Şu garibim madde ve şu şıkırdım enerji nereye gitsin? Ama hakikat hep orada hep içimizde yaşarken takla atıp durmuyor mu? Keşke ‘fenâ’ halde olsam ve hep öyle kalsam? En azından ‘yokluk’ makamının kapısının eşiğinde durur, hiçlikle terbiye edebilirim kendimi desem de nâfile! ‘Kesret’ denilen bu yabancılıktan, ‘vahdet’ denilen o hiçliğe, o birliğe yolculuk kolay mıdır? Yüzlerce perdeyi kaldırsam da önümden, önüme düşen yine bir perde! Kesif bir kalabalığın kabalığı yüzüme çarpıyor. Latif olanın o saf merdivenine tırmanmak istiyorum. Şu boş bakanlar, şu çılgınca yürüyen faşizm bana cinnet ne ki, şirret gibi geliyor artık! Mânâ âleminde sükûnet istiyorum.
Kül olmakla kul olmak arasında belki de derin bir aşk makamı vardır. Ben güruh takımında top koşturmak istemiyorum. Cehaletin aklını yiyeyim. Gönlümü zenginleştiren, o güzelim gönlünden üzüm salkımları sarkan belki de az bulunan azlarla gönül sarhoşu olmak ne güzeldir. ‘Ben’ demeyen insanlarım olsun istiyorum. İyiliğin ve efendiliğin canına karışmak istiyorum. Hakikat duygusunun içinde bir damla olup denizlere akmaktır derdim! Zerre ve katre arasında sıkıştım kaldım. ‘Engin ol gönül engin ol” deryasında yüzmek, bir kar tanesi içinde yıkanmak ve hayata bir serçenin gözleriyle de bakmak istiyorum. İçimde birileri ‘sürekli meşgul’ çalsa da sessizdeyim. İnzivada ve kendimden bile çok uzaklardayım. Ne demişti sevgili Enis Batur: “Yazdım ve kurtuldum bir sonrakine kıskıvrak.” Çelik bilek bir şair vardır. Adı “William Blake! “Irmağa atın suyu seveni” demiştir. Cemal Süreya da bu dizesini pek sever. Beni de aşkın okyanusuna atın ve çıkarmayın beni oradan! “Sevinç döller, acı dünyaya getirir” demesi boşuna mıdır? Şimdi ne alaka diyeceksiniz, olsun, söylemeliyim: Yeryüzünün, şiirimizin o asil ve vakur annesi olan Gülten Akın’ın Nobel almasını isterdim ve çok istemiştim.
Yokluktan başka hiçbir şeyim yoktur desem de canım eşimin varlığı bana hayat veriyor. Eşim Tütü’ye bugün insülin iğnesini yaptıktan sonra enfes bir kaşarlı köfte yaptım. Birazdan da az kıymalı tarhana çorbası yapacağım. Öyle hazır falan değil. İçine hakikat kaçmış bir çorba bu! Ne demişti canım ciğerim Edip Cansever: “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka.” Elimden gelir, baharatı, lezzetli, nefaseti ince ruhlu güzel yemekler yaparım. Şairlerin elinden her şey gelir, gelmeli. Elleri çalışkan ve üretkendir şairlerin. Eşim evimde, soluğu yanı başımda. Evimize bugün, yüzü solgun gelmişti ama iyilik meleği kalpli kardeşim Murat’ın tatlı oğlu Batu’yu görünce canlandı. Boşuna mıdır şairimin şu dizesi: “Solgun bir gül oluyor dokununca…” Sahici ve sevgiyle yapılan bir çorba insan yüzünde nar şerbeti bırakır mı? bıraksın! Ne güzel, ne güzel, kuytularda, sevinçlerde, dem halinde bir hayli derinlerdeyim. Kısacası Şifaspor: 10, Karanlıkspor: 0 diyesim geldi birden ve dedim bile!
Neden bunları yazdım bilmiyorum ama sanırım Cemal Süreya’nın üçüncü kez okuduğum “Günceleri” geldi aklıma. Ve 759. gün yazdığı şu satırlar: “Yaz bugün başladı. Bahar da. Böyle günlerde İstanbul çok iri ve yumuşak bir hayvan gibidir. Çöp bile bir güzellik edinir. Yürüyerek kitap okumak istersin…”
Ey hayat, gözümün önündeki şu perdeyi kaldır!