İnsanlık tarihi boyunca görülmektedir ki; insanlar öncelikle hayatta kalabilmek, sonrasında ise “nitelikli, ideal bir yaşam sürdürebilmek” için sürekli emek harcamışlardır. Böyle bir amaca ulaşmak mümkün olmadığı için de bu “aşkın ve ideal yaşam” hedefine “ütopya” diyoruz.
İnsan için çok değişik tanımlar yapılmıştır. Ayakları üstüne kalkan canlı, konuşan canlı gibi. En çok onay alanlardan biri de “alet yapabilen canlı” tanımı olmuştur.
İlk zamanlar tamamen bir savunma ve savaş aracı olarak kullanılan, delikli bir taşa sokulmuş odun parçasından oluşan balta, hayatta kalmaya hizmet ediyorken, balta ile kesilen ağaçlar ile inşa edilen barınmaya dönük yapılar, köprüler ve gemiler ile yaşamın nitelikleri zenginleştirilmiştir. Nitekim; bu emekler sayesinde, geçmişle mukayeseli olarak bakarsak, daha az zahmetle, harcayacağımız daha az emekle, çok daha konforlu bir hayat sürdürmemiz mümkün olmuştur. Bu duruma da zaman zincirinde, bizden önceki insanların; gerçeklemesi beklenen ütopya uğrunda harcanmış (gerek düşünsel gerekse bedenî) emeklerinin “aktarılmış ve biriktirilmiş” ürünleriyle gelinmiştir.
Ütopyanın gerçekleştirilmesi uğrunda, bir mabet olarak görülen yeryüzünde yapılan çalışmaların “ibadet” olduğu ilk zamanlardan beri söylenmektedir. “Neden-sonuç” zincirinin “varoluş” bağlantısında, maddenin yanı sıra, etkin kuvveti oluşturan bir “enerji” zorunlu olarak mevcuttur. Enerji kavramı olmaksızın bir “doğa” yani “oluş” tasavvuru imkânsızdır. Bilinçli ve amaçlı etkinlik olarak “insan eyleminde”, gerek “özne-nesne”, gerek “özne-özne”, gerekse öznenin kendi üzerine dönüş ilişkilerindeki dirençler karşısında insan iradesinin (istencinin) tahakkuku için, “enerji harcamak” yerine “emek” kavramı kullanılır.
Emek kelimesinin kökleri öz Türkçe “emgek” kavramına bağlanmaktadır. Türk Dil Kurumu bu kelimenin kullanım anlamıyla ilgili olarak, “zahmet, eziyet ve acı” şeklinde açıklamalarda bulunmaktadır. Emek ve zahmet kelimeleriyle Âdem’in cennetten çıkarılması kıssasında tanışırız. Denir ki; Tanrı Âdem’i yarattığında “Ebediyen mutlu yaşasın diye ölümsüzlük bahşetti”. Onu cennete yani bahçeye yani doğaya yerleştirdi. Âdem ebediyen hayat sahibi olduğu için ölümü bilmiyordu. Başka bir deyişle; “Âdem, ölümü bilmediği için ebedi hayat sahibiydi.” Bilgi ağacının meyvesinden yemesi ile ise öleceğini de bildi ve (hayat ağacından da yiyemesin diye) bahçeden çıkarıldı (veya kovuldu veya indirildi). Ölümü bilmek psikoloji açısından temel anksiyetenin (ölüm korkusunun) açığa çıkması anlamına gelmektedir.
Immanuel Kant, “İnsan her yönden direnç bekler,” diyor. İşte; iradesine karşı duran bu direnç, insanın bütün gücünü uyandırır. En büyük direnç de Freud’un söylediği gibi, ölüm korkusudur. İşte bu direnç insanın tüm yetilerini uyandırır. Ve tembellik eğilimini aşmasını bu sağlar. Şeref, güçlülük ve mülkiyet isteği de eklenince bu direnç insanı hem tahammül edemediği hem de vazgeçemediği diğer insanlar arasında bir mevki elde etmeye yöneltir. İnsan bir yönüyle diğer insanlara tahammül edemezken bir yandan da onların gözünde değer kazanmak ister ve onlarla birlikte kendine bir mevki, bir sevilme ve kabul edilme konumu elde etmeye çabalar. O zaman barbarlıktan insanın asıl toplumsal değerini oluşturan dil ve kültüre doğru ilk gerçek adım atılmış olur. Kant’ın özellikle koyduğu toplum paradigması, patolojik biçimde zorlanmış olan toplumsal birliktir. Kant; “Tüm toplumsal birlikler patolojiktir,” diyor ve ekliyor: Bu nedenle insan, kendisinde bir uyumsuzluk, kıskançça boşuna da olsa rekabet ve mülkiyet istediği, hatta iktidar sahibi olmaya eğilimli doymak bilmeyen hırslar yarattığı için doğasına ve Tanrı’ya şükran duymalıdır. İnsan bir yandan rahat ve hoşnut yaşamak ister, ama doğası “ya da yılan”, onun başıboşluktan eylemsiz yetinme durumundan çıkmasını, çalışmaya ve zorluklara atılmasını ve yine kendi kıvrak zekâsıyla, çalışmakla bu zorluklardan kurtulma yollarını bulmasını ister. Yani “doğa diyalektik özyapısı gereği, uyumsuzluk ister” denilen, insan için, çalışma zorunluluğudur.
Bu gerçekliğe göre alegorik anlatımda aktarıldığı üzere; Âdem zahmet ile topraktan yiyecekti. O güne kadar yani cennetten çıkarılana kadar ise bahçenin her ürününden zahmetsizce toplayıp yemekteydi.
Sosyoloji ve antropoloji bilimlerinin oluşturduğu raporlara göre; insanlık, günümüzden on bin yıl öncesine kadar, yaklaşık olarak 2-2,5 milyon yıl boyunca, “göçebe-avcı-toplayıcı” bir geçim ve yaşam tarzı sürmüştü. “Göçebe-avcı-toplayıcı” yaşam tarzı, herhangi bir “kültürel-ekinsel” ve toplumsal üretim etkinliğine değil, doğada verili olarak bulunan bitki ve hayvan varlığının sömürülmesine dayanıyordu. Bu ilk-el yaşam tarzında zaman ritmik ve döngüseldi, dolayısıyla eskatolojik bir görüş yani lineer zaman, bir “son” idraki ve tarihsellik bilinci olmadığı için gelecek endişesi de yoktu. Âdem alegorisinde betimlenen “cennet yaşamı” bu toplayıcılık döneminin tavrıyla birebir örtüşmektedir. Âdem de doğa üzerinde hiçbir ekinsel etkinlikte bulunmayıp, bahçenin her ağacının ürününden toplamaktaydı. Çağlar içindeki iklimsel etkenler de olmak üzere artan bitkisel flora içinde daha sonra tarıma alınacak olan pek çok türün (tahılların, pirincin, baklagillerin, mısırın) yabani örnekleri ağırlık kazandı. Bu yabani türlerin toplayıcılığına yönelen insanlar zamanla bu türlerin yaşam alanları etrafında daha kalıcı yerleşmeler kurmaya başladılar. Böylelikle yerleşik düzene geçiş ve sınırlandırılmış, çevrili arazi parçalarında tarım üreticiliğine geçildi, yani tarım dönemi başladı.
Bu geçiş yani Neolitik Çağ olarak adlandırılan dönem aslında doğadan, kültür doğasına bir geçiştir.
Artık Âdemoğlu doğada değil, kendi emekleriyle kurduğu (doğa içindeki) kültür doğasında yaşayacaktı. Bu noktada, Âdem’in cennetten çıkarılışını takip eden ve aynı anlam yükünün taşınarak, sürdürüldüğü Habil-Khain kıssasına da yer vermek gerekir. Çünkü Habil avcı-toplayıcı dönemin temsili iken onu öldüren Khain (ya da Hain) yerleşik tarım dönemini temsil etmektedir. Habil veya Hubb-el “sevgi” demek ise, Khain yani onu öldüren kardeşi “Hain”dir. Nitekim alegoriye göre Habil Tanrı’ya sunu olarak “et” takdim ederken, çiftçi Khain “sebze” getirmişti. Toplayıcılık döneminin ana ögesi de doğal olarak göçerlik ve geçici yerleşimlerle süren bir yaşam tarzıydı. Doğal olarak beslenme rejiminin temeli de et idi. Bu kıpı Âdem kıssasında değil de türevleri olan Habil-Khain kıssasında açılmaktadır. Göçebe düzende olmayan “mülkiyet” kavramı, yerleşik düzenin olmazsa olmaz temellerinden biridir. Üreticilik, çalışma ve emek harcama, ekinsel ya da diğer bir deyişle kültürel doğada düzenli ve hatta ritüelik bir yaşam şekline geçilmesi yerleşik düzenle gelmiştir.
Hz. Süleyman “Âdem için emeği ile canını sevindirmekten daha iyi bir şey yoktur.” der ve ekler “Âdemin emeğinden iyilik görmesi Allah vergisidir.” Her ne kadar; Tanrının “Zahmetle topraktan yiyeceksin” hükmünde, çalışmanın ve emeğin aşağılandığı gibi bir hisse kapılınsa da Hz. Süleyman; Âdem kıssasından, bunun bir mükâfat olduğu kanaatini çıkarmaktadır. Dolayısıyla Tanrı tarafından kabul gören eylemler artık Tanrıya ibadet sayılmıştır.
Aşırı bir yorum olarak görülse de Âdem’in ve Havva’nın emekleriyle yaşayacakları dünyaya indirilmelerinde vesile olan yılanın görevli ya da bir başka deyişle “Mesih” olduğu söylenmektedir.
Diğer yandan; mülkiyet sevgiyi öldürür. Sevgiyi öldüren ise; (Khain yani Hain) bu durumda “mülkiyet” olmakla beraber aslında mülkiyetin ilkesi, toplumsal düzen ve ölçünün tesis edilmesi olarak görüldüğünde “adalet”tir. Sevginin olmadığı yerde artık “adalet” ve emeğin yüceltileceği “hakça paylaşım” ve dolayısıyla “toplumsal hukuk” gereklidir. Tanrı’nın oğlu ve ruhu “sevgi” olmakla beraber, Hain ya da Khain “adalet” ilkesi ile davrandığı için yine aynı kutsal metinden okunacağı üzere, Tanrı tarafından korunmaya alınmıştır. Bu korunma; Khain için dokunandan 7 kere öcünün alınacağı ihtarı yapılırken, Tanrı tarafından Tubalkain’in babası Lamek için 77 kere denilerek arttırılmıştır.[1] Yani Khain artık Tanrı tarafından makbul olmuştur. İslam’ın kutsal metninde Khain’in “Kabil” olarak geçiyor olması mutasavvıflar tarafından “kabul” olmuş olması anlamını taşır denilmektedir. İnisiyatik yapıların “yola girmek” tabir ettiği törenlerin tamamının ortak tanımı da “kabul töreni”dir. Her ne kadar “kabul” kelimesi İbranicede “hoşa gitmeyen” anlamını taşıyor olsa da Tanrı’nın fikrini değiştirdiği ve bu paradigma değişikliği ile harcanan emeği kutsadığı anlaşılmalıdır. Verili doğadan insan emeği ile üretilen kültür doğasına geçişin bir alegorisi olarak görülebilir, Âdem ve Habil-Khain kıssası.
Meselin içeriğindeki Tubalkain[2] ise; demirci olduğu için sanayii dönemine işaret etmekte olmalıdır. Tubalkain’in temsilcisi olduğu sanayi dönemiyle birlikte de geleneksel tarım dönemi hızla ortadan kalktı ve tıpkı dünyanın sınırlarına çekilen “göçebe-avcı-toplayıcılık” gibi kendi dar alanlarına sıkıştı. Onun yerini makineli tarım, geleneksel üretim birimi olan köy ve onların beslediği küçük kentlerin yerini ise sanayinin yoğunlaştığı metropoller aldı. Sanayi devriminin temel etkenlerinden birisi de İseviliğin hayata lineer zaman kavramı ile bakıyor olmasıdır. Çünkü ütopya ümidinin, tarihsel geçmiş ve gelecekteki tekâmül ile kurtuluş paradigması hermetik dizgeye Hz. İsa ile girmiştir. Bu süreç farklı savların ardınca giden ekoller tarafından eleştirilmekte, kazanım ve kayıpları tartışılmakta olmakla beraber etaplarının sıralanış dizgesi, insan emeğinin tarihteki yücelme aşamaları olarak herkesçe genel kabul görmüştür. Dolayısıyla insanlık tarihine baktığımızda, yürünen bir yol ve bu yolda yol gösterici önder emekçiler olduğunu ve insanlığın çalışma ile gerek düşünme etkinlikleri ve gerekse düşünmeyi destekleyen el emeği ile bir aşkın ütopya ümidi gölgesinde yürümüş olduğunu görüyoruz.
İnsan ömrünün sürecine de kısaca bir göz atarsak: ana rahmi bir cennet evresi olarak alınabileceği gibi utanma duygusu ile sona eren bebeklik dönemi de Âdem’in cennetteki hali gibidir. Çocuğun mülkiyet kavramını tanıdığı döneme kadar olan evresi Habil’in hali gibiyken, sonraki dönem adalet ve hakça paylaşılan mülkiyetler evresi yani bilinçli amaçlı etkinlik devresi Khain’in durumuyla eşleştirilebilir. Hz. Süleyman “Emeğinin ürününü yemek sevincindir,” der.[3] Dinlerin hiçbir zaman vazgeçmedikleri paradigma ise; hiçbir emek harcamadan sürdürülen bir cennet hayatına kavuşabilme (bir manada cenin ortamına yani rahme dönme), bir “ütopya” ümididir.
Din; ümittir.
Bizler, mantık ile hayali ya da başka bir deyişle akıl ile ümidi ve nihayet, bilim ile dini uyumlu bir ilişki içinde birlikte yaşatmak ve yaşamak yoluyla ulaşacağımıza inandığımız ütopya için; bedeni ve fikri olarak çalışan, emek harcayanlar olmalıyız.
Kaynakça:
Kitab-ı Mukaddes
Türk Dil Kurumu Sözlüğü
Hilmi Ziya Ülken, Toplum Üzerine
Metin Bobaroğlu, AAV toplantıları
Muzaffer Sencer, Toplumların Evrimi
Dipnotlar:
[1] Tekvin 4:24
[2] Tekvin 4:22
[3] Vaiz 8:15