Felsefe ile gelenek arasında nasıl bir ilişki var? Felsefe yapmak için bir geleneğe sahip olmalı mıyız? Bu topraklara özgü bir felsefi geleneğimiz var mı? Şayet böyle bir geleneğe sahipsek bu geleneğin mahiyeti ne? Hâlihazırda bu gelenekle nasıl bir ilişkimiz var ya da nasıl bir ilişkimizin olması gerekiyor? Dilin yerelliği ve sınırlılığı ile felsefenin evrenselliği arasındaki ilişki nasıl yorumlanmalı? Bu kitap, kuruluşundan bu yana faaliyetlerinde felsefenin önemli bir yere sahip olageldiği Bilim ve Sanat Vakfı’nda Medeniyet Araştırmaları Merkezi bünyesinde bir araya gelen felsefe talibi bir grup insanın öncülüğünde Mayıs 2008 – Haziran 2009 tarihleri arasında yukarıdaki sorular çerçevesinde gerçekleştirilen yedi oturumluk bir toplantı serisinin ürünüdür.
Oturuma katılan konuşmacılar: İsmail Kara, Teoman Duralı, Ömer Naci Soykan, Doğan Özlem, Zeynep Direk, Ahmet Arslan ve İhsan Fazlıoğlu. Aşağıda katılımcıların konuşmalarından derlenen notlara yer veriyoruz:
İsmail Kara
Felsefe dili dediğimiz şey, bildiğiniz üzere teknik bir mesele değildir. Kurucu bir kişi, bir millet, kendisi üzerine, dünya üzerine hayati bir problem olarak veya hayati problemler eşliğinde eğilmeye başladığında, buna teşebbüs ettiğinde, bu sürecin neticeleri bir dile, bir ifadeye, bir açıklamaya, bir yoruma, bir felsefeye dönüşecektir. Felsefe dili, netice itibariyle felsefe yapmanın, dil ile düşünce ilişkisini de hesaba katarsanız zemini ve aracıdır. Bizim şu andaki problemimiz uzaktan bakıldığında araçla ilgili gözüküyor, ancak bu yanıltıcıdır. Esas problem, Türkiye’de yaşayan insanlar açısından Türkiye’nin, bir zemin olarak Türkiye veya bir merkez olarak Türkiye’de, bir merkez arayıcısı veya inşa edicisi olarak kurucu kişinin veya merkez alınacak bir davanın ve iddianın olmamasıdır. Türkiye’nin 1950’den sonra giderek daha büyük bir hızla kaybettiği şey de tam olarak budur.
Bugün için de ben zihni dağılmanın akıl almaz şekilde devam ettiğini, bu yüzden de kayda değer diyebileceğimiz çabaların olmadığını, olanların da ilim ve kültür ortamına düşmediği için fazlaca işe yaramadığını söyleyebilirim. Türkiye’de bu işlerle uğraşan insanlar süratle merkez bulmak zorundadırlar. Türkiye’de kişi düzeyinde de, millet düzeyinde de, coğrafya düzeyinde de dağılma/dağıtma eksenli bir zihniyet hâkimiyetini sürdürüyor. Ne yazık ki söz konusu dağılma açılma/açılım olarak takdim ediliyor.
Türk felsefesinin irtibat noktaları var mı acaba? Bugün bana sorarsanız Türk felsefesinden bahsedemeyiz. Hem böyle bir şey yok, hem de kimsenin böyle bir iddiası ve arayışı yok.
Türkiye’de bazı insanlar İslamiyet’le ve Türk düşüncesiyle irtibata geçmeden, sade bir dil olan Yunus Emre üzerinden bir hümanist dil ve felsefe kurabileceklerini savundular. Bu aslında Türkiye’deki merkez arayışıyla alakalı bir problemdir. Türkiye’de felsefe ya da düşünce, köksüz ve geleneksiz bir gerçeklik olarak asla ele alınamaz. Elbette bugün, dün yapılan şeyleri tekrarlamayı önermiyorum bu sözlerimle. Netice itibariyle yapacağımız şey, bugün ve bugüne dair olacak, fakat bunu yaparken irtibat noktalarımız ne olacak?
Almanların, Fransızların ya da İngilizlerin yaşamayıp da bizim yaşadığımız problem ise şu: Biz bugün felsefe yapmaya kalkıştığımız anda bizimle irtibatlı felsefe tarihinin içerisine inkıtasız gidebilecek araçlara, zihni donanıma, bilgiye, hatta hisse sahip değiliz. Bir entelektüel ya da felsefi çabanın tesadüfi bilgiyle farklılaştığı belki de en önemli nokta bugünün ihtiyaçlarıyla, arayışlarıyla alakalı problemler üzerinden geriye doğru inkıtasız gidebilmesidir. Bu aynı zamanda bir insanın, insanlık tecrübesi içinde doğru hareket etmesi ve yücelmesidir.
Türkiye’nin bugünkü problemleri üzerine düşünmek ve felsefe yapmak sadece İslam felsefesiyle olacak şey de değil. Bugün için Batı felsefesi ve düşüncesi, seviyesi her ne olursa olsun Türkiye’de felsefe yapacak olan kişinin ayrılmaz bir parçasıdır artık. Çünkü felsefe ile uğraşan, uğraşmaya niyetlenen bir Türk’ün – istediği kadar muhafazakâr, milliyetçi, İslamcı olsun- kafasını çalıştıran felsefi kavramlar dünyası Batılıdır. Bu sadece olumsuz şey ve problem olarak da söylemiyorum. Bugün biz, içinde bulunduğumuz problemler üzerinde yoğunlaşırken Batı felsefesini yabancı ve bizim dışımızda olan bir felsefe olarak göremeyiz.
Bir problemle karşı karşıyayım demek, karşı karşıya olduğum şeyi anlamaya, tanımlamaya, şerh etmeye, çözmeye başladım demektir. Benim temel iddialarımdan biri de Türkiye’de problem idrakinin Türkiye’yi taşıyacak, Türklere yakışır bir seviyede olmadığıdır.
Teoman Duralı
Söz kadar insani ikinci bir şey gösteremezsiniz. Bu sebeple dinlerin ve mistik anlayışların kökeninde söz vardır. İnsanla birlikte anlam verme olayı ortaya çıkmıştır. Demek ki evrenin, kâinatın anlamlanması insanladır. Anlam verme kabiliyetimiz, gücümüz çöktüğü anda insan olmaktan çıkıyor, sadece beşer oluyoruz. Anlam verme işiyse dille gerçekleşmektedir. İnsan dışında hiçbir canlının dili yok. Diller toplumların yaşayışlarına ve o yaşayışın doğal sonucu oluşan inanç düzenine göre şekillenir.
Düşünce, kavramın dile getirilmiş halidir. Anlaşmanın baş şartıysa iyi tariflerin ortaya konmasıdır. Tarifte başarılı olduğu ölçüde bir dil yükselir. Üstün kültür dilleri güçlü kavramların taşıyıcısıdır. Güçlü kavram demek iyi tarif edilen kavramdır.
Bu yeni inşa, yapı bizi öylesine değiştirdi ki, 1920’nin öncesine dönelim desek, orası da bize yabancı gelecek. Bugün oraya özlem duyan, oranın hasretini çekip orayı yaşamaya çalışanlara baktığımda onlar da bana suni geliyor. Neden? Çünkü dönmek istedikleri şeye dair bilgileri yok. O ortamda yaşamadım ama yaşayan insanların doğal yaşayışlarını gördüm. Bunun en öneli şartı o dile ve yazıya hakim olmaktır. Böyle insanlar neredeyse kalmadı artık.
Ömer Naci Soykan
1930’lu, 1940’lı yıllardan bu yana Türkçe, felsefe yapma konusunda önemli bir düzeye geldi. Pek çok felsefi terime sahip oldu geçen zaman içinde. Hocalarımız bu konuda özel gayret gösterdiler. Felsefe kavramlarını Türkçe karşılamak bakımından bir hayli kazancımız oldu. Bu konuda merhum hocamız Macit Gökberk’in çok büyük emeği geçmiştir.
Geleneğin oluşması sonraki kuşakların öncekilerle bağlantı kurmasını gerektirir. Hiç değilse terminoloji sürdürülmeli. Her kuşak, hatta bir kuşak içindeki her kişi, yeniden terim üretirse bu iş yürümez. O yüzden gelenek oluşturmanın felsefe bakımından önemi büyük.
Türk felsefesi için Türkçe düşünmek gerek. Dili kullanırken düşünmek gerek. Türkçe felsefenin üzerinde durmamın sebebi, insanın ancak kendi ana diliyle, bu dilin sözcüklerinin yaptığı çağrışımlara düşünmesinin mümkün olmasından kaynaklanıyor. Yoksa bir dil ırkçısı falan değilim. “Tenkit” ve “eleştiri” diye aynı anlamda iki sözcük var. “Eleştiri”yi Macit Gökberk, Yunanca “krinein”i karşılamak üzere önermiştir. “Krinein” elemek, un vb. şeyleri elemek demek. Batı dillerine de “kritik” sözcüğü buradan geçmiştir. Gökberk de elemekten hareketle eleştiriyi önermiştir. Ayırıyorsun iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, elemek bu demek. Şimdi elemek ve dolayısıyla eleştiri Türkçe olduğu için bize bu çağrışımları yapabiliyor. Peki, “tenkit” bize neyi çağrıştırtıyor? Hiçbir şeyi. “tenkit”i ezbere kullanıyoruz. Ama Arapça’dan gelen bazı sözcükler bize çağrışım yapabiliyor, çünkü onları ailesi ile birlikte almışız. Aileden birini kullanınca, doğal olarak diğerleri çağrışıma geliyor; örneğin “mektep” , “mektup”, “kitap”, “kâtip” gibi. Ama çoğu sözcüğü ailesiyle birlikte almadık. Dolayısıyla Türkçe felsefe yapmaya önem vermek, düşünmeye önem vermek demek oluyor.
Felsefe yapmak düşünmekle mümkündür. İnsan da ancak kendi ana diliyle düşünür.
Felsefede, doğrudan doğruya dille yapılan etkinliklerde mutlaka o dilin belirleyiciliği vardır. Her şeyden önce dil, taşıdığı kültürle dile getirdiği şeyi belirler. Problem aynı olsa da onu yaşama tarzı, dile getirme biçimi ayrı kültürlerde farklıdır.
Bizim felsefi kimliğimizi Türkçe ve Türk kültürü belirleyecek.
İslam felsefesi ve ilmi bir çeviri hareketiyle başladı. Peki, nasıl böyle büyük bir felsefe geleneği oluşturuldu? Çünkü çevirilerin ötesine geçebildiler. Çevireceklerini çevirdiler ve ondan sonra o faslı kapattılar. Ne Farabi ne de İbn-i Sina Yunanca biliyordu. Artık herkes Arapça yazıyordu, felsefeyi ve bilimi Arapçayla ifade ediyorlardı. Oysa biz durmaksızın çeviriyoruz. Çeviri kültüründen yaratıcı kültüre, yani bakan kültürden bakılan kültüre dönüşmek, özgün ürünler koymakla olasıdır.
Doğan Özlem
Bu coğrafyanın ortak kültürünün temel direği, taşıyıcısı Türkçedir. Türkçede birleşmek, Türkçenin ifade olanaklarını zenginleştirmek durumundayız. Buna ihtiyacımız var. Bu, herhangi bir rasist/ırkçı ihtiyacın karşılanması amacını da taşımıyor. Bana göre, ortak kültürümüz en büyük sığınağımız ve bu ortak kültürü ayakta tutmak ve geliştirmek hususunda bu coğrafyanın insanları olarak başka bir dilsel açılım olanağına da sahip değiliz.
Türkçe bu coğrafyanın sadece ortak kültürünün dili değil, aynı zamanda bir kültür dilidir de. Kültür dilinden şunu anlıyorum: Kültür dili herhangi bir insan topluluğunun sadece basit ihtiyaçlarının, özellikle günlük iletişim ihtiyaçlarının karşılanmasında başvurulan günlük dilden farklı olarak, bu topluluğun yaşam tarzının, felsefesinin, dininin, teknolojisinin, sanatının, biliminin işlenmesini ve geliştirilmesini sağlayacak ölçüde geniş ve yüksek anlatım olanaklarıyla bezenmiş olan dildir. Bu coğrafyada bizi birleştiren en önemli kap, pota Türkçedir. Türkçe, Dağlarca’nın dediği gibi ses bayağımızdır. Etnik kökenimiz ne olursa olsun, kendimizi ifade etmek ve geliştirmek için kullanacağımız en önemli kaynak Türkçedir.
Bence Türkçe şu anda bir kültür dilidir. “Her dil eksik dildir” der ki dil bilimciler ki bu doğrudur. Yani, her dil, hangi düzeye gelmiş olursa olsun, daha fazla gelişmeye açıktır. Bu pek tabii ki kültür dili olan Türkçe için de geçerlidir.
“Dil devrimi” başlatıldığı sırada, Osmanlıca, felsefe ve bilim dilindeki gelişmeyle birlikte, çok daha zengin konuma gelmişti. Cumhuriyet’in olumsuz uygulamalarının en önemlilerinden birisi, o zenginliği heba etmeye çalışmak olmuştur. Dilde arılaştırma da gerçi gerekliydi, bunu Osmanlıcacıların bir bölümü de kabul ediyordu. Fakat genel olarak bakıldığında Osmanlının son döneminde ulaşılmış olan dilsel zenginlik feda edilmeye çalışılmıştır. Buna rağmen olan olmuş, Türkçe bir kültür dili olarak yine ayağa kalkmıştır. Bugün artık ağdalı Osmanlıca terkiplere başvurmuyoruz, ama ihtiyaç duyan onları da kullanabilir. Cumhuriyet’in de dilin zenginleşmesine çok önemli katkılar getirilmiş olduğu asla inkâr edilemez.
Türkçe bir felsefe dilidir. Söylediklerimi “Türkçede felsefe yapabiliriz, yapıyoruz zaten” demek için söyledim. Ve ben buna “yapmalıyız”ı da ekliyorum.
Günümüzde yok edici kültürel rekabetin “globalleşme” sloganı altında kamufle edilerek sürdürüldüğünü, bunun bizim konumuzdaki toplumlar ve kültürler için varoluşsal bir tehlike arz ettiğini düşünüyorum. Bu coğrafyada varlığımızın idamesi bakımından da Türkçede felsefe ve bilim yapmalıyız. Hiçbir dil bir diğerinden üstün değildir, en ilkel dil bile işlendiğinde bir kültür dili haline gelebilir. Türkçe gelişmiş bir kültür dilidir. Türkçede felsefe ve bilim yapılabilir, yapılmaktadır ve yapılması gerekir.
Ben Türkçeyi bu topraklar üzerinde yaşamamızın idamesini sağlayacak güvencelerden biri olarak görüyorum. Türkçeyi kullanmamızın gerekçesi, gerekliliği, onun kendi kültürümüz içinde kendimizi var etmemizin yollarından biri olmasından kaynaklanıyor.
Zeynep Direk
İnsanlar felsefe konuştukları zaman o şeyin dilini de icat ediyorlar. Osmanlıca çok okumuşsam, ona dair bilgim çoksa o zaman çok daha geniş bir kelime haznem oluyor ve o kelimeleri kullanmaya başlıyorum. Şayet daha dar bir kelime haznesiyle ve sadece modern, sıradan halk Türkçesiyle konuşuyorsam o zaman da o kelimeleri kullanıyorum. Dolayısıyla bir dilde nasıl felsefe yapılır gibi bir problemim yok benim. Önemli olan meselenin kendisidir çünkü. Meselenin kendisi eğer geçek bir mesele ise, onu konuşuyorsunuz ve onun dili kendiliğinden ortaya çıkıyor. Benim dil konusunda söyleyeceğim bundan ibaret. Dile yapılan yapay müdahaleleri yanlış buluyorum.
Felsefe fikrin hediyesini başkasından almak, onu geliştirip başkalarına hediye etmektir.
Türk felsefesi demek yerine, daha çoğulcu bir zeminde düşünmeye açık olan Anadolu felsefesi adını neden kullanmayalım? Türklük bunun içinde yalnızca bir öğe bana göre. Bu Anadolu farklılıkların eridiği bir maya değil, farklılıkların konuşabildiği, birbirini yutmadan ilişki kurduğu bir yer. Buradaki çoğulluk ve buradaki farklılıkların birbirleriyle ilişkisi tarih ve felsefe içinde çalışılması gereken başlıca bir konudur.
Şairleri ve filozofları yaşadıkları çağlara özgü sorunların ve bağlamların ötesinde konuşabilir hale getirmek ve onlarla bir diyaloğa girebilmek için onlara kendi sorularımız, ilgilerimiz, zorluklarımız ve hatta travmalarımızla dönmeyi öğrenmemiz gereklidir. Kaynakları anakronistik okumalara tâbi tutmayı önermiyorum. Onlarla kurduğumuz ilişkide boş bir akademikliği ve tarihselciliği aşmayı ve onlarda adeta barınan anlamları da serbest bırakan okumalar yapmayı öneriyorum.
Bir düşünüre dönerken bizim kendi dertlerimiz ve gelecekle ilgili projelerimiz, öngörülerimiz, meselelerimizle dönmemiz lazım. Aslında bu yine Heidegger’den öğrendiğim bir şey. Yani Heidegger için asıl dert geçmişteki bir düşünürü bizim kendi dilimize tercüme etmemiz değildir. Kendimizi onun diline tercüme edebilmemizdir. Ona kendi meselenle gidiyorsun ve ondan bu meseleyle ilgili bir konuşma bekliyorsun. Bu başka türlü bir okuma önerisidir. Bir bakıma bu mesele ile o düşünür ile öyle bir ilişki kuracaksın ki o mesele hakkında sana konuşacak hale gelecek. Bu ancak bir felsefecinin yapabileceği bir iştir. Yalnızca o düşünürü şerh etmek değil, onu bugüne ilişkin kılmak, bir anlamda onu yaşatmak bu aslında. Aksi bir tutum, ölmüş bir düşünürün arkasından hep aynı duayı okumakla eşdeğerdir. Öyle yaptı, böyle yaptı, merhum şunu dedi, vs. bu felsefe değil. Onun ne dediği beni ilgilendirmiyor. Buradaki, şu andaki, yani o beş yüz yıl sonraki, bin yıl sonraki bu meseleyle ilgili ne diyebileceği ilgilendiriyor beni. Ben bunun için ona bakıyorum. Onu böyle bir kaynak olarak görüyorum.
Ahmet Arslan
Ben ancak kültürlerin birbirleriyle konuşabileceğini düşünüyorum. Felsefenin de bu şekilde insanlar arasında gerçekten içerikli, işe yarar, verimli bir konuşma yapabilmesinin tek imkânı olduğunu düşünürüm. Çünkü bilim böyle bir konuşma için uygun değildir. Bilim bizi dış dünyayla olan ilişkilerimizden, olguların tespitinden, sınıflandırılmasından, evrenin yasalarının ortaya konmasından ibarettir. Bu bakımdan bilimden hareketle böyle bir konuşma yapamayız. Peki, sanatla böyle bir konuşma yapabilir miyiz? Yaparız, ama sanatla ilgili yapılacak konuşma da ancak kavramsal olarak felsefe diliyle yapılan bir konuşmaya dönüştürüldüğünde verimli bir konuşma olacaktır.
Yerellik meselesi de benim açımdan bunun bir uzantısı olarak görülebilir. Türk felsefesi diye bir şeye ben inanmam, ama tarihte Türklerin yaptığı felsefeye inanırım. İslam felsefesi diye bir şeye inanmam. Şu anlamda ki İslam felsefesi denilen şey bence felsefi olduğu için felsefedir, İslami olduğu için felsefi değildir. İslam felsefesi bir kültürün adıdır, bir teolojinin adı değildir.
Türkçenin imkânlarıyla felsefe yapılabilir. Aristoteles şöyle der: “Flüt çala çala flütçü olunur.” Dolayısıyla felsefe yapa yapa felsefeci de olunur. Yeter ki felsefe yapmaya çaba gösterelim. Benim kanaatim bizim felsefe yapma çabası içinde olmadığımızdır. Buna akademik felsefe dünyası da dâhildir.
Acaba geleneğimiz var mı? Geleneğimiz yok. Bazılarına göre var, ama bence yok. Veya o geleneğe dönmek benim için o kadar verimli veya mümkün bir şey değil. Bizim öncelikle yapmak zorunda olduğumuz şey, önümüzde bulunan dünyayla ciddi ilişkiler kurmaktır. Hangi dünyayla? Hukuki dünyayla, ahlâki dünyayla, sosyal dünyayla, bilimsel dünyayla. Ama ciddi bir ilişki kuracağız ve problemlerimiz ciddi olacak. Demokrasi problemini ele alalım. Biz demokrasi problemini ciddi olarak konuşuyor muyuz gerçekten? Entelektüel anlamda dürüst değiliz. Barış nedir? Huzur nedir? Hoşgörü nedir? Bizim hiçbir şeyi, kendisi için, ciddi olarak konuşma geleneğimiz yok. Geleneğimiz oyun geleneği. Benim kanaatime göre Yunan’da felsefenin ortaya çıkmasının birinci nedeni Yunan dünyasında özgürlüğün olmasıdır.
Aristoteles Retorik’in başında şöyle bir şey söyler: “Doğru, doğru olmak bakımından karşıtına üstün gelme özelliğine sahiptir.” Eğer bir adam, bir hatip, mecliste ya da mahkemede doğruyu yanlışa üstün kılamıyorsa, bu doğrunun kendisinden ötürü değildir, konuşmanın başarısızlığındandır. Doğrunun kendisini kendi gücüyle ortaya koyması için ise insanların özgürce konuşmasına izin vermek gerekir.
İhsan Fazlıoğlu
Her ne kadar toplantı serisinin temel sorusunu, dil düşünce arasındaki ilişki ve bu bağlamda Türkiye’de ve Türkçede felsefe oluşturuyor olsa da benim konuşmamın ana çerçevesini, özel bir istek doğrultusunda, Selçuklu ve Osmanlı döneminde felsefe-bilim meselesi oluşturacak.
Hiçbir cümle, tek başına, ilişkiler olmaksızın anlamlı değildir. Düşünce tarihi okumalarımızı da buna göre yapmak mecburiyetindeyiz. Örnek olarak, Türkiye’deki kadim felsefi düşüncenin arka planını anlamak istiyorsak, onu bir üst cümle olan Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve İslam medeniyetine bağlamak zorundayız. Hatta daha ileri gidip Akdeniz kültür havzasına bağlamalıyız belki de.
Modern felsefe-bilim tarihi, ulus inşa etme sürecinde üretilen bir araçtır, bir alettir. Özellikle Batı Avrupa kültürü Aydınlanma’dan sonra kolonyalist çağın kendisine verdiği gücü fark edip onu anlamlandırmaya başladığında ve bunun da büyük oranda bilim ve teknolojinin sonucu olduğunu gördüğünde, bütün dünya kültürlerini bu perspektiften yorumladı ve uluslaşmaya başlayan kültürler de, kendi tarihlerinde felsefe-bilim kahramanlarını aramaya koyuldular. Onların Newton’u varsa bizim İbni Sina’mız var; onların Leibniz’i varsa bizim de Fahraddin Razi’miz var gibi bir psikolojiye girildi. Dolayısıyla bugün bilim tarihi ve düşünce tarihi yazıcılığı kahramanlar üretme, kahramanlar inşa etme tarihidir.
Bunun arkasında, ortak insanlık tarihine nasıl bir katkı sağlandığı sorusu yatmaktadır. Tabii burada kastedilen ‘ortaklık’ ve ‘katkı’ büyük oranda Batı Avrupa’nın gelişmişliğine yapılan katkıdır. Bu çerçevede soru soran milletler, kendilerini kendileri olarak incelemekten daha çok , Batı Avrupa kültürüne katkılarını araştırmaya başladılar. Bu psikolojinin yarattığı çerçevede, kendi düşünce tarihini yazan uluslar, kendi atalarının nasıl düşündüğünden çok, Batı Avrupa kültür, felsefe, bilim tarih yazıcılığının kendilerine verdiği kavramları, kendi atalarının, kendi kültürlerinin geçmişlerinde aramaya başladılar. Bu tavrın üzerinde fazla durmadan kısaca diyebilirim ki, “böyle bir derdimiz olmamalı…”