Okuma süresi: 8.2 mintues

Yaygın bir görüşe göre; ilk-orta öğrenim döneminde karşılaştığımız öğretmenlerin konuları bizlere sevdiren kişiler olduğu söylenir.

“Ramses” lakaplı döneminin tanınan tarih hocasının kendi yorumunu da katarak, geçmişi büyüleyici bir masal gibi aktardığında kırkbeş dakikalık sürenin nasıl geçtiğini fark edemezdiniz. İyi not alma isteği Emin Oktay’ın popüler tarih ders kitabının sahifelerini ezberlercesine okumanıza neden olurdu.

Tarih konusunu ileri öğrenim için seçmeyen büyük çoğunluk için tarihle ilgilenme süreci çoktan bitmiş sayılırdı. Televizyonda gösterilen tarihi bir film ya da günün gündemine bağlı olarak tarihten alıntı yapan gazete küpürleriyle tarihin derinliklerine kısa süreli girişler yapmanın dışında.

Tarih öğrenimi almadığı halde yoğun ilgisini sürdürebilenler içinse tarihi anlama, kavrama, tarih bilincini oluşturma serüveni bundan böyle başlıyordu.

Belki de yaşam boyu devam edecek bu ilgi o güne dek edinilmeyen kazanımlara, görüşlere, düşüncelere kapıları aralayacaktı.

Tarihi içerikli çizgi roman, tefrika, hikâye, makale, film ve romanlar konuyla iletişim kurmanın araçlarıydı.

Başlangıçta oldukça basit yazılımlı, çoğu kez biz Türkleri öven hamasi yazıları okumak giderek farklı zenginlikler içeren, felsefi yanları da olan romanları okumaya kadar varırdı. Reha Çamuroğlu’nun “İsmail” romanındaki İran atasözünün anlamına kafa yorulmaya başlanırdı, “yedi derviş bir postta oturur, iki hükümdar dünyaya sığamazmış.”

Ve romanın sahifeleri akıp giderdi.

“İsmail, temmuzun hemen başlarında Tebriz’den çıktı, ordusunun başına geçti. Necm’in tüm itirazlarına rağmen iki karısının ısrarına dayanamamış, savaşa giden tüm Sefevi askerlerinde adet olduğu üzere onları yanına almıştı. Necm, bu üçlüye karışık duygularla bakıyordu.”

Derken “resmi” tarih denen şeyin varlığı su yüzüne çıkıyordu. Bazı olayların bizlere okul sırasında gösterildiği gibi olmadığını; 2. Mahmut’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yüzkırk bin yeniçeriyi kılıçtan geçirdiğini, 1635’te ünlü şair Nefi’nin Topkapı Sarayı’nın odunluğunda urganla boğulduğunu, Fatih Sultan Mehmet’in annesinin tüm ısrarlarına rağmen dinini değiştirmeyip inançlı bir Hıristiyan olarak öldüğünü, Osmanlı’da 1470 yılına dek belge niteliğinde hiçbir kayıt bulunmadığını, Çaldıran seferi öncesi 1512’de 1. Selim’in otuzbin Alevî’yi kılıçtan geçirttiğini, Kanuni’nin seksenbeş yaşındaki Piri Reis’i katlettirdiği, 2. Dünya Harbinde Almanların Polonya’ya girerken karşılaştıkları zorlukla Fransa’ya girerken karşılaşmadıklarını, orada önemli ölçüde işbirlikçi desteği aldıklarını ancak zamanla öğrenebiliyordunuz.

Tarihin gerçekleri bizden saklanıyor muydu? Yoksa yeterli kaynağa mı ulaşamamış mıydık?

Sonuçta anlaşıldı ki “en az resmi tarih kadar alternatif tarih ve karşı tezlere de ilgi göstermek” gerekirdi.

Tarihle ilgilenme bir anlamda kendinle ilgilenmekti. Gerek ulusal ülke topraklarında gerekse eskiden sahip olunan farklı coğrafyalarda dolaşırken geçmiş mirasımızdan etkilenip duygulanmamız doğal ve de hoş bir duyguydu.

Bu türden etkilenme ulusal tarih bilincinin oluştuğunun belki de ilk habercisiydi.

Yunan Adalarında boynu bükük de olsa gururla boy gösteren Osmanlı camileri, Balkanlardaki suları zarafetle aşan köprüler, Ürdün’den Arabistan çöllerine uzanan Hicaz Demiryolunun rayları, “sultanın katırı” dedikleri yolun Mekke’ye ulaşmaması için batı destekli Bedevilerin yaptığı bozgunculuğa karşın Medine yakınlarında mukaddes mekân sesten rahatsız olmasın diye raylara keçeler yerleştirerek döşeyen insanlarımızın duygulandıran davranışları duygu seline düşmenize nasıl neden olmazdı?

Karmaşık ve uzun anlatım gerektiren konuların, kısa ve özlü şekilde açıklanması istenilen bir anlatım tarzı olagelmiştir. Sosyal Bilimci Emre Kongar’ın biz Türkleri şu özlü paragrafta tanımladığı gibi;

“Geçmiş bin yılda Doğu’dan geldik Batı ‘ya doğru yol aldık.

Geçmiş bin yıla Şaman olarak başladık.

Moğollarla ve Çinlilerle karışık Oğuz boyları olarak Orta Asya’dan yola çıktık. İslâm dini ile tanıştık.

Bizans’ın yerine geçerek, başta Rumlar olmak üzere tüm Arap, Acem, Kafkas, Anadolu, ve Balkan halkları ile karıştık.”

Ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmek, kendini sorgulamak için önemliydi.

Ulusal değerlerden aldığımız lezzetin yanısıra evrensel değerlerdeki tatlar da gözardı edilemezdi. Edirne’deki Selimiye Camii içindeki güzellikle karşılaştığında gözyaşını tutamayıp ağlamaya başlayan Avrupalının başına gelenler, dünyanın herhangi bir yerinde, dışımızdaki uygarlıkların mekânında bizim de başımıza gelebilirdi. Evrensellik bu Dünya insanı olmakta Dünya tarihini bilmeyi gerektirirdi.

Ulusallıktan evrensel ufka yelken açmak dünya tarihiyle ilgilenmenize neden olur. H.W. Wells’i, E. H. Gombrich’i okumaya koyulursunuz. Kendi dışınızdaki topluluk ve uygarlıkları ilgi alanınıza dâhil edersiniz.

Wells’in yazdıkları size yeni ufuklar açar;

“Bundan iki yüz yıl önceye kadar insanlar yalnız son üç bin küsür yılın tarihini biliyorlardı. Ondan evvel olup bitenler bir takım efsane ve nazariyelere mevzuu teşkil ediyordu. Medeni dünyanın büyük bir kısmı da dünyanın İsa’dan önce 4004 yılında birdenbire yaratıldığına inanıyor ve bu yolda öğretim yapıyordu…”

Tarihçileri tanımak tarihle tanışmaktı. Osmanlı vak’anüvis’lerinden Cumhuriyet dönemi tarihçilerine uzanan yelpazede kimler çıkmazdı ki karşınıza;

Aşık Paşa Zade, Naima, Ahmet Cevdet Paşa, Fuat Köprülü, Halil İnancık İlber Ortaylı …

Köprülü’nün ne kıymetli uluslararası bir Türkolog olduğu, İnancık’ın ilerleyen yaşına rağmen Bithynia’da (Söğüt-Domaniç vadisi) Osmanlı’nın kuruluş dönemi kalıntılarının peşinde olduğu, Ortaylı’nın günümüzde tarihi kitlelere sevdirmek için gösterdiği çabaların farkında olunurdu.

Ünlü yabancı tarihçilerin ciltleri sırasını beklemekteydi;

Livinius (M.Ö. 59-M.S. 17, savaşları onların karakterine bağlı olarak birbirini kovalayan kısa, akıcı cümlelerle anlatırmış),

Firdevsi (farsça yazılmış Şahname),

Gibbons (Roma-Hıristiyan tarihçisi, Osmanlı’da Bizans izlerinin çokça olduğunu ileri sürer),

Karamzin (1776-1826. ünlü Rus tarihçi),

Eflak Beyi Dimitri Kantimir (Osmanlı Sarayını Hain diye niteler)

Hammer (Osmanlı tarihi üzerine ilk modern tarih sentezi)…

Ve günün birinde felsefe-tarih ilişkisi gündeminizdedir;

Hegel felsefesinin bir yanıyla tarihi ve gidişini anlatmaya yönelik olduğu, bizden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla bizlere ulaşan düşünce ve yaşam koşullarının, bizlerin düşünce biçimini de etkiliyor olması vurgulanıyordu. Oluşmuş düşüncelerin sonsuza dek aynı ve doğru olarak kalacağı da söylenemezdi. Köle ticareti olgusunun zaman içindeki değişimi bunun somut örneğiydi. Hegel tarihin incelendiği sürece insanlığın ilerlediği görüşündeydi, tarih içinde yatan karşıtlıklar diyalektik gelişmeyi getirecekti. Tarih içinde diyalektik vardı.

Ve ünlü düşünüre göre, “Doğru olan tarihe direnebilen”di.

Marx’a göre de; “tarih sınıf mücadelelerinin tarihiydi”. Kralların, sultanların, aristokratların…. yaptıklarının hikayesi değildi.

Tarihi “çapraz” okuyarak öğreneceksin denir. Karşıt kaynakları tarafsızlık ilkesini bozmadan okuyacak, ondan sonra yine de bir açık kapı bırakarak hükme varacaksın. Tarihi çapraz kaynaklardan okumak ve dinlemek, öğrenme boyutuna derinlik getireceği gibi o güne dek ulaşamadığınız sentezleri de beraberinde getirecekti.

Artık; Akdeniz’de hiçbir milletin eskiyi bilmeden yaşayamayacağını,

Osmanlı’yı bilmeden hiçbir Balkan ve Orta Doğu ülkesinin kendi tarihini yazamayacağını,

Osmanlı’dan günümüze kalan en önemli mirasın devlet olduğunu,

İmparatorlukların ergeç yıkılacağının tarihin değişmez kuralı olduğunu,

2. Mahmut döneminde sarıktan fes’e geçişin, fes’ten fotör’e geçişten çok daha zor olduğunu,

Türklerin tarihindeki üç en önemli sıçramanın; Tanzimat, Atatürk Reformları, Avrupa Birliği’ne katılma süreci olduğu bilinebilecekti.

Okuma-yazma eylemindeki bazı cazip fikirlerde bu aşamada denemeye değerdi.

“Kitapları yazıldıkları yerde oku” öğüdüne bağlı kalarak, tarihi kitapları geçtikleri yerde okumanın keyfine varma düşüncesi sarardı insanı.

Homeros’un Odysseis’sinin dizeleri bir başka okunurdu Truva’da;

“Çok akıllı Odysseia gülümseyerek şöyle dedi:
-Korkma, seni korudu oğlum, kurtardı elimden,
yüreğinde anla ve duy, ve başkalarına da duyur,
iyilik çok daha üstündür kötülükten…”

“Kendi bireysel tarihinizi yazın”, diyen söze kulak verip kendi sıradan tarihimizi yazmaya soyunmakta belki ileride gündemimize girebilirdi.

Tarih zaten insan hayatının zaman içindeki akışını, tarih bilinci de varoluşun anlamını bizlere vermiyor mu?

+ Son Yazılar