Dost’u hep Biz, yitirdik
o ya da ben değil.
Enis Batur
Hani Akabe’den
Geçecektik ya
Dost’la yürüyerek.
C. E.
BİR
Usta ile söyleştiğin bir doruk sohbet sonrası tek başına yürüyeceksin Akabe’den geçerek soğuk güz içinde turuncu gün batımına.
Belki gökyüzünde yağmurdan sonraki soluk ayın izi olacak.
Yol’u Usta ile birlikte yürümenin her zaman doruk söyleşilerle dolu olduğunu biliyordun.
Usta’nın Dost olduğunu da, ya da O işte…
İKİ
Aslında 1970’lerin başında Kurtuluş’ta ve İktisat Fakültesi’nde başlattığım yürüyüşünde arkadaşların vardı belki, ama hep yalnızdın. Varoluşsal bir yalnızlıktı bu. Asabiydin. Avuçların ne çok terlerdi, ellerini ne çok yıkardın. Şehvet ve şiddetin korkusu muydu bu?
O dönemde yüzlerce kitap satın aldın, bazılarını okudun, ama hiçbir şey anlamadın. İtiraf et, zanlarından başka… Bütün bunları şimdi samimi olarak bir düşün. Bildiğin her bir kavramı, tek tek ve dizge içindeki işlevleriyle 1984 baharında Şişli’de başlayan yeni yürüyüşünde öğrendin. İsmail Emre’yi, Muhyiddin Arabî’yi, Hegel’i; kısaca tasavvufu ve felsefeyi meşk ettin.
Şimdilerde tek başına okuyup anlamlandırsan da, Krishnamurti konferansları versen de, o günlerde hep çifttin. “İkide bir bu, birde bir değil”, dememiş miydi?
Artık tek başına olsan da yalnız ya da bir başına değilsin, biliyorsun bunu değil mi?
Çünkü artık avuçların da terlemiyor.
ÜÇ
Yol muhataralıydı ve Akabe sözcüğü sarp geçidin tehlikeleri anlamına geliyordu ya, yollarda yürüyen kimbilir kaç kişiydik o günler ve geceler boyunca.
Yolunu yitirenler, intihar edenler, ölenler çıktı aramızdan.
Kim nereye kadar yürüyebilecekti? Bu soruyu hiç sormamıştın kendine.
Günübirlik yaşamayı seçmiştin bir tek.
DÖRT
Kaç yıl önceydi yol-daşlarına ve sana “Ne öğrettim ben size bunca yıl?”, diye sorulduğunda?
“Hiç biriniz halden anlamıyor. Hiçbirinizde sevgi yok.”
Halden anlamak ve sevgi olanca ağırlığıyla o gün mü girmişti yaşamına?
Ya Öteki Usta, “Kov bu tiryakiyi” diyerek seni işaret ettiğinde, “Kenarda dolaşıyor, içeri girmiyor” dediğinde, kendi içine girmekten bahsedildiğini bu sözden kaç yıl sonra anlayacaktın?
“Buraya geliş nedeniniz nedir?” sorusunu anımsa.
“Allah aşkı ve nefs mücadelesi” diye yanıtlamıştın ya. Tabi, O’ndan öğrenmiştin tüm soruları. Yanıtları da…
BEŞ
Beyoğlu’nun yozlaştırıcı etkisinden artık kurtulman gerektiğini biliyorsun. Rüyaların yoluyla gelen mesajları göz ardı ettiğinden geciktiğini de. Kendini pazarlamadan “sade” yazma konusunu düşünmelisin yeniden. Yazının masumluğu, biricikliği, özgünlüğü, an ile bağıntısı…
Yazının sadeleşmesi karakterini de sadeleştirecek.
Ya da karakterinin sadeleşmesi yazılarını sadeleştirecek.
Böyle bir yazının ardından gelebilecek kimlik, ben kimliği, yazar kimliği, iradi bellek ya da her neyse işte.
ALTI
Ayırmayan, bölmeyen, yargılamayan, paylaşımcı bir şefkat ve sevginin yokluğunda; kibirli, kırıcı, egolu, üstünlük iddiasındaki zor kişilik, kabuk ben, bir gölge gibi kişilerin yanından hiç ayrılmayan. Tepkisel zihnin kırılganlığı ve kırıcılığı. Kadın, para ya da hükmetme arzuları için manevî kimliklerini kirletenlere güvenilemeyeceğini biliyorsun. Her davranışları bunu açığa vurur ve bunu herkes sezinler.
Bir önceki notu şaka ve ironi katarak yeniden yazmalısın.
Fazla ciddîleşen bir insan neden çekilmez olur, bir düşün.
Yaşamına sevinç ve alçak gönüllülük katabilmen için yaşama sanatını kendi içinde ve yaşamında keşfetmelisin. Kolay insan ol, eskisi gibi zor değil…
YEDİ
İster dilbilim ve psikanalizle geliştirilen marksist yeni öznenin – (1), ister Batı tarzı aydınlanma çağı bireyinin, ister tasavvuftaki kâmil insanın, ister bir protestanın, ister Krishnamurti’deki yeni insanın, ister bir Raja Yogi’nin kuruluşu olsun, yürünecek bütün yolların ortak bir yapısalcı haritası çıkarılamaz mı?
Bir dönüşüm haritası.
Kararlılığı, disiplini, dönüşüm arzusunu, çabayı … içeren.
Yol’un doğruluğu ise sonunda belli olacak. Bir ağacın ne ağacı olduğunu öğrenebilmen için meyvanın olgunlaşmasını beklemelisin. Unutma ki sen de bir tohumsun aslında.
SEKİZ
Doruk söyleşileri…
Enis Batur
“Yürüme” isimli kitabı okurken düşünsel bir yolculuğa çıkan, farklı yollardaki gezginlerin bir şimşek parıltısında yaptıkları kısa fakat doruk söyleşileri soruşturan yazarı anımsa.
“Biz, yürümeye başladığımızda, 1960’ların sonları, kimbilir kaç kişiydik?
Yol’unu, yollarını hepten yitirenler çıktı aramızdan. Bir yitirip bir bulanlar; yol’dan korkanlar;
Yolculuk yorgunları.
Yürüyüp gidenler şimdi neredeler?
Yürüyüşsüz hayatlar nasıl?
Yol’un burasında, sorular erken.
Bir eylem olarak Yürüme’k seçilmişse, bir hal olarak Yürüme eksik olmayacaktı günden geceden. Yol’un başında soruyorduk, çokluk sessizce, hep kendi kendimize: Kaçımız, hangimiz, ne(reye) kadar yürüyebilecek – yürüyebileceğiz? Yol’un başında anlamıştık: Ortak kaygılar, zıtlıklar, zemin birlikteliği değil de harita ortaklığı, saatın paylaşımını belirleyiciydi.
“Yürüme”de yol alırken, her adımın kayboluşundan bir sonsuz yürüyüş provası çıkageliyordu.
Bir başına Yürüme’k.
Bir Eylem olarak Yürüme’k.
Belleğimizin – bizim için hâlâ uzak kayıtlarında, ilk fiillerin yarattığı güçlüklerin nasıl yer ettiğini bilemiyor, kestiremiyoruz. Doğmadan önce, doğarken neler yaşadığımızı öğrenemeyeceğiz. Ölmeden az önce, ölürken neler yaşayacağımızı anımsayamayacağız.
İlk fiillerin izleri de boşlukta.
İlk seslerin, hecelerin, kelimenin sökün edişi.
İlk emekleme, ilk ayağa kalkış, ilk adım (…)
Yürümeyi öğrenme güçlüğüyle yürüme aczi içine düşüş arasında geçip giden hayat, hayatlar.
Onun, onların içinde yol almak, yön bulmak, yitirmek, yer değiştirmek, yer değiştirdiğini sanmak.
Sayfadan sayfaya “Yürüme”k.
Belki bundan, hem bir başına yürüyor Oruç Aruoba, hem de Heidegger’le birlikte.
Büsbütün yalnız olunabilir mi(ydi), yürürken, sanmıyorum: İçimizde bize benzeyen, bize benzediğini bildiğimiz birinin (daha) yol almasını, yön aramasını, yer etmesini hep bekledik.
Kimdi o: Yoldaşımız mı, yoldaşı olduğumuz Kişi, kişilerden oluşan bir imge mi? (…)
“Bir Başka Tepe” olduğunu bilsek bile, ötekiyle kem bir yarışın ortasında bulduğumuz anlar da vardır, kendimizi. Yol’u şaşırırız. Kişi’nin kendi, doğru yönü adına bir denek noktasını gözden yitirmemesi, bambaşka bir güzergâhta dengi, denkleri olması gerektiğini unutmaması,
onunla, onlarla
belli bir ortak saat uyarında
gece gizlice bulaşacağı bir akabe’yi zihninde ve gönlünde taşıması yoldaşlığın
vazgeçilmezliğinin kanıtı değil midir? (…)
Dost’u hep Biz yitirdik – o ya da ben değil.”- (2).
DOKUZ
Yaşam sürecin içinde Dost’la ya da Usta’yla karşılaşman bir ayrıcalıktı, nedenini tam olarak anlamamış olsan da. Şimdi 1939 yılında bir dergiyi karıştırırken yaşlı Çinli adamın fotoğrafıyla karşılaşan batılı yazarın öyküsünü anımsa. Yaşamında ustam diyebileceği bir kimseyi tanımamış olmasından dolayı üzüleni. 1969 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide “Zaten bu bütün Batı için geçerlidir. O da Usta’dan yoksun. Hep bekliyorum. Hâlâ birine rastlamayı bekliyorum. Örneğin gerçek bir Zen ustasına” , diyeni. Yaşlı Çinli Adam’ın fotoğrafını, kendi ürettiği resimlerle birlikte galerilerde sergilemekten zevk duyanı.
“Fotoğrafı bir dergide bulmuştum, otuz yıl önce (1939); fotoğrafı kestim, çerçevelettim. Çünkü ona bakarken yüzü, gözleri, ifadesi beni öylesine etkilemişti ki, hemen şöyle dedim kendi kendime:
İşte benim ustam. Evet, hemen şöyle düşündüm: Onun gibi olmak isterdim. Özellikle şu bakışa sahip olmak isterdim. Çok güç bu bakışı tanımlamak. Yalnız bir bakış. Ama kesinlikle kayıtsız, ilgisiz değil. Ya gülüşü? Kesinlikle alaycı değil… sevgi dolu… sanki bu adam gülüşüyle sizi kucaklıyormuş gibi. Biliyor musunuz, hayatta, bir yabancıya, tanımadığım birisine rastladığım zaman, hemen iki şeye bakarım: Önce gözlere, sonra ağıza. (…) Çünkü bir karşılaştırma noktam var. Şimdiye kadar portresini gördüğüm Doğu bilgelerinin, Doğu ermişlerinin tümünün gözleri kusursuzdu. Bir tekinin bile kusurlu değildi… Yani yumurta gibi yuvarlaktı. Işık doluydu. Sanki taştan yapılmış gibi. Bu gözlerde hiçbir kin, haset, kıskançlık izi bulamazsınız. Her şey pırıl pırıl ve saydamdır. Öylesine yalın ve aydınlık ki, bakışınız geçip gider, sanki içinde görülecek bir şey yoktur. Büyük bir eşitlik içinde bütün dünyayı, bütün evreni saran türden bir bakış. Aramayan insanların bakışı… Evet, beni en çok çarpan, araştırmaya, araştırıcılığa rastlamamamdı. Özellikle gözlerde. Ama aramadıkları için değil, bu işi bitirdikleri için… Bulmuşlar. Ulaşmışlar. Anlıyor musunuz beni?”- (3)
ON
Bir Usta, Dost ya da O, evine geri dönüşü başarmış kişidir. Arayışının sona ermesi bu yüzden. Bakışındaki rahatlık ve temizlik bu yüzden. Telaştan ve tedirginlikten arınmış.
“Zen buna evine geri dönmek diyor; çünkü Zen yolunu izleyenlerin dedikleri gibi:
İşte şimdi sen kendini buldun; daha en baştan beri senden hiç bir şey gizlenmemişti. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin. Zen’de ne açıklanabilecek bir şeyler var, ne de öğretilip senin bilgini arttırmanı sağlayacak bir şey var. Senin içinde gelişip büyümedikçe hiç bir bilginin sana bir yararı olmaz. Ödünç kuş tüyleriyle süslensen de, takma tüyler büyümez.”- (4)
ONBİR
Felsefe, kişiyi insan kılma uğraşısıdır.
Şiir ile felsefe, ikisinin de bulunmadığı
bir yerde buluşurlar
Oruç Aruoba
Felsefe ve şiirle ilgilenen “Yürüme”nin yazarını anımsa şimdi, yaşamı, yaşamını sorgulayanı.
“Kendi olarak, sana gelen – sana gereksinimi olmadan, seni isteyen – sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen – kendi olmasını, senin ile olmaya bağlayan – O, işte…
Temiz tutmalısın onu – o ince kar örtüsü kadar lekesiz (bembeyaz bir mendil gibi), incecik, ufacık, kırılgan bir biblo gibi o – çok dikkat etmelisin, dokunurken, tutarken, eline alırken.
Çünkü hep daha çok sahteleştin bugüne dek yaşamının anlamına (…)
Odak noktasında onun duracağı o yeni yaşam uzamı, bütün yaşam yönelimlerini değiştirecek. Bir tek ona; onun ile birlikteyken, doğruluklu olduğun sürece, hiç farketmeyecek başka nelere, kimlere, yalan, yanlış, yanıltıcı olacağın – onu, temel doğrun olarak tutup, bütün öbürlerine, ötekilere, sahte maskelerinle gülümseyebilirsin – onun gözlerinde sahici yüzünü gördüğün sürece…
Bir tedirginlik, huzursuzluk doğacak içinde, onun ile yanyana, yüzyüze olunca – o denli yabancı olmuş olacaksın ki yaşamının kendi, sahici anlamına, aykırılık duyacaksın ondan – ancak o zaman anlayacaksın, nasıl tam da senin kendi anlamın – ta kendin – olduğunu onun: o yıllar boyunca kendine ne denli aykırılaştığını – ama, o da hemen duyacak, duyumsayacak senin duyduğunu: suskunlaşacak, kapanacak, uzaklaşacak…
Anlayamayacaksın –
Çünkü, işte, temiz değilsin, ki…
Ne çok yalan barınıyor oranda – buranda – ne çok sahtelik…
Ne çok sensizlik – sende…
Ne çok sensizsin sen…
Şimdi işte – olanak sen ol sen.”- (5)
ONİKİ
Bu satırlar sana bir Usta ile karşılaşmayı anımsatmadı mı?
Doktor dostunun dediği gibi, sen değil misin senden sana yol vermeyen?
Sen değil miydin günler ve geceler boyunca Adanalı bir sufînin sözlerini tefekkür eden:
“Fiilini değiştir duysun kulağın”; “Evvelâ hâl gerek neylesin ilim”; “Kin, kibir, haset, şehvet, riya, gadap, yalan bir insandan kalkmadan o insana sevgi yerleşmez”; “Hiçbir arzum ve düşüncem yok, sırf hizmetçilik ve sevgi”; “Dilerim bizim gibi olur bu sözleri okuyan”
ve daha nicelerini.
Usta sana “İlmine irfan isteyen gelsin” sözünün anlamını açıklamamış mıydı?
İrfan, ilmin sende bir tohum gibi yeşermesi değil miydi?
ONÜÇ
“Yürüme” notlarında yol şöyle tanımlanmakta:
“Yola çıkan kişi, nereye ulaşabileceğini, ancak yürüyüp, yolu aşıp, vararak bilebilir – yol, yürünmeden bilinmez…
Kendi yönünü bulamayan kişi için, «yol» yoktur – bir sürüklenmedir bütün «yürüme»si…
Kendi yolunu bulamayan, bütün yolları boşuna yürür.”- (6)
ONDÖRT
Başkalarına güvenip öykünerek
Serserilikle geçirdi hayatını
Şeyleri kelimeleri tutkuyla yorumladı
Sonunda unuttuğu kendi varlığı
Kaybettiği aşkı ve kendi yaşamı oldu…
C. E. / Ölenin Ardından Notlar
Bütün yaşamı ikinci el yaşama dönüştüğünde insan kendi olabilmeyi yitirir.
Ne çok şey yitirmiş olur, farkında olmasa da.
ONBEŞ
“Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek – yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da «koşullar»a, «hayatının akışı»na, «sorumlulukların»a falan bağlamaya kalkışma – bahane bulmaya çalışma: Sendin, sendeki senin asıl anlamını, önemini, değerini gözardı eden: korkaklıkla işin kolayına kaçan… O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden: ne yaptın sen sana?!…
(…) yoksa, bütün o acıları
boşuna yaşamış olacaksın.
İşte, artık hiç kaçınmadan, çekinmeden, duraksamadan, armağan edebilirsin en önemli, en değerli şeylerini o’na; o, dinginlik getiren aralarda, geçitlerde: suskunluğunu ve kahkahanı, aldırmazlığını ve özenini, sakladıklarını ve doğrularını, kapanıklığını ve içtenliğini – yaşamının bütün önem ve değer verdiğin şeylerini; seni sen yapmış şeylerini – bütün aydınlığıyla, pırıltısıyla, görkemiyle (hem de gönül rahatlığıyla) Venüs’ü bile (o’ndan Neptün’ü alarak) – soğuk bir akşamüstü kıyısında…
– Ettin bile, aldın bile, işte –
O, hep bildiğin, tanıdığın; ama hiç karşılaşmadığın – karşılaşmayacağını sandığındır. Şimdi bütün «bilgi» yörüngen değişecek; artık bambaşka yataklardan akacak, «düşünce» ırmağın.
Oysa, hep ona göre ayarlamıştın kendini – ama, başka gezegenlerle, başka nehirlerle…
Yepyeni bir gelecek haritası çizeceksin şimdi: bugüne dek yaşadıklarının ötesine geçen; ötelerde biryerlerde yeni yerlere götüren yeni yollar belirleyen bir harita: kendine doğru artık yokoluş olarak dokunmayan; varoluş yerlerini de – yeniden – belirleyen bir harita…
– Evrenin ve dünyan – gökyüzün ve yeryüzün – değişecek, artık, şimdi, işte!”- (7)
ONALTI
Bireysel bilinçte kesin ve köklü bir dönüşüm Krishnamurti’nin de amacı, vizyonu ve misyonu değil miydi?
ONYEDİ
Sürecin belirli bir noktasında Usta’nın öğrencisi birden uzun bir yolculuğa çıkabilir. Rastlantı gibi gözükse de Yol’un gereğidir çoklukla. Kendisini ve bilgilerini kendisinde hazmetmek içindir bu. Yol hazmetmektir de. Tasavvuf ve felsefeden sonra edebiyat sapağına geldiğinde senin de yörüngen değişmişti hatırla.
Zen şairlerinde de rastlanır bu tür yörünge değişikliklerine.
ONSEKİZ
Unutma sakın
çalılık içinde
erik çiçeğini
Basho
Sade Japon şiirlerini zevk etmiştin bir süre, on yedi heceli haiku’ları.
Yukarıdaki haiku, Basho’nun, uzun bir yolculuğa çıkmakta olan öğrencisine söylediği “ayrılış”haikusuydu. Erik çiçeği Basho’nun metoforuydu. Bir süre birlikte yürümüşlerdi öğrencisiyle Yol’da. Sonra yolları ayrılmıştı. Çalılık ise Akabe’nin simgesiydi. Hedefe varmadan önce geçilmesi gereken zorlu geçit. İşte o geçitte öğrencisi tek başına yürürken, bedensel olarak yanında olamayacaktı belki ama “beni hatırla” diyerek düşünsel bir birliktelik öneriyordu.
ONDOKUZ
Kimdir bu Basho, diye merak sarmıştın zamanla.
İşte Basho’nun hayat öyküsü.
“1644 yılında Japonya’da doğan Matsau Kinsaku küçük yaştayken bölgenin «efendi» ailesinin oğlu Todo’nun hizmetine verildi. Bu ilişki kısa zamanda iki gencin birlikte eğitilmesi üzerine kurulan bir dostluğa dönüştü. Todo genç yaşta ölünce, Matsau dostunun mezar yazıtını yazıp Ueno’dan kaçtı. 1666 yılında Kyoto’ya, oradan da 1672 yılında bir kültür merkezi olmaya başlayan Edo’ya göç etti. Basho’da karar kılana dek onbeş kadar farklı mahlas kullanan şair, olağanüstü bir etkiye sahip ustalığıyla kısa zamanda çevresine öğrenciler topladı. Bunlardan Sampu, Sumida Nehri kıyısında ıssız bir yerde onun için bir kulübe yaptı. Mahlasını aldığı yaprak muzu ağacını bahçesine diken Basho, buraya yerleştiğinde artık «büyük usta»ydı. 1682 yılındaki büyük yangında onun kulübesi de yandıktan sonra öğrencileri ona yeni bir kulübe yaptılarsa da Basho, Zen düşüncesindeki «saptanmış bir yeri olmamak» ilkesini kavramış bir gezgindi artık.
1694 yılında Osaka’da elli yaşında ölen Basho’dan günümüze bin kadar haiku kaldı.”– (8)
YİRMİ
İlkeleriyle ilgili aşağıdaki iki haiku, Basho’daki Zen anlayışını çok güzel özetliyor:
“İLKELERİM:
BAŞKASININ KUSURLARINDAN SÖZ ETME
KENDİ ERDEMLERİNDEN SÖZ ETME
Ağzımı açınca
dudaklarım üşüyor
güz rüzgârında”
Basho- (9)
“İNTİKAMI ERDEM DİYE
YÜCELTMEK DENEN
ŞEY ÜZERİNE
Esirgemez kokusunu
dalını kırandan ya
erik çiçeği.
Basho”- (10)
YİRMİBİR
Bir gün ressam keşiş Unçiku, kendisini arkası dönük gösteren bir resim (haiga) yaparak, Basho’dan buna bir haiku yazmasını istemişti. Basho ona şöyle demişti:
“Sen altmış yaşındasın, ben de ellime geldim bile. İkimiz de birer düş-dünya olarak kuruyoruz kendimizi. Bu düş tasarımına benim katkım da bu olsun.” Ve şu haikuyu yazmıştı:
“Lütfen dön bana
ben de yalnızım
güz akşamı.
Basho”- (11)
YİRMİİKİ
O dönemde bronz japon aynalarının arkasındaki sırlı bölüme açmış bir erik ağacı çizilmesi adettendi.
Ayna arkasında
sırla çiçeklenir
erik ağacı
Basho
Beyaz çiçeklerle dolu bir erik ağacı ile aynı zamanda aydınlanmış bir insan metaforu yapılıyordu. Aydınlanma yolunun bütün o eziyetli sürecinin aynanın arkasındaki sırlı bölümde geçtiğine, insanların sadece sonuçları görebildiğine işaret ediliyordu. Şimdi “çalılık” sözcüğünün geçtiği haiku’da öğrencisini bir çalılığa dönüşmemesi ve aydınlanma yolunu sonuna kadar yürüyerek çiçek açması konusunda uyardığını da anlıyoruz.
Öğrencisi yolu sonuna kadar yürüyebildi mi?
Yol’u sonuna kadar yürüyebilecek miyiz?
Usta’nın “Kurtar kendini, göreyim seni” sözünü yeniden düşün.
YİRMİÜÇ
Her Yol biricik midir?
“DÜŞÜNCELERİM
Bu yolu işte
yürüyen kimse yok hiç
güz gecesinde
Basho
Bu haiku, Osaka yakınlarında, Eylül 1694’de, Basho’nun son yılında yazılmış – anlam açık: kimse yok…
Dietrich Krusche şöyle diyor: “İlk bakışta hiçbir şey söylemeyen bir haiku. Bir yol görünüyor, bununla ilgili de deniyor ki, üstünde kimse yok. Pekâlâ, demek kimse yok, diyesi geliyor kişinin; iş de burada bitecek. Ama iş ilkin o noktada başlıyor; haiku orada somutlaşıyor: Çünkü yolu önünde gören ve «bu yola kimse çıkmıyor» diyen kişi, ona çıkmış olan kişidir; bunu «kimsenin yolu» olanak tanıyan Ben, aynı zamanda bilir ki, bu, Ben’in yoludur; bir tek Ben’im olan bu Yol, güz içinde akşama yürünen Yol’dur…”
“(…) Başlığıyla birlikte «düşününce», Basho’nun, bütün «izleyici’lerine karşın, kendi anlayışına – Yol’una – katılan – onu paylaşan – kimse» bulamamasından hüzünlendiğini düşünebiliriz.”- (12)
Bu hüzünle ilgilidir belki yazdığı şu haiku:
“Ne ay, ne çiçek
ne dost.
O da sake içiyor.
Basho”- (13)
YİRMİDÖRT
Haiku’lar sade şiirlerdir ya, en sadeleri de jisei’lerdir.
Yani ölümün, düşün, sözün birbirine karıştığı şiirlerdir.
“Jisei, rastlantısal olarak ölmeden önce yazılmış son haiku değil; ölmekte olma bilinciyle – ölüm karşısında – yazılmış «ölme» haiku’sudur.
(…) Takuan Soho (…) çevresindekilerin ısrarı üzerine, fırçasını eline almış, bir şey çizmiş – sonra, fırçasını atıp, ölmüş. Çizdiği (Japonya’da yume okunan «ideogram») «düş» anlamına gelen «sözcük».
Diğer jisei örnekleri:
«HİÇBİR YERDEN GELDİM
HİÇBİR YERE GİDİYORUM
Dipsizdir ya
dönüşsüz yolun
gezgin heybesi.
Kyoşu»
«Ne düş ama
dün çiçek vardı
bugünse rüzgâr.
Şoşun»”- (14)
YİRMİBEŞ
“Yolda hasta düşer
düş de çorak kırlarda
uçuşup gider.
Basho’nun jisei’si.
8 Ekim’de gece yarısı, öğrencisi Donşu’yu yanına çağırıp bu haiku’yu söyler, yazdırır… 12 Ekim’de de saat 4’ü biraz geçe son gezintisine çıkar: «Tanrıların Eksik Olduğu Ay»dır ya… Öğrencileri, vasiyetine uyarak onu kayıkla Joda Nehri üzerinden Biwa Gölü’ne, oradaki Yoşinaka tapınağının bahçesine götürürler. Üstünden «Yaprak Muzu» eksik olmaz.”- (15)
YİRMİALTI
Yazında ve karakterinde bir sadeleştirme gerektiğinden söz etmiştik ya. İşte Zen yolu bağlamında «yalnız» sözcüğü yerine «tek başına»yı yeğlesen de aşağıdaki satırları yeniden bir oku.
“Uzmanları, çeşitli temellendirmelerle, Zen ile haiku’yu özdeşleştiriyorlar: (…)
Zen (…) «tek-bir» tanrısı olmayan bir dindir – bir «tek» tanrının içinde bulunabileceği yer, Zen’de boş tutulur: orada bir şey yok-tur / orası hiç’tir; mu’-dur: Başka dinlerin yaptığı gibi, anlamı; yaşamın amacını, ölümün anlamını, «sağlam» «tek-bir» yere dayandırmaya çalışmaz Zen – daha doğrusu, bunları, hiçbir yere dayandır(ma)maya çalışır:
Anlam uçucudur; yaşam geçicidir; ömür sonludur; ölüm zorunludur.
Dolayısıyla, kişi yalnızdır – Zen ona bu yalnızlığı sağlamanın yollarını geliştirir – onun bu yalnızlığı kavramasını sağlayacak Yol’u – yürüye yürüye sonuna varabileceği; sonunda da, kavrayabileceği biricik Yol’u…
Kişi, Yürüyüş’ünün «son»a «eren» noktalarında, bütün dünya karşısında tam olarak yalnız kaldığında – kendi hiç’liği ile dünyanın hiç’liği çakıştığında – bütün dünya ile tam olarak birlikli hale, gelir; çünkü anlamın bulunabileceği «başka» – «öte» – bir «yer», ya da onu «sağlayabilecek başka bir kaynak» bulunmadığına göre, kişi anlamı ancak kendinde, kendi içinde, kendi «düşünce»sinde, «kendi üzerine düşünmesi»nde (Zen’de) bulabilir.”- (16)
YİRMİYEDİ
Bir Usta’nın yitirilmesi üzerine ne söylenilebilir?
Ayrılık her zaman zaten bir tür yitirme değil midir?
İkide bir olduktan sonra da yitirme olasılığı var mıdır?
Basho’nun bedenini terketmesinden sonra kendisini şahsen hiç tanımamış olan Buson, şu haikuyu yazar ve bir de not düşer:
“Basho gitti
hâlâ da bir türlü
başlamadı yıl.
Buson
Basho gitti ya; artık bize öğretebilecek bir ustamız yok; yıl başlıyor mu, bitiyor mu…”- (17)
YİRMİSEKİZ
“Tevhid Gözü açılmamışsa eğer her şeyi parça parça görür ve gördüğü her parça başına belâ olur” demişti ya İsmail Emre, işte Zen’de de prajna görüşü denen bir bakışla öğrenme vardır ki vijnana düşünüşünden ve meditasyonundan farklıdır.
“(…) prajna bütün ile ilgilidir, vijnana ise parçalarla.”- (18)
YİRMİDOKUZ
Dili öğrenmeye başladığın günden beri algı filtren seni bilinçaltından yönlendiriyor.
Niyetlerinden, duygularından, düşüncelerinden, sözlerinden, yazılarından, fiillerinden ve bunların bilincindeki izlerinden oluşan kişisel hayali dünyanda yaşıyorsun.
Aklın arzu ve düşünce kordonlarıyla bir şeylere bağlı.
Bu kişisel dünyan senin “Şeyleri algılama biçimini” belirliyor. İşte Husserl de “Şeylerin kendisine dönmek” derken bu filtreden kurtulma projeleri geliştiriyordu.
Algı filtresi bu, deneyimlerinden, anılarından, inançlarından, değerlerinden etkilenen.
Kendine sor şimdi. Beni derinliklerden yönlendiren değerlerim var mı?
OTUZ
Senin kişisel dünyan algı filtreni, algı filtren de tutumlarını belirliyor. O kişiye ya da kişilere neden öyle davrandığını, ön yargılarını, sembollere karşı tutumunu. Hindistan’da aydınlanmış bilincin sembolü olan Swastika’ya Batı’da neden bazı olumsuz önyargılar eklendiğini.
İşte tutumlarımız davranışlarımızın, fiillerimizin, edimlerimizin ardındaki niyetlerden oluşuyor.
Tutumların vizyonunu, olaylara bakışını, bakış açını, önyargılarını belirliyor. Bakışının ardındaki niyeti belirliyor. Bakış kaliteni kendi kendine sorgulamalısın, daha da iyisi gözlemlemelisin. “Gözünden göreni tanı” demişti İsmail Emre. Ayrıca “O’nun o halde iken bir kez bakışı”ndan söz etmişti. Anadolu irfan öğretilerinin yöntemi olan sohbet sırasında bu bakışla karşı karşıya gelen bir kişinin bir an içinde kendi asıl kimliğini, fıtrî benini, primordial benini yaşantılamasıydı.
OTUZBİR
Değerleri ve erdemlerin nasıl gündelik hayatına geçirebileceğini sormuştun ya bana, işte öncelikle şunu bir düşün:
“Hiçbir arzum ve düşüncem yok, sırf hizmetçilik ve sevgi” sözü, bir değer taşıyor mu senin için? Taşıyorsa diğer değerlerine göre kaçıncı sırada?
OTUZİKİ
Ve unutma ki her öğrenme, senin ruhsal durumunla bağıntılıdır, senin ruhsal durumuna “bağlıdır”.
“Durumları fark etmek.
Sözlerimiz, ses tonumuz ve beden dilimizle her zaman, çoğunlukla bilmeden başkalarının ruh hallerini etkiler, fakat bir başka insanda bıraktığımız bu etkinin ya farkına varmayız ya da umursamayız. Kalibrasyon, NLP dilinde, başkalarının ruh halini anlayabilme becerisi için kullanılan terimdir.
Belirli bir ruh haline girmek.
Bir ruh hali, sizin herhangi bir anda nasıl olduğunuzdur; düşünceleriniz, hisleriniz, duygularınız, zihinsel ve ruhsal enerjinizin toplamıdır.
Öğrenme hali.
Ruh haline bağlı öğrenme görüngüsünü herkes bilir: Öğrendiklerimizi hatırlamak için, yeniden, öğrenme sırasındaki ruh haline girmemiz gerekir. Bu aslında daha geniş bir ilkenin sadece dar bir yönüdür: Her öğrenme ruhsal duruma bağlıdır. Ne kadar öğrendiğiniz, o an yaşamakta olduğunuz ruh haline dayanmaktadır. (…) Bir şeyi öğrenmek istediğinizde kendinize soracağınız ilk soru «Bunu öğrenmek için hangi ruh halinde olmalıyım», olmalı.”- (19)
OTUZÜÇ
Bilincin dönüşümüyle ilgili en önemli metinlerden birisini oku şimdi:
“Doğal benlik ve Kutsal ruh
Kardeşler, siz özgür olmaya çağrıldınız. Ancak özgürlüğünüz doğal benliğe fırsat olmasın. Birbirinize sevgiyle hizmet edin. Bütün Kutsal Yasa tek bir sözde özetlenmiştir: «Komşunu kendin gibi sev.» Ama birbirinizi ısırıyor ve yiyorsanız, dikkat edin, birbirinizi yok etmeyesiniz!
Şunu diyorum: Kutsal Ruh’un yönetiminde yaşayın. O zaman benliğin arzularını asla yerine getirmezsiniz. Çünkü benlik Ruh’a, Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. İstediğiniz şeyleri yapmayasınız diye bunlar birbirine karşıttır. Ruh’un yönetimindeyseniz, Yasa’ya bağımlı değilsiniz.
Benliğin işleri açıktır. Bunlar cinsel ahlâksızlık, pislik, sefahat, putperestlik, büyücülük, düşmanlık, çekişme, kıskançlık, öfke, bencil tutkular, ayrılıklar, bölünmeler, çekememezlik, sarhoşluk, çılgınca eğlenceler ve benzeri şeylerdir. Sizi daha önce uyardığım gibi yine uyarıyorum, böyle davrananlar Tanrı’nın Egemenliğini miras alamayacaklardır.
Ruh’un meyvesi ise sevgi, sevinç, esenlik, sabır, şefkat, iyilik, bağlılık, yumuşak huyluluk ve özdenetimdir. Bu tür nitelikleri yasaklayan yasa yoktur. Mesih İsa’ya ait olanlar doğal benliği, tutku ve arzularıyla birlikte çarmıha germişlerdir. Ruh sayesinde yaşıyorsak, Ruh’un izinde yürüyelim. Boş yere övünen, birbirlerine meydan okuyan, birbirlerini kıskanan kişiler olmayalım”- (20)
OTUZDÖRT
İşte şimdi öğrendin nasıl sade olacağını,
nasıl sade yazacağını,
hayatını nasıl tek bir harekete dönüştürebileceğini,
algı filtrendeki olumsuz nitelikler temizlendiğinde bir aynaya dönüşebileceğini,
nasıl bedeninin, duygularının, düşüncelerinin ötesine geçerek ruhsal farkındalıkla yaşayabileceğini… Akabe’den geçmenin bu olduğunu…
Bakışının kalitesini, gözünden bakanı, içindeki Ayna’yı Öteki’lerle paylaşmanın yolunu öğrendin artık.
Gönlünü bir ayna gibi arıttığın gün gökten bir yıldız gibi dünyaya indiğini ve zamanı geldiğinde evine geri döneceğini de anlayacaksın.
O zaman eve geri dönüş sevinci kaplayacak içini.
O zaman bu sevincin Dost olduğunu anlayacaksın.
Hani geçecektik ya Akabe’den Dost’la yürüyerek.
(1) Rosalind Coward – John Ellis, Dil ve Maddecilik –Semiyolojiden Gelişmeler ve Özne Teorisi (Çev. Esen Tarım), İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, S. 259.
(2) Enis Batur, akabe, Mitos Yayınları, İstanbul, 1994, S.15-25.
(3) Henry Miller, Paris Söyleşileri, Georges Belmont’un Röportajı, Çev.: Özdemir İnce, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991, S. 73-74.
(4) D. T. Suzuki, Zen Budizm – Seçme Yazılar , (Çev.: İlhan Güngören), Yol Yayınları, İstanbul, 1979, S.89.
(5) Oruç Aruoba, hani , Mitos Yayınları, İstanbul, 1994, S. 46, 47, 51.
(6) Oruç Aruoba, Yürüme, Metis Yayınları, İstanbul, 2000, S. 105.
(7) Oruç Aruoba, hani, Mitos Yayınları, İstanbul, 1994, S.55,58,37, 36.
(8) Başo, Haiku (Derleyen ve çeviren : Oruç Aruoba), Varlık Yayınları, İstanbul, 1998, kapak yazısından ve S.56’dan derleme. Başo yerine ben Basho’yu yeğliyorum.
(9) Haiku : 127.
(10) Haiku : 51.
(11) Haiku : 151.
(12) Haiku : 136.
(13) Haiku : 151.
(14) Haiku : 27.
(15) Haiku : 155.
(16) Haiku : 30.
(17) Haiku : 154.
(18) D. T. Suzuki, Studies In Zen, A Delta Book, New York, 1955, S.121.
(19) Joseph O’Connor – Ian McDermott, NLP’nin İlkeleri (Çev.: Demet Uyar Ezerler), Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2001, S.63, 56, 61.
(20) İncil, “Pavlus’un Galatyalılara Mektubu”, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 1997, S.408.