Okuma süresi: 6.26 mintues

Varlığın sesine itaat eden düşünme
Varlığın hakikatinin dile geleceği
Varlığa uyacak sözü arar.
Tarihsel insanın dili
ancak bu sözden kaynaklandığında uygundur.
Heidegger

Sıradan yaşam üslubunun kölesi olan bir insan, tarihsel bilinci ve kimlik sorununu nasıl değerlendirebilir?

Güven Savaş Kızıltan’ın belirttiği gibi Heidegger’in Das Man olarak adlandırdığı “sıradan yaşam üslubu”nun genel nitelikleri, bağımlı olma ve halis olmama’dır.

Bu üslupla yaşayan bir insan “kendisi” değildir, “öteki”dir.

Bu üslupla yaşayan diğerleriyle aynı kalıplar çerçevesinde düşünür, aynı normlara göre davranır, aynı amaçlar için harekete geçer, aynı şekilde sever, inanır.

Bu üslupta takılıp kalındığı sürece insan kendisini ve çevresini şu üç yolla anlayabilir ve yönetebilir: “gevezelik”, “merak” ve “iki anlamlılık”. Dolayısıyla öyle bir anlamlandırma etkinliği uygular ki, sürekli olarak kendi varlığından kaçar.

“Gevezelik”, insanın herhangi bir varolana, bir nesneye, bir kitaba, bir kişiye, “onunla bir varlık ilişkisine girmeden yönelmesidir.” Onun için önemli olan “varlık”tan çok “sözcükler”dir. Dolayısıyla ilişkilerde yüzeysellik hakimdir ve varlık örtülüdür. Sıradan ve kulaktan dolma bilgilerle “her şeyi anlamış olma” iddiasında bulunulur. Edebiyat ve felsefe alanındaki gevezelik ise daha önce yazılmış yüzeysel metinlerin kaynak alınmasıyla kendini gösterir.

“Merak”, insanın sabırsızlık ve tedirginlikle bir konudan ötekine, bir kişiden ötekine geçmesi, gerçekten tanımak, anlamak ve bilmek için değil de, görmüş olmak için görmek ve bilmiş olmak için bilmek gibi arzularla hareket etmesidir. Bu tür merak genellikle gevezelik tarafından yaratılır ve beslenir. Nelerin görülmesi, nelerin okunması gerektiğini gevezelik söyler.

“İki anlamlılık”, insanın kendini ve çevresini, gevezelik ve merak yoluyla anlamaya çalışırken bir belirsizliğe düşmesidir. Her şey bir maske altında sunulmaktadır. Her şey bir yandan “anlaşılmış ve kavranmış” gözükürken, diğer yandan “anlaşılmamış ve kavranmamış” gözükmektedir. Her şey iki anlamlıdır çünkü “halis olan ile olmayanı ayıracak ölçüt” yoktur.

Sıradan yaşam üslubunda, halis ve dolu dolu bir yaşam sürüldüğü kuruntusu egemendir. Bu kuruntu ise hem bir teselli hem de bir körleşme’dir. Ölüm karşısında tam bir körlük içindedir. “Sonunda ölünür bir gün” der, ve bu cümledeki “ölünür”ün öznesi “hiç kimse”dir.

Sıradan yaşam üslubunda belirli duygu, düşünce ve davranış kalıpları, değerlendirme biçimleri egemendir. Değişmeyen özellikleri “yüzeysellik”, “sıradanlık” ve “bilimsel temelin bulunmayışı”dır. İsa’yı çarmıha geren, Sokrates’i ölüme mahkum eden, Nietzsche’yi, Van Gogh’u, Kafka’yı, Faulkner’i yıllarca unutulmaya terkeden ve daha sonra da “yine anlamadan” onların heykelini diken işte bu sıradan yaşam üslûbu’dur.

Sıradan yaşam üslubu, insanın kendi varlık birliğiyle yüz yüze gelmesini, bir kişi olmasını ve kendi varlık birliğiyle yüz yüze gelmiş bir kişi olarak kendisi ve çevresiyle ilişki kurmasını engelleyen öğelerin bütünüdür. Bütün değerlerin ve bu arada “ana değer olarak insan”ın içeriğinden yalıtılarak yozlaştırılmasıdır. Önyargılar, değer yargıları ve tutumlar bütünüdür. Başka bir yaşam üslubunun olabileceğine ilişkin her türlü bilgi ve sezgiden yoksundur.

Kızıltan’a göre Nietzsche’nin tüm felsefesinde sorun edinilen tek bir konu vardır: “İnsanın büyüklüğünün ve yüksek bir kültürün olanağı.” O günden bu yana ise görüldüğü gibi insan gittikçe küçülmüş ve Ioanna Kuçuradi’nin deyimiyle insanın yüzü silinmiştir. Nietzsche’den bu yana kendisini kuşatan bataklıktan çıkmak zorunda olan insanın bir ana değer olarak tozdan, kumdan ve çamurdan öte bir anlam taşıdığı yeterince anlaşılmış değildir. Diğer yandan Nietzsche’nin “sürü insanı” diye nitelendirdiği ve “yaratıcı insana” karşıt bir tip olarak gösterdiği insanın da, Nietzsche’nin görüşünün aksine, yapısı gereği “bütün pınarları zehirleyen” birisi olamayacağı, pınarlara giden yolları o döşediği halde payına hep kirli sular düştüğünden ya da kendisine hep aldatıcı pınarlar gösterildiğinden, değerli “yaşantı” olanaklarından yoksun bırakıldığından, kendi gözünde kendisinin ve dünyanın küçüldüğü de yeterince anlaşılamamıştır.

Henüz bütün pınarlarımız kurumuş, denizlerimiz de tümden çekilmiş değildir. Ancak, kuyular sadece petrol aramak için kazıldığında, denizlere sadece petrol ve savaş gemilerinin geçebileceği bir yol olarak bakıldığında, insanın yüreğinin kuruması kaçınılmazdır. İnsanın ana değer olarak görülmemesinden kaynaklanan bu kuraklığın ve buhranın, aynı zamanda insanın geleceğine nasıl bir yön vermesi gerektiğine dair bir ipucu oluşturduğu da söylenebilir.

İnsanın ne’liği ve bunun değerler, tutumlar ve yaşantılarla ilişkisi sorgulandığında, metafizik anlamda bir öz (essentia) değildir söz konusu olan. Öte yandan insan fenomenlerine bakıldığında, insanın yapısının belirtileri değiştiği halde değişmeyen, kendi varlık yapısının niteliklerinin oluşturduğu bir “çekirdeğin” var olduğu da apaçık görülmektedir. Bu çekirdek, onun bir özne olarak salt kendisine özgü olan, biricik olan bazı etkinliklerinin temeli üzerine kuruludur ve insanın değerini oluşturmaktadır.

İnsanın değeri derken, insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini kastetmektedir Ioanna Kuçuradi. Ona bu yeri sağlayan, özelliklerinin bütünüdür, olanaklardır. İnsan bilen, düşünen, karar veren, eylemde bulunan, amaçlı hareket eden, zaman bilinci olan, çalışan bir varlıktır. Bu olanaklarıyla insan tarihi oluşturmuştur ve oluşturmaktadır. Toplum düzenleri, kültürler, bilgiler, ilkeler, sanat yapıtları, felsefe yapıtları, tekniğin ürünleri, insanın yapısal özelliğinin ürünleri ve belirtileridir. İnsanın tarih içinde bilincine varılan ve genişletilen olanakları, onuru, insanın değerini meydana getirir. Ve özgürlük hep insanın, kişinin ve toplumun değeri olarak çıkar karşımıza.

Halislik ihlâs ile aynı kökten türetilmiş bir kavramdır. İnsanın kendisini hüve olarak, an varlık olarak gerçekleştirmesiyle ilgilidir. Bu arı varlık değerleri ve erdemleri yansıtacak aynadır. Sıradan yaşam üslubundan kurtuluşun işareti insanca bir sıcaklıktır çoğu kez. Sevgi, saygı, şefkat, güç, cesaret, onur, işbirliği gibi değerlerin yaşantısıdır.

KAYNAKÇA:

  1. Güven Savaş Kızıltan, Kişinin Silinen Yüzü-Çağımızda Yabancılaşma Sorunu, Metis yayınları, İstanbul, 1986. (Yazı ağırlıklı olarak bu kitaptan derlenmiştir!)
  2. Ioanna Kuçuradi, Çağın Olayları Arasında, Şiir Tiyatro Yayınları, Ankara, 1980.
  3. Martin Heidegger, Metafizik Nedir, Çeviren: Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1991.
Cengiz Erengil
+ Son Yazılar