İdealin, Tikel Sanat Biçimleri yönünde gelişiminde her bir bütünlenme anının kendiliğin keskin bir bakışıyla ayrılıp yeniden bütünlenmesi üzerine inceleme:
“… Çünkü kendi sıfatıyla idea, gerçekten mutlak hakikatin kendisidir, ama yalnızca henüz kendi nesnelleşmiş tümelliği içersinde olmayan hakikattir; oysa sanat güzelliği olarak İdea temelde İdea’yı cisimleştirmeye ve açımlamaya adanmış, hem özünde bireysel gerçeklik olma, hem de bir bireysel gerçeklik şekillenmesi olma niteliğine sahip İdea’dır. Bundan dolayı burada ortaya çıkan talep, İdea ve onun somut bir gerçeklik olarak şekillenmesi, eksiksiz bir biçimde birbirine tam uygun kılınmadır. Böyle ele alındığında, ‘İdeanın kavramına göre şekillenen’ gerçeklik olarak İdea, İdeal’dir.” [1]
“Yalnızca özbilinçli ego yalın İdealdir.” [2]
“…İdeal, klasik sanatın içeriğini ve biçimini verir ve klasik sanat, bu tam uygun şekillenme tarzı içinde Kavramı bakımından hakiki sanat ne ise onu gerçekleştirir.” [3]
Başlıktan da anlaşılacağı üzere Hegel’in her bir ayrıntıyı en özsel yanmışçasına değerlendirerek ilerlettiği konuyu ne özetlemenin ne de bunu akıcı bir “bir başka deyişle” biçiminde ifade etmenin neredeyse imkânsız olduğu açıktır. Yol boyunca içerik ve biçimin tam uygunluk kazandığı ama bunun kalıcılık kazanamaması sebebiyle her bir birlik ya da tikel sanat biçiminin kendi içinde taşıdığı karşıtlık sonucu çözülmesi, ancak bunun sonucunda bir geri adıma regrese olmak yerine tinin yeni bir biçimde birliğe gelmesi izlenir. Tinin, hem yapıcısı olduğu hem yapılanı, hem de ortaya çıkan bütünlük olarak bu süreçte “İdeal kendi” olarak tatmine ulaşana kadar söz konusu temel kabul edilebilecek uğraklarda çeşitli halkların kültürlerinde, yönetim şekillerinde vb. gibi birçok alanın etkisinde ortaya çıkan eserler üzerinden bilincimizin “güzel” ideasına yakınsaması amaçlanmıştır diyebiliriz. Hegel Estetik derslerinin amacını şöyle açıklıyor: “… Sunum tarzlarının türetildiği içeriği sergilemekti, çünkü tüm insan-eserlerinde olduğu gibi sanatta da belirleyici olan içeriktir. Kavramı uyarınca sanatın görevi, kendi içinde içerik-yüklü olan şeyi tam uygun duyusal mevcudiyet içinde ortaya koymaktan ibarettir ve sanat felsefesi de bu içerik-yüklü şeyin ve onun güzel görünüş tarzının ne olduğunu düşüncede kavramayı ana uğraşı yapmak zorundadır.” [4]
Sadece Hegel gibi bir felsefî metin yazarı, iki ciltlik teknik bir kitabın en son sayfasında bütün bu yapmış olduğumuz zahmetli okuma çalışmasının amacını açıklayabilirdi. Bir romana benzetilebilir aslında, bütün olup bitenler romanın sonunda anlam kazanır ya, burada da düşüncenin kendi şekillenmeleri içinde hayranlıkla ve bir türlü tatmin olmama rahatsızlığı ile kendi bütünlüğüne tutkusu, düşünceyi süreci izlemeye ikna eder.
Modern dönemin yaşam tarzı henüz yeni şekilleniyordu ve siyaset bu yaşam tarzına uygun olarak evrimleşmek zorundaydı.
“Kuşaklar gelip geçerken kalıcı olan sağlam öge ancak yasada, etik hayatta ve devlette mevcuttur, tıpkı doğal yaşam ve edimsel eylem olarak yalnızca fânî, gelip geçici olan ve zamanın akışı içersinde yok olup giden her şeye Muselerin [5] süreklilik ve sapasağlamlık kazandırması gibi.” [6]
Hegel, 1800’lerde Yeni Toplum İnşası gereği üzerinden, kurumsallaşacak olan kavramları ortaya çıkarıp, zorunluluklarını göstererek tinsel evreninde tüm insanlık tarihini yeniden ve yeniden yürüyor görünür. Modernleşmenin anlamı 1800’lerde yaşamış Alman bir filozof için böyleydi; ancak söylemini “evrenselleri dirimli hale getirmek” biçiminde dile getirdiği için neredeyse Filo-Sofya’nın Klasik sanata denk gelecek nitelikteki ilk sunumunu da yaptı diyebiliriz; “biçimi ve içeriği” tam uygun diyebileceğimiz “Tinin Görüngübilimi”, Hegel tarafından “dile” getirilen bu felsefî eser Batı dünyası tarafından edebî şaheser olarak kabul edildi. Eserleri okunamaz, anlatılamaz ama yaşanır demek geliyor içimden, bizzat eser okunma esnasında aynı anda deneyimi (refleksyon) de içeriyor. Düşüncenin, kendi faaliyeti üzerine düşünme alışkanlığı kazanmaya başlamasıyla, rasyonun altında inim inim inleyen ideale tutkun yanımız ancak yolda olmanın huzurunu buluyor ve sanatta, tin kendisine en yakın temas ediyor. Nasıl ki bilimsel tutum ve felsefî anlayış, her dönemin en yüksek bildirimi olarak kabul edilen “vahye” muhatap olacak ortamı hazırlıyorsa, sanatsal duyarlılığın bu ortamı bütünlemesi sanki Tanrıyı, kulu yoluyla ortaya çıkan bu güzelliğe yönelmeye ve bir söz olarak vücut bulmaya ikna ediyor gibi.
“Sanatta erişilecek son nokta insanın içsel kendine yoğunlaşmasıdır” ve tam da bu noktada din başlar diyor Hegel. [7]
İnsanoğlu sanatsal faaliyetlerine idealin sezgisi ile başlar. “… Doğal olmayan şekiller üretimi ve onların fenomenal görünüşlerini, kullanılan biçimlerin yayılmışlığı, sınırsız genişliği ve görkemin aracılığı ile İdea’ya yükseltmeye çalışır. Çünkü idea, burada az ya da çok hâlâ belirlenimsiz ve şekilsizdir, oysa doğal nesneler şekilleri bakımından baştan sona belirlenimlidirler. Bundan dolayı, iki yanın birbiri ile bağdaşmazlığında, İdea’nın nesnel dünya ile bağlantısı negatif bir bağıntı haline gelir, çünkü içsel bir şey olarak İdea’nın kendisi böyle bir dışsallık tarafından doyurulmaz ve bu dışsallığın içsel tümel tözü olarak İdea, kendisine karşılık gelmeyen bu şekiller çeşitliliğinin tümünün üzerinde “Yüce” olarak varlığını sürdürür.” (Estetik 1-sy:76) diyerek bu aşamada sanatsal faaliyetin sonucunda ortaya çıkan eserler üzerinde tatmin bulamayan düşüncenin bu yeni içeriğinin doğal yanını olumsuzlayarak imge âlemini inşa ederken, bunu herhangi bir doğal ihtiyacını karşılama “amacıyla” yapmaz. Eserin işlevsel nitelikleri olsa bile amaçlanan işlev değildir ya da şöyle ifade edebilirim: Ortaya çıkan sonuç, doğal olmasa da tinsel işleve mutlaka sahiptir. Doğa alanında nesneler işlevlerine göre tanımlanırlar, tinsel alan nesneleri ise gayelerine göre. Sanat da işte bu tin doğa karşıtlığını uyumlu hale getirme ve aşma işinde sanatçı ve eseri arasındaki bu bitmez dialektik, iki yanı durmaksızın şekillendiren bu çetin savaş işin esas dinamiği olsa da, gene de tinsel dediğimiz alan uzlaşmayı sağlayacak kavram yani yeni içerik üzerinden ayrımlaşarak nefes alıp vermeye başlar. Sanatçıyı kendisine rağmen devindiren, daima meşalesiyle yolunu aydınlatan, önde giden yakalanamaz bir hayalin tutkusudur ama onu ve eserini sanat tarihine bağlayan “güzel” ideasının iç devimidir.
Hegel bu bağlamda: “… Tinsel olan ile salt doğal olan arasındaki farkı kazıyıp silmek ve dışsal bedensel mevcudiyeti, güzel, bütün bütüne gelişkin, ruha bürülü ve tinsel olarak canlı bir şekle dönüştürmek” işinin tam da sanatın işi olduğunu söyler. [8]
“Güzelde kesin ve değişmez olan tek şey, deyim yerindeyse, kendisi için görünüş ögesidir; sanat da dış fenomenlerin kendi içinde gitgide derinleşen saf görünüşünün gizlerini tasvir etmedeki ustalıktır.” [9]
Böylece bilinçsiz sembolikte [10] zengin içerik bilinçli sembolik [11] biçim tarafından malzeme olarak “yüce” için ortadan kaldırılır. Eserdeki soyutlamaya sanatçının soyutlanma edimi eşlik eder. Bu yolla “Yücelik, Mutlak’ı her dolayımsız var olanın üzerine yükseltir…” (Estetik 2-sy:87) der. Ayrımların netleşmesi açısından Hegel’in bir ifadesi de şöyledir: “Bilinçsiz sembolikte içeriğin ve biçimin mevcut bağdaşmazlığı örtük kalıyordu; buna karşılık yücede bu, apaçık bir bağdaşmazlık olarak görünüyordu, çünkü burada Mutlak anlam, Tanrı, hem de onun dışsal gerçekliği, dünya, açıkça bu olumsuz bağıntı içinde sunuluyordu. Fakat buna karşılık, tüm bu biçimlerde yine de baskın olan, semboliğin diğer yönü, yani anlam ile bu anlamı görünüşe getiren dışsal şekil arasındaki yakınlık idi…” [12] Burada yakınlıktan kastedildiğini düşündüğüm şey, ‘negasyon’ aracılığıyla, ulaşılmak istenenin ne olmadığını daha net göstermesi bakımından bir yakınlıktır. Ki böyle bir durumda bilinç kendini bir var olmayan olarak tespit eder ve ilk kez boş ve içeriksiz olsa da “varım” demiş olur.
Bilinçsiz ya da kökensel sembolikte bu karşıt yanlar birbirini dışta bırakan bir bağıntıya sahiptiler. Bu dışsallık ve tinin bu bölünmüşlüğü tam uygun olmayan bir şekildir ancak; Yücede özsel bağıntı halini alan da bu ilişkisiz yanların negatif ilişkisidir. Hegel: “Benzeştirmeli sanat biçiminde ise bağıntı bir yanın diğeriyle öznel ve dolayısıyla keyfi bir ilişkisi haline gelir… Yine de anlam ile şekli bir araya getiren, şeyin Kavramı değil de, yalnızca keyfilik ise, o zaman bunların her ikisi de tamamen birbirine dışsal olarak koyulmak durumundadır; öyle ki bu durumda onların bir araya gelmesi, birbirine ilişkisiz bir bağlanma ve bir yanın diğer yan tarafından salt süslenmesi olur. Bu yüzden burada ayrıca halis sanata ait olan uğrakların böyle tamamen ikiye yarılmalarından çıkan bu bağıntı yokluğu içinde semboliğin kendini ortadan kaldırışını açığa vuran ikincil sanat biçimlerini de ele almamız gerekir…” diyor. “Fakat sanatın Kavramı, anlamın ve şeklin birbirinden kopmasında değil, ama özdeşleşmesinde bulunduğu için, yalnızca onların tamamen birbirinden ayrılması değil, fakat aynı ölçüde her bir yanın diğeriyle ilişkisi de bu evrede bile apaçık görünür. Gelgelelim sembolik olan bir defa ışıldadıktan sonra bu ilişki artık sembolik türden olamaz. Bu ilişki, semboliğin asıl karakterini, yani daha önce irdelenen tüm biçimlerin üstesinden gelemediği, biçimin ve içeriğin bağdaşmazlığını ve her birinin bağımsızlığını aşma girişimi anlamına gelir. Fakat birleştirilecek iki yanın ayrılığı burada ön varsayıldığı için, bu girişim yalnızca bir ‘olması gereken’ olarak kalmak zorundadır ve bu girişimin taleplerinin yerine getirilmesi daha mükemmel bir sanat biçimine, Klasik sanat biçimine aittir.” [13]
“… Çünkü klasik güzelliğin iç varlığı, özgür bağımsız anlamdır, yani şu ya da bu şeyin bir anlamı değil, fakat bizzat kendisi anlamına gelen (bedeutende) ve dolayısıyla bizzat kendisini ima eden (deutende) şeydir. Bu genelde kendisini kendisine bir nesne yapan tindir.” [14]
Bu bağlamda “Mutlak” varlık bakımından her aşamasında sürecin olmazsa olmaz yanı olarak ve gitgide kendi için açığa çıkan saf yanı kendini öncesiz sonrasız resmetme yoluna girer. Eserlerin insan bedeninde somutlaşmış bir biçimde “mutlak”ı gösteriyor olması eserin yeniden doğa yanını artık bilinç için gereksiz bir varlık olarak ortadan kaldırarak, Mutlak’ın bu sefer öncesiz ve sonrasız olarak bireysel öznellik pozisyonuna geçerek kendi özsel edimi yoluyla Tanrının bizzat kendi şekillenmesi olarak İsa’da vücut bulur. Tinin dışsal bir ilişki kurması ile kendisinin dışsallaşması arasındaki fark burada Romantik sanat eserlerinin güzeli İsa Mesih’in tasvirlerindeki derin anlamda dışlaşır. Önceki dönemlerde imge dış malzeme olmaksızın ifade edilemezken, şimdi anlam malzeme ve kullanılan enstrümanın fizikî varoluşuna aşkın ama onu kullanarak form alan ifadelerin romantik biçimdeki keyfi yanlarından sıyrılır; bu evrede Hegel’in ifadesiyle romantik sanatçı: “… Bu hakikaten özsel ögeyi kendisine nesnel kılma, onu kendi kaynaklarından hareketle canlı bir şekilde tasarlayıp şekillendirme işini üstlenir yalnızca…” [15]
“Fakat sanatın kavramında bulunan özsel dünya görüleri ve bu dünya görülerine ait içeriğin bütün alanı sanat tarafından her yanıyla açık kılınırsa, o zaman sanat tikel bir halk için ve tikel bir dönem için her seferinde belirlenimli olan bu içerikten kopup ayrılmış olur ve bu içeriği yeniden kazanmaya yönelik hakiki gereksinim yalnızca o zamana kadar geçerli olmuş olan bu içeriğe karşı durma gereksinimi ile uyandırılır” .[16] Burada da sanatın özsel ediminin karşı koyma ya da malzemenin direncini kırma bakımından put kırıcılığı da içerdiğini söylemiş oluyor. Sanatın bir bakıma içtihadın öncülüğünü yaptığını da söyleyebiliriz burada.
Son olarak da Modern Sanat edimini şöyle ifade ediyor: “Nasıl ki her insan politik, dinî, sanatsal ya da bilimsel olsun, her etkinlikte zamanının çocuğu ise ve bu zamanın özsel içeriğini ve dolayısıyla zorunlu biçimini ortaya sermek onun görevi ise, aynı şekilde bir halkın tinine sanatsal olarak tam uygun düşen ifadeyi de bulmak sanatın uğraşıdır.” [17]
“…Her malzeme, her ne olursa olsun ve hangi dönemden, hangi ulustan gelirse gelsin, sanatsal hakikatini ancak canlı mevcudiyet içinde elde eder; sanatsal hakikat bu canlı mevcudiyet içinde insanın bağrını insanın yansısı ile doldurur ve hakikati bizim duygumuza ve tasarımımıza getirir.” [18]
Dipnotlar:
[1] G.W.F. Hegel, Estetik 1 – Güzel Sanatlar Üzerine Dersler. Payel Yay. (Çevirenler: Taylan Altuğ – Hakkı Hünler) s.73
[2] G.W.F. Hegel, Estetik 1. s.132
[3] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.168
[4] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.397
[5] Muse: Müzler veya Musalar (Yunanca Mουσαι – Mousai, Latince “Musa”) Grekoromen din ve mitolojilerinde kardeş tanrıçalar. Geleneksel olarak dokuz tanedirler. Çoğunlukla “ilham perisi” olarak tanımlanırlar. Başlangıçta muhtemelen sadece “şiir” tanrıçası iken zamanla bilim ve diğer sanatlarla da ilişkilendirilmişlerdir.
[6] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.210
[7] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.351
[8] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.177
[9] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.381
[10] Bilinçsiz Sembolik: Birinci evre, ne asıl sembolik olarak adlandırabilir ne de asıl anlamıyla sanat sayılabilir. Bu evre yalnızca her ikisine giden yolu inşa eder. Bu, tinsel anlam olarak Mutlak’ın, kendisinden ayrılmamış duyusal varoluşu ile doğal bir şekil içerisindeki dolayımsız tözsel birliğidir. (G.W.F. Hegel, Estetik 2, s.33)
[11] Bilinçli Sembolik ya da Benzeştirmeli Sanat Biçimi: Burada anlam yalnızca kendisi için bilinmekle kalmaz, fakat dışsal sunulma tarzından ayrılmış olarak açıkça koyulur da. Bu durumda, böyle kendisi için ifade edilen anlam, yücelikte olduğu gibi kendisine verilen şeklin anlamı içersinde ve anlamı olarak görülmez. Fakat, ikisinin birbiri ile bağlantısı, önceki evrede olduğu gibi artık tamamen anlamın kendisinde temellenen bir bağıntı olarak kalmaz; tersine bu bağıntı, şairin öznelliğine, onun tininin dışsal bir var olana dalmasına, genelde şairin zekasına ve buluş gücüne ait olan az ya da çok ilineksel bir iliştirme haline gelir… Bu tür bir bağlantı, naiv ve bilinçsiz sembolikten derhal şöyle ayırt edilir: Şimdi özne, hem içerik olarak aldığı anlamların iç özünü hem de bu anlamların daha yakından görüye-getirilmesi için benzeştirmeli bir tarzda kullandığı dışsal fenomenlerin doğasını tanır ve bu ikisini onların keşfedilen benzerliklerine dayanarak bilinçli ve maksatlı olarak bir araya getirir. (G.W.F. Hegel, Estetik 2, s.107)
[12] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.161
[13] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.162
[14] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.168
[15] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.387
[16] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.389
[17] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.387
[18] G.W.F. Hegel, Estetik 2. s.393