Okuma süresi: 7.36 mintues

Akıl dışı ve anlaşılamaz olan dünyanın ve doğanın oluştuğu andan itibaren korkuların, acıların etkili, insanın bu dünyada anlam arayışı içinde yaptıklarının anlamsız olduğu, hatta insanın kendisinin de anlaşılmaz bir yaratık olduğu görüşünde olan düşünür Friedrich Schelling varolmanın uğursuz bir şey olduğundan bahseder. Uğursuz olduğu konusu çok kabul edilebilir olmasa da, acıların, korkuların olduğu bilinen bir gerçekliktir.

Dünyanın acılardan ibaret olduğundan bahseden Hint felsefesi de, bu acıların, korkuların yok olabilmesi için arzu ve isteklerin söndürülmesi gerektiğini öğütler. Arzu ve isteklerden kurtulmanın yolu ise meditasyondan geçer. Meditasyon ile nefeslere odaklanıldığında kişiyi bireyleştiren bilinç ve kişiyi kozmosla birleştiren bilinç dışının birleşmesi ile aşkın bir düzeye ulaşarak, bilinçli bir farkındalık haline gelen birey, yaşamın tüm acılarının üzerine çıkan bir ruh olarak ölümden sonra yaşam olasılığını kabul eder, bütünlüğü algılar ve yok olma kaygısının anlamsızlığını fark eder.

Geçmişe baktığımızda evrende var olduğumuz andan itibaren yok olma korkumuz başlamıştır diyebiliriz ve devamlı varlığımızı hissetmek ve hissettirmek isteriz. Hatta daha öncesinde, anne bizim adımıza rahimde gelişmekte olanın var olabilmesi için koruyucu görevi üstlenmiş, ceninin rahimden düşebilme ihtimalinin korkusunu içgüdüsel olarak yaşamıştır. Bu duyguyu bebek dünyaya gelmeden bebeğe aktarmış olabileceği düşünülebilir, yani bebeğin doğduğu anda düşme korkusu refleksi ile doğması bu olasılıkla açıklanabilir.

Bebek doğduğu andan itibaren hayatta kalabilmesini sağlayan anneyi kendi parçası olarak bildiği ve ihtiyaçlarını karşılaması için ağlayarak dikkat çektiği hemen hemen herkes tarafından fark edilmiştir.  Daha sonra anneden ayrı bir varlık olduğunu fark eden çocuğun kendi kimliğini yaratmak için formasyonlar oluşturmaya başlaması, kendi eylemleri ile kendi düzenini yaratması, kimliğini oluşturmasını sağlar. Fakat anneden ayrı bir kimlik olduğunu fark edemeyen, içsel gücü gelişmeyen ve ihtiyaçları için dışarıdan destek bekleyen kişi ise dikkat çekmek için öfke, üzüntü gibi negatif duyguları kullanır. İhtiyacı olan desteği bulamadığında ise yok olma kaygısı yaşamaya başlar.

Aslında bu kaygı ve korkuyu hepimiz hissederiz ama bu duyguları nasıl  aşabileceğimiz içsel gücümüz yani irademiz ile bağlantılıdır. Karşı koyamayacağımız belirsizliğin bizi yeneceğini düşündüğümüz an yönetenin kendimiz olmadığını ve bizi yok eden gücün galip geleceğini kabul ederek kaygının oluşmasında önemli rol oynarız. Belirli bir nesnesi, sebebi ve kesinliği olmayan, henüz gerçekleşmemiş tehlikelere karşı gösterilen bir ruhsal durum olan kaygının kendi irademizi kullanamadığımızı bilmekten kaynaklandığını da söyleyebiliriz. Korktuğumuz zaman ihtiyacımız olan bedendeki fiziksel tepkilerin, kaygılandığımızda da hiç ihtiyacımız olmadığı halde gereksiz yere ortaya çıkması duygularla bedende değişimlere sebep olması, fiziksel hastalıkların kaynağını oluşturan ve aynı zamanda  büyük bir enerji kaybıdır.

Kant’ın “İradenin pratik akıl ile özdeş olduğu ve içgüdüler ile güçlü bir hale geldiği” açıklaması içgüdülerin kaynağı ve onların nasıl kontrol edilebileceği ile ilgili soruları akla getiriyor.

Kaygının temel sorun olduğunu ifade eden düşünürler, dünyanın içinde olma kaygısı ve sonrasında ise ölüm kaygısının olduğundan bahsederler.  Dünyada yaşayabilmek için bir düzene ihtiyaç vardır ve bunu yaratacak kişi yine kendimizdir. Yaptıklarımız düzen oluşturur fakat yine de dünyada düzenli bir bütünlüğü bulamayız, irademizin dışında kontrol edemeyeceğimiz güçlerin olduğunu fark ettiğimizde ve karar vermek zorunda hissettiğimizde ister istemez kaygı duygusunu yaşarız yani seçim yapma şansı kaygıyı da beraberinde getirmektedir. Yaptığımız seçimlerle deneyim kazanan, gelişen öz daha ileri gitmek ister fakat bedenin ona uyum sağlaması zor olur, bedene bağımlı olduğunu bilmek, bedensiz bu dünyada varlığın sürdürülemeyeceğini anlamak kaygıyı güçlendirerek arttırır. Beden ve öz’ün ayrı olmadığı fark edildiğinde kaygının kaynağı ortadan kaybolur fakat bedenin bulunduğu alan, gerçeklik sorgulanır.

Zamanı geldiğinde yaşamımız hakkında karar verebilme gücümüzü özgürlük olarak kabul edip, bunu isteriz fakat sonucu ne olursa olsun, iyi ya da kötü, sorumluluğu bize aittir ve kaygının sebebidir. Danimarkalı ünlü filozof Søren Kierkegaard bunun, “Çekici bir iticilik ve itici bir çekicilik” ya da “Sempatik bir antipati ve antipatik bir sempati” olduğundan bahseder ve kaygının çekici olduğunu ve insanı kendine bağladığını, yaşamı hakkında karar verebilme yetkisinin cazip geldiğini açıklamıştır. Kierkegaard bireyin kendi kendisini seçimleri ve kararları doğrultusunda var eden, eylemlerinin sorumluluğu altında yasayan bir varlık olan insanı sorgular ve sorgulatır. Kaygının insanın kendisi olamayacağının bir göstergesi olduğunu söyler, kişinin kendisi olabilmesi için kaygı içinde yaşamayı öğrenmesi gerektiğini savunur. Felsefî sistemlerin bireyi açıklamadaki yetersizliğini keşfetmesi de kaygıyı oluşturur.

Doğanın bir parçası olan insan aynı zamanda özgürlük alanına da sahiptir. Bu da insanın önüne sonsuz olanaklar sunmaktadır ve bu olanaklardan seçimler yapması ve karar vermesi bir birey olduğunu gösterir. Bu özgürlük hali de kaygının oluşma sebebidir çünkü olumsuz olanı ya da kötüyü seçebilme ihtimalide vardır ve bu yüzden insan bu sorumluluğu üstünden alacak sistemlere ihtiyaç duyar. Bunların en başında ise dinler gelir ve kişi bu sistemin içine gizlenir.

İnsan yapısının kötüyü sevmesi ile belirlendiğini açıklayan Schelling ise iyi olanın, insanın ben’inden yani egosundan kurtulmasının özgürlük olduğu ve ancak insanın kendini diğer insanlara ben’i terk ettiği zaman açabileceğini, bütünlüğü algılayabileceğini açıklamıştır.

Antik dönemde özellikle doğu öğretilerinde de egonun güçlü olması öze ve birliğe giden yolda engel olarak görülmektedir.  Bireysel ve evrensel bilincin birliğe getirebileceğini fark ettiren, aydınlanmaya giden yolda ahlak kuralları, öz disiplin, pratikler, nefesler, duyu organlarının pasif hale getirilmesi, mantralar, okumalar, konsantrasyon ve meditasyon teknikleri uygulanır. Varoluşsal kaygıyı çözebilmenin yolu kişinin kendi içine dönerek, dışsal etkilerden kurtulmasıdır. Kimliğimizi inşa ettiğimiz her şey geçici fakat asıl olan gerçeklik özümüze döndüğümüzde fark ettiğimizdir.

Heidegger ise iç ve dış dünyaya ait güvencelerin altında yatan güvensizlik duygusunun, var oluşun aslında hiç olduğunu algılaması için gerekli olduğu ve kaygıyı olumlu bir durum olarak görür. İnsan olabilme durumu ve insan olma ayrıcalığıdır.

Asıl varoluşun “Ölüm için var olmak” olduğundan bahseden Heidegger, kendi benliğini bulan kişinin yok olma kaygılarını yeneceğinden bahseder. Aslında ölüm bizi canlı tutandır.

Jasper’ın fikri ise bu dünyada kesinlikle kaygıya ihtiyaç olduğu yönündedir, aksi takdirde kişinin güvencede olamayacağını savunur.

Kitaplarda ya da filmlerde anlatılan kaygı ile yaşamdaki kaygı aynı olmasa da, kaygı ve korkuyu yeteri kadar hissettirmeyen kitap ya da filmler iyi olarak değerlendirilmez, ne kadar şiddetli hissettirirlerse korku ve kaygıyı o kadar iyi olarak nitelendirilirler. Kaygıyı kitaplarda ve filmlerde yaşamak isteyenlerin hayattan kaçmak istedikleri farklı bir âlem arayışında olduğu da tahmin edilebilir.

Kaynakça:

– Korku ve Kaygı, Tartışmayı düzenleyen: Hoimar von Ditfurth, Metis yayınları, Mayıs 1991

On June 3, 2013 researchers at Wake Forest Baptist Medical Center published a study titled “Neural Correlates of Mindfulness Meditation-Related Anxiety Relief” in the journal Social Cognitive and Affective Neuroscience which identifies brain regions activated by mindfulness meditation.

– İçsel Özgürlüğün Yolu, Patanjali, Arıtan Yayınevi, Kasım 1992,

– Altın Çiçeğin Sırrı, Richard Wilhelm, İstanbul Dharma Yayınları,2002,

– Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı, Yasemin Akış, Kayhan Matbaacılık, İstanbul, Şubat 2015

Nilgün Çevik Gürel
+ Son Yazılar