Sınır ilişkidir
İlişki farklılıktır
Farklılık çelişkidir
Çelişki harekettir
Hareket enerjidir [1]
Farklı hatta birbirleri için bir “başkası” olmuş belirlenimlerin aralarındaki gerilimin taşıyıcısı olduğu kadar, ortaklaştıkları nadir bir özelliktir sınır.
Sınır tek bir yanın değil her iki yanın da sınırıdır. Hem bitiş hem de başlangıçtır. Hem şiddeti artabilen karşıtlıktır, hem de yakınlığın umududur. Her koşulda sınır bir bağdır. Farklılık kadar ilişkiyi de gösterir. “Her ilişki son çözümlemede ayırt edici bir özelliği ve de karşıtlığı söyler. Onun için çelişki aslında bir ilişkidir.” [2] Sınır da ilişkinin kanıtıdır.
Sınır bir aradalıktır, diyalektik ilişkinin sahasıdır. Sınırlar, çelişen ve çekişen tarafların birbirlerine karşı zorunluklarını ve birlikte var kıldıkları bütünlüğü gösterirler. Yani sınır karşıtların ayırıcısı olmakla birlikte bütünlüğün de toplayıcısıdır.
Sınır kavramının dilde ve düşüncede bir söylenişi de “ve” bağlacı olmalıdır. “Ve” sayesinde iki farklı özelliği birbiriyle bağlarız. “Ve” sayesinde hem ayırır hem de birleştiririz. “Ve” sayesinde anlarız ki ilişki farklılıkta olur. “Ve” sözünü duyduğumuzda ilk elde anlarız ki iki farklı belirlenim var, bir de bunların ilişkileri. Düşünmeyi ilerlettiğimizde akıl ederiz ki bu farklı belirlenimlerin ortaklaştıkları bir dünya var. Bu dünya, sınırın her iki yanını da, sınırın kendisini de kapsayan bir bütünlük aslında. Bu bütünlük, bünyesindeki farklılıkların birliği ile anlam kazanıyor, öte yandan taşıdığı farklılıklarla bilince de farkındalık sunuyor. Bütünlükler bünyelerindeki zıtlıklarla, onların sınırlarının istikrarsızlığıyla hareketli ve bilinçleri dürtücüdürler.
Şayet sınır yoksa, şayet “ve” yoksa farklılıklar ve belirlenimler ayırt edilemez, hareketsiz ve görünmez olurlar: “Vahdet Deryası”. O bir sarhoşluk, kendinden geçiş, O bir coşkun idrak ama yaşam değil.
O derya “Ben” kavramında yayılır. “Ben”, burada artık ortaklaşan, evrensel ve sınırsız öznedir. Oysa farklı bir bene koşullandık. O bireysel ve sınırlı. O denli sınırlı ki, sınır kavramının taşıyıcısı, yayıcısı. Kendimiz sayesindedir ki, farklılıkları görüyoruz, sınırları ve sınırlamayı öğreniyoruz. Ayırıyoruz ve ayrıklaşıyoruz: Ben ve dışımız. Kendiliğimiz olmazsa bizim için sınırlar da olmazdı. Kendinden geçmek bu yüzden Vahdet Deryasının eşiği olmalı. “Ve” yoksa, sınır yoksa o zaman ben de yokum. Şu halde “ve” bireydir. Demek ki farklılıkları bulan, gösteren, ayıran, bağlayan, ilişki kuran, hem uzaklık ve gerilim, hem yakınlık ve sevgi taşıyan sınır, bendir, insandır.
Aslında insan aciz ve sınırlı. Taşıdığımız bu sınırlılık yüzünden sınır ötesi ilişkilere gereksinim duyuyoruz. İyi ki böyle, bu sayede başkalarıyla ilişki ve dostluklar kuruyor, giderek sınırlılığımızı aşacak bir bütünlüğe doğru yöneliyoruz.
Schwarz şöyle yazıyor: “Geleneğe göre hayat, insanın ve dünyanın eylemlerine ritim veren bir nefes gibi yaratılışın tüm unsurlarını dolaşan büyük bir soluk olarak kabul edilmelidir. Bu nefes iki yöne doğru bir hareket oluşturur. Biri kaynağından dışa doğru merkezkaç kuvvetle hareket eder, diğeri de merkeze doğru yani kaynaklara yönelen merkezi bir güçle hareket eder. Hayat merkezkaç güç sayesinde yayılır, dağılır ve yaratır. Merkezi güç sayesinde o, merkeze varır, dirilir, yenilenir.” [3]
Varlığın soluğu merkezden uca doğru yaratıyor, biliş uçtan kaynağa doğru derleyip topluyor. Varlığın hiçbir şeyi dışarda bırakmaksızın kapsayıcılığı, birlik içinde ayrımlaşarak saçılıp dağılması, farklılık ve farkındalıkla oluşan bilgi sayesinde yeniden toplanması insanın tin dünyasında iki ana kanal yaratıyor: Ontos (varlık) ve epistem (bilgi). Varlığa her an tanıklık ediyor, deneyimliyor ve bilgimizle tanımlıyoruz. Tin dünyamızla, edindiğimiz bilgi ölçeğinde varoluşu yeniden, üstelik çoğaltarak yaratıyoruz: “İnsan her şeyi ikileme kudretindedir”. [4]
“Allah, Âdem’e bütün eşyanın isimlerini öğretti”.[5] Yani insan, eşyaları soyutlayarak isimlendirmeye, varlığı bilgi olarak yenilemeye (ikilemeye) daha çocukluğunun ilk günlerinde başlıyor. Bilgi ağacından yediği meyve ile bilme boyutunda yaratıcı oluyor. Cennetten kovulmayla, sorumluluk, özgürlük ve bilinçlenme gereksinimini yükleniyor. Böylece insan ontosu epistemle çoğaltarak kucaklayan tek canlı oluyor. Her iki yanı da bilincinde taşıyan ve o sayede ilişkilenmelerini sağlayan insan böylece onların sınırında yer alıyor. Ontos epistemi, epistem ontosu geliştiriyor, olgunlaştırıyor, uygarlık ilerliyor. Varlıkla bilgi arasındaki sınır aslında bilinçtir. Yani insan bilinciyle sınır oluyor. Bu sınırın ve çelişkinin ötesini, bunları kapsayan bütünlüğü bilmeye, tanıklığa ve anlamaya çekiliyoruz.
Hz. Muhammed’e soruyorlar: “Çok az bir ömrümüz kaldığını bilecek olsak, kalan süremizde ne yapmamızı öğütlersiniz?” Güzeller Güzeli yanıtlıyor: “İlminizi artırın”. İbadet edin tövbe edin demek yerine öğüdü budur.
Kanımca insan, neyin, nelerin sınırı olduğunu bulsa bilse de, sınırları bağrında taşıyanı bulmakla, buluşmakla yükümlü.
Dipnotlar:
[1] Bu belirlemeler öylesineler ki sıralamayı ve sözcüklerin yerlerini değiştirseniz de anlam bozulmuyor.
[2] Metin Bobaroğlu, Dinle Neyden Felsefe Sohbetleri. “Çelişki İlişkidir”
[3] F. Schwarz, Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi.
[4] Metin Bobaroğlu, AAV Sohbetlerinden
[5] Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/31