İnsanın zamanı tarihseldir. Ama bu zamanı oluşturan parçaların, anların ancak bazısı asıl anlamında ‘tarihsel”dir. Her insanın tarihsel anları olduğu gibi, her toplumun da tarihsel anları vardır. Dahası, tarihte “yıldızların parladığı anlar” kadar, yıldızların sönükleştiği anlar da yer almaktadır. Bu nedenle insanlık tarihinde kesintisiz bir ilerleme olduğu iddiası/tezi tartışmalıdır. Ayrıca nesnel dayanaktan da yoksundur. Elbette insanın özgürleşmeye, birtakım acılardan, yoksulluklardan kurtulmaya ve dünyayı yeniden kurmaya yönelik bir eğilimi ve çabası her zaman karşımıza çıkan bir olgudur. İnsanın, sürekli olarak kendini aşmaya çalışan bir varlık olduğunu yadsımak söz konusu olamaz. Ancak insan, tarihin belli bir anında, belli bir döneminde kazandıklarını, bir başkasında kaybetme ihtimaliyle de hep yüz yüzedir. 20. Yüzyılda yaşanan nice barbarlıkları, ilkellikleri hatırlamak yeterlidir. İnsanın tarihselliği, bu yüzden, ahlaki bir sorumluluk da yükler insana…
Yüzyılların birikimi saklıdır bizde, her bireyde ve her toplumda… Büyük bir mirasın zenginliği, ağırlığı ve yadsınamazlığıyla varoluruz. Bu nedenle geçmiş nasıl, şimdide/bugünde devam ediyorsa, bugün de gelecekte varolmayı sürdürecektir. Geçmiş yaşayan ve sürekliliğini koruyan bir şeydir. Birdenbire başka bir insan olamayız, birdenbire hayatımızı değiştiremeyiz… Bunlar hep insanın devraldığı gelenekten dolayıdır. Gelenek, tarihin ontolojik temelidir. Ama söz konusu geçmiş/gelenek, her an yeniden inşa edilen, düzeltilen ya da bozulan bir şeydir. Tarihsellik, insanın kendisini sürekli gerçekleştirme uğraşı demektir. Her düşünme etkinliği ve yapılan her eylem, insanın gerçekleştireceği bir tasarıyı/projeyi tarih sahnesine koyması demektir. Geçmişle/gelenekle ilgilenmemiz de, kendimizi gerçekleştirme çabasının bir parçasıdır. Neden bakarız geçmişe, neden araştırma gereği duyarız? Elbette bu güne ve geleceğe biraz daha ışık tutabilmek için. Geleceğin belirsizliğini biraz olsun ışıtan, geçmişten/gelenekten devraldığımız bilgi ve değerler birikimidir.
Gelenek/geçmiş, bugünden kaynaklanan ilgilerimizle, eğilim ve ihtiyaçlarımızla yeniden yorumlanır ve bugüne katılır. Tarihselliğimizi oluşturmada önemli bir rol oynar. Bu nedenle sosyolojik bakımdan geçmiş, muhafazakârlara bırakılacak/terkedilecek bir zaman kesiti değildir. Geleceği kurmak için geleneğe/geçmişe ihtiyacımız vardır. Aynı biçimde gelecek de, yalnızca ütopyacılara ait değildir. İnsan zamanın tüm boyutlarını içinde barındıran bir tarzda yaşadığı içindir ki zamanı tarihseldir. İnsan tarihsellik bağlamında dünyasını kurar ve onu kavramaya/bilmeye ve değiştirmeye yönelir. Geçmişe de geleceğe de yönelik olsun, insan tarihsellik bilinciyle eylemde bulunur.
İnsan hem kendi tarihini hem de diğer bütün varolanların tarihini yapan/yazan, bunun bilincinde olan tek varlıktır. Ağaçların, dağların, denizlerin tarihi bizden sorulur. Kısacası bütün doğa tarihini insan yazar. Doğanın kendi başına ve kendisi için tarih ve tarihsellik bilinci söz konusu değildir. Zaten insanın doğayla ilişkisi/mücadelesi değil midir, kültür/uygarlık tarihinde karşımıza çıkan?
Çoğu zaman “tarihin sonu” kavramına dayanarak çeşitli spekülasyonlar yapıldığını görmek mümkündür. İnsanlığın uzun kültür ve düşünce tarihinin son yüzyıllarıyla kendimizi sınırlarsak; Hegel’den bu yana “tarihin sonu”nu belirlemeye/saptamaya ve ifade etmeye çalışan denemelerle karşılaşırız. Ancak bu noktada, tarih, kendisine belli bir “son”, “son erek” vb. saptanmasına meydan okur ve bu türden girişimleri yadsır. Tarihsel bir varlık olarak insan, ancak bu tarihselliğin bilincine varabilir ve bu bilinçle varoluşunu sürdürebilir. Tarihe bir son belirleme çabaları çoğunlukla teolojik bir nitelik taşır. Ancak laikleşen tarih felsefelerinde de benzer bir eğilimi/yönelişi bulmak mümkündür.
Tarih bilinci, insanın kendisiyle, başka insanlarla ve toplumlarla ve doğayla/evrenle kurduğu ilişkilerin, ilişki biçimlerinin bir dökümünü de içerir. Bu öyle bir dökümdür ki, nice arayışları, hesaplaşmaları, sorgulamaları ve trajedileri de içerir. Ama hiçbir zaman bunların sonu yoktur. Tarihsel varoluşu gereği, insanın tarihi anlama, kavrama ve onu değiştirme çabası da hiç bitmeyecektir. Ancak bir umutsuzluk ve karamsarlık nedeni olarak anlaşılmamalıdır. Tarihin bilincinde olmak, tarihsel bir varlık olduğunu bilmek, insanın varoluş ufkunu genişleten bir bilinç durumudur.
İşte o ufukta yıldızlar sönmekte ama yeniden parlamakta, kişiler ve toplumlar/topluluklar, tarihin anlamını yeniden ama hep yeniden sormaya devam etmektedir. Çünkü tarih ve insanın tarihsellik bilinci devam etmektedir.