsallaştırması da yine dil ile bağıntılı olarak anlam kazanır. Çünkü ancak soyut evrensellere yükselmiş bir bilinç estetiğe duyarlıdır. Sanat, duyusal bilincin ürünü olduğunda ise estetikten uzaktır, çünkü kaynağını kendi dışından aldığı için tine yabancıdır.
En önemli belirleyicisi dil olan din ise kendi kavramsallığına ulaşmadığı zaman, örf ve ananeler tarafından yorumlanarak içeriğinden boşaltılır ve salt biçimsel zorunluluklar olarak, kuşaktan kuşağa aktarılan âdetler halini alır. Böylelikle anlam bağlarından koparılmış olan insan tini, kendi özüne yabancılaşır. Kendi bütünselliğine kavuşmasını (geist) sağlayacak aşkın bir erek taşımaksızın, sadece umutları peşinden ya da korkuları yüzünden bir inanca sarılarak, aşkın bir güç tarafından, kendi özgür istenci dışında konmuş olan yasalara boyun eğen bir duyusal bilinç, anlamına varamadığı ve içselleştiremediği için o dine ve yerine getirdiği ibadetlere yabancı kalır.
Ölüm, başına gelene kadar herkesin yabancı olduğu en gizemli konudur. Deneyimlenmeden üzerinde konuşulması imkânsız olduğundan, ölümün insan tini için bir son olup olmadığı sorusu, daima dinlerle bağlantılı bir iman konusu olarak ele alınmıştır. Gerçi Hz. İsa’nın çarmıhtan üç gün sonra şakirtlerine hologram beden ile görülmesi, Hristiyanlık tarihine, tinin ölümsüz olduğunu gösteren ilk somut kanıt olarak geçmiş olsa bile, günümüz insanlarının şahit olmadıkları böyle bir olgu, onlar için yine imandan öteye geçmeyecektir. Bu bakımdan ölümün bizatihi yaşarken deneyimlenmesini öneren İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in insanlara “Ölmeden evvel ölünüz!” tavsiyesinde bulunması dikkat çekicidir. Nitekim insan ancak yaşarken öldüğünde, ölümle tanışarak ona yabancılaşmaktan kurtulabilir.
Konumuz ile bağlantılı olan alanlardan biri de bedensel aktivitelerdir. Modern insanın vakit ayırmaya özen gösterdiği spor, tinin organizma ile harmonik bütünlüğünün sağlanmasına yardımcı olur. Ayrıca sporun kazandırdığı iç disiplin sayesinde içgüdülerini kontrol edebilen bir bilinç, daha yetkin düşünce ve davranışlar geliştirir. Antikçağ filozofları da, sağlıklı düşünerek felsefe yapabilmenin yolu, tinin sıhhatli bir organizma ile desteklenmesinden geçtiği için gymnasium’lara ayrı bir önem vererek, halkı bu konuda teşvik etmişlerdir. Ama günümüz toplumunda spor, gerçek amacına yabancılaşarak, sadece güzel bir görünüme erişebilmenin ya da psişeleri sağaltabilmenin bir aracı haline gelmiştir. Bununla beraber, kendini tuttuğu bir takımla ya da sporcuyla özdeşleştirerek onun başarılarıyla coşan, karşı tarafın kazandığı durumlarda ise öfkeli sloganlar atan duyusal bilincin içine düştüğü psişik durumlar, sporun erdemlerine tamamen yabancı tutumlardır.
Ayrıca spor kulüplerinin, yüksek performans gösteren sporculara verdikleri değer ile ödedikleri fahiş ücretler; düşünsel ve deneysel performanslarla uygarlığı ilerleten buluşlara imza atan insan tinine verilen değerin ve maddi desteğin çok üzerindedir. Bunun yanında, insan bedeninin madalyalara, kupalara ve yüksek meblağlara erişmesi için şikelerle ve dopinglerle desteklenerek, spor adı altında gösterime çıkarılması, onu giderek show dünyasının bir parçası haline dönüştürerek, olimpiyatlara ev sahipliği yapan ülkelerin, kendi ekonomilerini canlandırmak adına organize ettikleri bir reklam objesi haline getirmiştir. Bu gibi faydalar, sporun ilineklerinden olsa bile, erdemlere yabancı olan çıkarlar üzerinden elde edildikleri için sporun tözüne yabancı edimlerdir. Dolayısı ile günümüzde spor sadece bilince dışsal olan görselliğin, şöhretin ve gelirin sağlanmasına yönelik olan faaliyetlerin merkezinde yer almaya başlayarak, giderek insanı kendi tinselliğine yabancılaştıran bir aktivite haline gelmiştir.
Okul insanın yabancılaşmayı öğrendiği ilk kurumdur. İçine doğduğu toplumda ki ailenin ve çevrenin etkilerine, eğitim ve öğretim kurumlarının katkılarının da eklenmesi ile birlikte, insan tini sistem tarafından şekillendirildiği bir aşamaya geçer. Nasıl şekilleneceğini ise koşullar belirler. Eğitim koşullarının yetersiz oluşu, herkesin yeteneğine göre istediği bir alanda öğrenim görmesini engellediğinden, kimilerinin sınavlarda elenerek sistem dışına atılmasına sebep olur. Böylece kendi başarılarının başkalarının başarısızlığına bağlı oluşunun getirdiği bir zorunlulukla, herkesi rakip olarak görmeye başlayan bilinç, yalnız kendi çıkarları için çalışması gerektiğini öğrendiği bir formasyonla şekillenir ve bütünün hayrına olan tümel ereklere yabancılaşarak yetişir.
Bunun yanında, Avrupa’daki sanayi devrimi ile birlikte teknolojinin daha da ilerlemesine ve onları kullanabilecek nitelikteki bireylerin yetişmesine katkı vermek amacı ile kurulan üniversitelerde öğrenim görenlerin, eğer kendi ülkelerinde aynı sanayi ve teknoloji üretilemiyor ise onların, yurtdışındaki üniversitelerin bayisi olmaktan öteye gitmeyen teorik bir eğitim aldıklarını söyleyebiliriz. Böylece, tarihe mal olan düşünceleri, icatları ve bilgileri üreterek medeniyete katkı verenlerin hepsinin, kendi kültürü dışındaki kişilerden oluştuğunu gösteren bir sistemin müfredatı tarafından eğitilerek şekillendirilen bir bilinç, aynı zamanda bilinçdışı olarak kendi kültürü tarafından yönlendirilmeye devam ettiği için bir yarılma yaşar. Kişilik bütünlüğünün parçalanmasına sebep olan bu yarılma, insanı zamanla kendi kimliğine yabancılaştırır.
İnsan yaşamının ekonomik boyutları da ele alınması gereken önemli konulardan biridir. Nitekim kitle iletişim araçları ile insanın nasıl bir evde kalarak, hangi markaları giyerek, ne model bir arabaya binerek yaşaması gerektiği sürekli bilinçaltına ekilir. Ama emeği karşılığında aldığı ücret, kendi katkıları ile üretilen bu ürünleri tüketmeye yetmediğinde, insan giderek kendi emeğine yabancılaşır. Ve o ürünlerin reklam edilen imgelerinin yarattığı arzuların boyunduruğu altına girerek, onları tüketebilmek amacı ile kendini bir araç haline getirip, metalaştırdığı için özbenliğine yabancılaşır. Bu yabancılaşma, satın alma gücü ile desteklendiğinde, sahip olmalarla daha da artarak devam eder. Çünkü insan en yüksek konfora ulaşsa dahi, bilinç kendine dışsal olan nesnelerle doyuma ulaşamaz.
Uygarlığın barbarlığı yani anlam bulamamanın yarattığı çözülmüşlük, ahlâki ve psişik sorunlara dönüştüğünde güvensizlik duygusu içine düşerek sosyal ilişkilerinden kopan insanlar, giderek birbirlerine yabancılaşırlar. Emniyet ihtiyacı ile alınan tedbirler, zamanla siyasi bir görünüm altında uluslararası savunma mekanizmalarına dönüşerek, barışı tehdit edici boyutlara vardığında, uygarlığı huzursuz kılar.
Bu huzursuzluğun temelinde içgüdüler yatar. Nitekim Nietzsche’nin içgüdülerin serbest bırakılmasını önermesinin ardından, günümüz uygarlığının hızla bir içgüdü uygarlığı olma yolunda ilerlediğini görüyoruz. Fakat böylesine hayvan doğasına özgü bir varoluşu benimsemek, insanı kendi kimliğine yabancılaştırmıştır. Hâlbuki insan, ihtiyar sahibi olduğu için hayvandan farklı olarak eğer diler ise kendi özgür istenci ile kendine yasak koyarak, içgüdülerini ketleyebilme imkânına sahiptir. Tabii ketlemeyebilir ve seçme hakkını olumsuz özgürlükten yana kullanarak, duyusal bilincin boyunduruğu altında yaşamayı da tercih edebilir.
İnsanın seçimi ne olursa olsun tinsel bütünlüğüne kavuşmasında, ona en büyük desteği özgürlüğü verir. Ama özgürlük bıçak sırtı gibidir; keyfiliği de aynı ölçüde desteklediği için kıldan ince, kılıçtan keskindir. Ancak olumsallıktan ussalığa taşınarak, kavramsallıktan edimselliğe geçen felsefi bir bilincin özürlüğü; şeylere kendinin anlam verdiğini görerek, yabancılaşmanın ona dışardan dayatılan bir zorunluluk olmayıp, bunun kendinden kaynaklandığını fark edebilir. Çünkü yabancılaşma, hangi olaya, olguya ve nesneye karşı olursa olsun, onlara yabancılaşan, gerçekte bilincin kendisidir. Ama ne yazık ki insan bu yabancılaşmaya sebep olan, kendi bilincine de yabancıdır. Ve yaşamını trajik kılan bu açmazdan kurtulmak için öncelikle kendi bilinci ile tanışmalıdır. Ne var ki bilinci tanıyacak olan da yine bilincin kendisidir. Dolayısı ile tinin, bütün yabancılaştıklarına aşina olması için kendinden kendine olan bir yolculuğa çıkması gerekir.
Bu yolculuğun en başında, evren; titreşen frekanslarla ve dalgalarla dolu bir kaos’tur. Her insan da, bu şekil almamış madde ile (hyle) dolu uzayı, beynine ulaşan duyu iletileri vasıtası ile bilincinde kozmosa çevirerek, dışarda gördüğümüz form ve biçimleri yaratıp, evreni var eden bir Demiorgos’tur. İnsanın bu var olana varlık verme olanaklılığı, kaynağını yokluğa varlık verme olanaklılığına iye olan Mutlak’tan alır. Tıpkı insan usunun, kendinin bir yansıması olan doğayı kapsayıp da aşması gibi, Mutlak da insanı kapsar ve aşar. Ve tıpkı insan bilincinin suretlere bürünüp, evren adı altında görünüşe çıkması gibi, Mutlak da insan suretine bürünerek, logos ile görünüşe çıkar. Aslına bakılırsa insanın kendini bilme ereği de, Mutlak’ın kendini örtükten açığa çıkartma ereğinden kaynaklanır ki bu da agape ile sağlanır. Agape, insandaki duyusal bilinç ile özbilincin birbirleri ile olan karşılıklı çatışkılı bağıntılılığından doğan tinin, özünün korunarak yükseltgenmesidir. Mutlak, agape üzerinden kendini logos ile bilinir kıldığında, eş zamanlı olarak insan bilinci de kendini bilme ereğine kavuşarak, evrenin kendi tecellisi, kendinin ise Mutlak’ın bir tecellisi olduğu gerçeğini anlayarak, gaib olan kimliğine kavuşur.
Böylece tarihin şekillendiği buluşlarda, savaşlarda, kısaca insana dair ürünlerle dolu olan hayatın her alanında ve doğada olup biten ne varsa; hepsinin kendi bilincine ait özniteliklerin, farklı zamanlarda ve aşamalarda dışsallaşmış görünümleri olduğunu fark eden bir özbilinç için artık etrafında kendinden başkası yoktur. Dolayısıyla bütün yabancılaşmaları son bulur. Bu aşamadan sonra özbilincin kendi kendini seyre dalışından duyduğu zevk; Aristoteles’in en yüksek mutluluk (eudaimonia) olarak nitelendirdiği, Tanrı’nın kendi kendini temâşa edişiyle aynı nitelikte bir mutluluktur.