Bu yazıda benim amacım bir tür antropolojik/sosyolojik yaklaşımla insanın sınırlarını ve yabancılaşma ile bu sınırlılık hâlinin ilişkilerini irdelemek. Sınırları aşmak için ne gerektiği konusuna ufak da olsa bir ışık tutmaktır.
Tüm canlı türleri arasında, doğduğu haliyle bu doğada var olamayacak tek tür insan. Doğduğu haliyle yaşamını sürdüremeyecek olması, insanın ilk sınırı. Öte yandan, diğer türlerden önemli bir farkla doğuyor ─son derece gelişmiş bir sinir sistemi ile. Doğduğu an, bu koşullarda var olamayacağını fark eden yavru, gelişmiş sinir sistemini kullanarak bir hayatta kalma stratejisi geliştirir. Bunu da kendisini büyüten diğer insanları modelleyerek yapar. O halde, insanın doğuştan gelen bu sınırlarına eklenen ikinci sınır, kendisine açık olan, ulaşabileceği modellerdir. Ana baba ya da başka bakıcıların hayatta kalma stratejilerinin sınırları, yeni doğanın da dünya görüşünü (hayat hakkındaki kanısını) belirler çünkü İnsan yavrusu, iç ve dış dünyayı algılamak için duyusal filtreler kullanır. Bu filtrelerin özellikle hangisini ve hangi sırada kullandığı aldığı modellerle büyük ölçüde çevrelenmiş olur. [1]
Genel kabul olarak belirtilen, yedi yaşında bir insanın karakterinin belirlendiği fikri de bu olgunun bir sonucudur. O yaşa kadar yapılan kayıtlar, bir gerçeklik haritası oluşturur ve ondan sonra iç ve dış dünya bu haritaya göre algılanmaya başlandığından, aslında yeni bir şey algılamak mümkün olmaz. Karakter dediğimiz şey bu gerçeklik haritası tarafından oluşturulmuştur. Sonra gelen bilgilerin algılanışı, temel yapıya bir kozmetik etki yapar ancak. Bu bağlamda, Türkçede ‘Bir insan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur’ deyişi, bilimsel bir doğruyu yansıtır. Başka bir deyişle, insan olma koşulunun ikinci sınırı, insanın karakteridir.
Bu sınırları aşmak, katarsis [2], inisiyasyon ya da meditasyon ve benzeri tekniklerle olasıdır. Bunun için kişinin sınırlarını fark etmesi ve aşmak istemesi doğal olarak önkoşuldur. Bu farkındalık sonucunda arayış için yola koyulma, yolculuğun kendisi ve varılan nokta sınırların genişleyip genişlemediğini, ya da tamamen ortadan kalkıp kalkmadığını (Bu mümkünse eğer ki bu ayrı bir tartışma konusudur) gösterir.
Buraya kadar bir canlı türü olarak insanın doğasından kaynaklanan, bir başka deyişle, Antropolojik sınırlar bir ölçüde irdelendi. Üzerinde durulması önemli olan ikinci boyut ise Sosyolojik, çünkü insan bir boşlukta değil, diğer insanlarla karmaşık ilişkiler ağında var olabilen bir canlı.
Doğa, işlenmemiş hâliyle, insan ihtiyaçlarını karşılamak için sınırlı olduğundan, insan doğayı ‘yiyebileceği yiyecek, giyebileceği giysi ve içinde yaşayabileceği bir barınak üreterek’ dönüştürür [3]. Bu dönüştürme faaliyeti endüstridir ve diğer tüm faaliyetlerden üstündür. Marx’a göre bu faaliyet başka alanlardaki tüm faaliyetlerden daha elzem, müşkül ve zaman alan bir faaliyettir.
Endüstri, insan ihtiyaçlarını karşılamak için vardır ama endüstri de yeni yaşam koşulları yaratarak yeni ihtiyaçların doğmasına neden olur. Doğayı yeniden biçimlendirirken, yani endüstriyel faaliyette insan, yeni tür ve derecelerde tatmin sağlamak üzere güçlerini yetkinleştirir.
Emek, ‘hem insanın hem de doğanın katıldığı bir süreç’ olarak tanımlanır . Bu etkileşimde insanın doğayı işleme biçimi kendi kontrolündedir ve bu yolla, doğadan istediklerini elde edecek biçimde onu dönüştürür.
Her emek sürecinin üç temel öğesi vardır:
1) İnsanın kişisel faaliyeti, yani iş,
2) O işin öznesi,
3) İşin araçları.
İnsan emeğinin ayırt edici özellikleri:
1) İnsan nesneyi önce zihninde oluşturur.
2) Üretim faaliyeti bilinçlidir.
Bu ikinci koşul, insanın yapmakta olduğu işten kendisini ayırabilme yeteneğini öngörür. Bir başka deyişle, kişi kendi aksiyonları ile bir aktör olarak kendisinin farkının bilincindedir.
Bir kullanım değeri yaratma süreci olarak emek (yani kişinin iş görebilme yetisi, kapasitesi), nihayetinde, insanın kendisinden ayrılamayacak, soyutlanamayacak bir özelliğidir. İnsan kendi ihtiyaçlarını karşılamak için emek sarf ettiğinde, özneye kendisi karar verip, araçlara da sahip olduğunda, sorun yoktur. Ancak bugün de hâlâ geçerli olan kapitalist sistemde, emeğin öznesinin kararları, emeği sarf edenden başkaları ve araçların sahibi de yine başkaları olduğunda sorun doğar: bu soruna yabancılaşma diyoruz. O halde, bu sistemde kişinin sattığı ve üretim araçlarını ellerinde bulunduranların satın aldığı, kişinin belli bir süre içinde iş görebilme yetisidir. Ve üretim araçlarını elinde bulunduranlar bu sürede en çok verimi alma ‘sorumluluğunu’ taşırlar. Böylece endüstriyel faaliyet, kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bilinçli olarak seçtiği bir faaliyet yerine, bir makinenin uzantısı olarak harcadığı bir çabaya dönüşmüştür. Neyin neden ne kadar zamanda ve nasıl üretileceği üzerinde hiçbir denetimi olmayan insan böylece tüm üretkenliğinden soyulmuş ve kendi emeğine ve sonuçlarına yabancılaşmış olur. Kendisini, kendi faaliyetinden ayıracak bilinci yitirmiştir. İnsan yaratıcılığına, üretkenliğine bundan daha büyük bir sınır düşünülebilir mi?
Mesele ‘sınırlanmışlıkla’ kalmaz. Üretim sürecinden yabancılaşmış, işin bütününe, kendi rolünün ne olduğuna vakıf olmayan ve ne için, kim için, ne zaman, ne kadar ve ne üretileceği üzerinde hiçbir tasarrufu ya da bilgisi olmayan insan, bu süreçle ilgili tüm sorumluluklarını da devreder.
1979 yılında İngiltere’de ‘Emek Süreci’ üzerine Sosyoloji doktoramı [4] yazarken, otobüs şoförleri greve gitmişti. Konumla ilgili olduğu için bu örneği tezimde de kullandım [5]. Greve gitmelerinin nedeni, otobüsler tamir edildikten sonra resmî olarak kontrol edilmelerini istemeleriydi. Bunun nedeni ise, tamir edildikleri halde sefere çıkan otobüsler yine de arızalı olabiliyordu ve bunun sonuçlarına kendileri katlanmak zorunda kalıyorlardı. Sendika ve işçilerin buna karşı istedikleri yeni bir ‘kontrolör’ tahsis edilerek, kontrolü yapılmış tüm tamir edilmiş otobüslerin yeniden kontrol edilmesi idi. Bir seviye daha hiyerarşi yaratarak sorunun çözüleceğine inanıyorlardı. Bir başka deyişle, ilk kontrolörler görevlerini iyi yapmıyorlardı ve bunun sonucunda şoförlerin düşeceği durum ile ilgili bir bilinçten yoksundular ama nedense yeni atanacak kontrolörler sorumluluğu yüklenerek görevlerini yapacaklardı. Bu düşüncenin mantığı gereği, sorumluluk sonsuza kadar yeni kontrolörlere devredilebilir ve en sonunda Tanrı’ya kadar uzanabilir ki Tanrı kavramı da kendi içinde sonsuz bir kavramdır.
Bugün içinde yaşadığımız toplumların doğaya, insana ve yaşama karşı duyarsızlığı, sevgisizliği ve gaddarlığı (en basit biçimi ile kâr hırsı ile doğanın acımasızca talanı ve en uç biçiminde savaşlar) bu bağlamda sosyolojik olarak açıklanabilir sanırım. Marx’ın, sanayileşmiş toplumların işçi sınıfı için söylediği meşhur ‘Zincirlerinden başka koparacakları bir şeyleri kalmayacak’ ibaresi de bence bunu betimler. İnsan artık emeğinin sonuçlarından sorumlu değildir, çünkü emek süreci bilinçli bir farkındalıkla yapılmamaktadır.
Konunun benim için önemli olan bir başka boyutu da erkeklerden farklı olarak bu sürecin kadınları nasıl etkilediğidir. Çağımızda dişil ilkenin yok varsayılarak tamamen eril ilke ile yönetiliyor olmamız ve kadın erkek toplumun büyük kesiminin, eril değerleri içselleştirmiş olması, bir yanı ile yabancılaşmanın bir sonucudur.
(Marx’ın da vurguladığı gibi, ilk üretim süreci kadınla erkek arasındaki cinsel ilişki ile gerçekleşen üretim sürecidir. Bu nedenle o ilişki, diğer tüm üretim ilişkilerinin temelini oluşturur. Bunun başlı başına kendi içinde irdelenmesi gereken önemli bir konu olduğu kanısındayım ancak bu yazının konusu olmadığı için konumuzdaki bağlantısına değinerek geçeceğim.)
Öte yandan, eril değerlerin egemenliği kadının toplumda nasıl görüldüğü ile de ilgilidir. Bu konuda John Berger [6] önemli bir ışık tutuyor ve anlam bütünlüğünü bozmamak için, uzun bir alıntı yapacağım:
“Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın, hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. (…) Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona.
Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar.
Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.” [7]
John Berger’in vurguladığı, kadınlık durumunun sınırlarıdır. Bu sınırları çizen erkek-egemen toplumsa, aynı zamanda, var olabilmek için erkek-egemen değerleri içselleştirmesi gerektiğine inanan kadının kendisidir de. İşçi sınıfı ile benzer bir biçimde, kendi özgünlüğüne, yaratıcılığına gem vuran, sınır çizen sistemin, gönüllü işbirlikçilerine dönüşmüşlerdir. Kadının özel durumunda, kendisinin farkının bilincinde olmak yerine, başkasının gözü ile kendisinin ‘farkında’ olma durumuna indirgenmiştir. Elveda Sophia, Elveda Fatma! [8]
Son olarak, çağımız insanının kendisini içinde bulduğu cendereyi anlamak için işin ruhsal boyutuna da bakmak yararlı olabilir. Bilindiği gibi, insanın ‘varlığı’ sınırsızdır ancak sınırlı bir beden içinde hayat bulur. Düşünceler de sınırsızdır, akışkan bir halde evrende bulunur. Her birimiz, kendi monitörlerimizin [9] özelliklerine, antenlerimizin gücüne göre uygun düşünceleri çekiyor. Yukarıda, her birimizin monitörünün sınırlarını belirleyen çeşitli Antropolojik ve Sosyolojik olgulara değinildi. Varsayım odur ki, bir kez ‘birliği’ (bir olma hâlini) kavradığımızda sınırlar kalmıyor. Bunu şöyle de söyleyebiliriz; her yaptığımız eylem, hatta düşüncelerimiz bile her şeyi ve herkesi etkiliyor ve sonuçta bize dönüyor. Eylem ve düşüncelerimizin sonuçları hakkındaki bilinçli farkındalığımız da bir anlamda tüm sınırların kalkmasıdır. Gerçek özgürlük de bu olsa gerek.
Stanley Kubrick’in 2001 adlı ünlü filminde (Space Odyssey – 1968) bilgisayar HAL 9000 sanırım, bütünü kapsayabilen bir ‘monitör’ü temsil ediyordu. Umarım bunu insan yapısı makineler değil, bir gün insanlar gerçekleştirir.
[1] “Bebekler doğduklarında tabi ki ‘boş levha’ değildir; bir yığın problem çözme gerecini kalıtsal yolla almış ve elde hazır çözümlerle işe başlamışlardır. (…) Özelleşmiş nöral programlarla dünyaya gelirler.” David Eagleman, “Incognito” Beynin Gizli Hayatı, Domingo Yayınları, Çeviren: Zeynep Arık Tozar, 2013, s. 84. Yazar, genel bilgilenme için Boğaziçi Üniversitesi Yayınlarından Cosmides ve Tooby, “Cognitive Adaptations” ve ayrıntılar için Steve Pinker, “The Blank Slate”, eserlerini salık vermektedir.
[2] Arınma (Yunanca: Κάθαρσις) olarak da bilinen katarsis, Aristoteles’in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır.
[3] Karl Marx, Capital, Volume 1, (1976, 1979), Penguin, ss283-306, ve 1844 Manuscripts, (1973) ss-106-119
[4] “Conciousness and the Labour Process in a Turkish Factory” – Şule N. Torun (Aytaç), DPHİL, 1981, Univ. Of York
[5] Age, s.xvii
[6] John Berger çağımızın önemli bir düşünürü, sanat eleştirmeni ve yazardır. Türkiye’de de iyi bilindiği kanısındayım John Mohr’un harika fotoğraflarıyla birlikte yazdığı ‘A Seventh Man in Europe’ (Avrupa’da bir Yedinci Adam) adlı kitabında Almanya’ya Türkiye’den göç eden ilk işçilerin serüvenini, baştan sona izlemiş ve olağanüstü empati yeteneğini de ortaya koymuştur. Bu insanların yaşadığı değişimi ve yabancılaşmayı inanılmaz bir sezgiyle sergilemiştir. Süreci, bunu yaşayanlar gibi anlamamızı sağlamıştır. Aynı şeyi, Fransa’nın bir dağ köyünde inzivaya çekilerek, tarımsal üretimi ve yaşamı ‘The Pig Earth’ (Domuz Dünya/Toprak) adlı kitabında da, yok olan bu yaşam tarzına hayıflanarak, bizlerin de neleri yitirdiğini betimleyerek yapmıştır. Bunun dışında birçok romanı, sanat eleştirisi makaleleri ve anı kitabı da vardır.
[7] John Berger: “ Görme Biçimleri”, Metis Yayınları, Çev. Yurdanur Salman,13. Baskı, Eylül 2007, s. 46
[8] Sofya (hikmet, Yunanca: Σοφία). İslam’ın dişil hikmeti Hz. Fatma’ya göndermedir.
[9] Metin Bobaroğlu’na göre tecelligâh; tasavvufta beyin.