Frankfurt’un merkezi konumundaki Opera binasının ön yüzünde meydandan geçen hemen herkesin dikkatini çekecek büyüklükte kabartma bir yazı göze çarpar,” Dem Wahren, Schönen, Guten”, Gerçeğe, Güzele, İyiye. Kökleri Platon’a kadar giden bu üçlü dize, binanın Rönesans etkili mimarisine ve burada sergilenen sanatsal, görsel ve estetik temsillere uygun bir etki uyandırır. “Gerçek, Güzel, İyi “dizesinin Sanat ve estetikle bir soru işareti uyandırmayacak netlikteki uyum ve açıklığı Felsefe temelinde alındığında ise bulanıklaşır. Yüzyıllardır tartışılmakta olan bu üç kavramın netlikleri kaybolur ve neyin gerçek, neyin güzel, neyin iyi olduğu belirsizleşir. Tek başlarına kullanıldıklarında pek bir anlam ifade etmeyen “Gerçek”, “Güzel” ve “İyi” kavramları aslında gerçekte olmayan ve duyulur Dünya’nın ötesinde bağımsız ve havada bir yerde imiş gibi kendi başlarına duran Platonik idealar kapsamı altında tartışılmıştır.
Frankfurt Operasında da bu kavramlar tek başlarına değil, Türkçede e, a, ye, ya, takısına denk gelen ve bir yön ve hareket bildiren “Dem…” ön eki ile kullanılmıştır. Bu takı, gizil olarak mevcut duruma gönderme yapar. “Gerçeğe”, aslında gerçek olmayan, “İyiye”, aslında iyi olmayan, “Güzele” ise güzel olmayan bir başlangıç veya mevcut durumu işaret eder ve buradan hareketle arzu edilen veya olması gereken bir hedef, erek veya amaca hareketi vurgular.
Gerçek olmayandan gerçeğe, güzel olmayandan güzele, iyi olmayandan iyiye.
Umudun mevcut bir hal ve durumdan bağımsız ve erişilemeyen platonik bir erek mi, yoksa çaresizliğin ürettiği zihinsel bir beklenti mi olduğunu peşinen söylemek zor. Anlam ve derinliği kaynağındaki çaresizliğe ve ihtiyaç duyulan beklentilere göre değişen ve farklılaşan bu kavramı bir sözlük karşılığı ile anlamlandırmak pek olanaklı değil.
Umut kavramı Frankfurt Operasındaki kelimeler gibi tek başına kullanıldığında pek anlam ifade etmez, umut bir yöndür. Mevcut durumla, olması gereken bir erek arasındaki mesafe. Bedeli verilerek satın alınabilen, kolaylıkla ulaşılabilen hedefler ve karşılanabilen istekler umutla değil bir talep ve tatmin dürtüsü ile oluşur. Umut çaresizliğin ve elden birşey gelmezliğin madeninden çıkar. İsteyerek terk etme şansı olmayan, sıkıntı ve acı veren çaresiz bir durumdan, erişilmesi güç veya olanaklı olmayan bir çözüm ve selamete hareket arzusu.
Derin ve karşılıksız bir aşk, imkânsız bir sevgiliye beslenilen umudun kaynağıdır. Uzun bir ayrılık şiddetli bir kavuşma arzusuna dönüşür. Amansız bir hastalık çare olacak bir ilaca, loş bir hücredeki hapislik, güneşli bir özgürlüğe umut üretir.
Ne deniz sevdası, ne de rüzgâr, herşeyin yitirildiği kanlı bir savaştır dalgalı denizde çoluk çocuk doluşmuş zayıf lastik botların sebebi. Karşı kıyıdır mültecinin hayali. Ne karşı kıyısı, ne de varış limanı bilinmez olan yolculukta acılı, yaralı ve korkulu bir kıyıdan kalkıştır umut.
Bir hayal ve kurgu kaynağı olarak umut
Ne kadar acılı ve yaralı da olsa, çaresizlik ve çözümsüzlük içindeki mevcut ve gerçek bir durumu bertaraf etme çabası olarak doğan umut, elden birşey gelmezlik ve yetmezlik karşısında zihinsel bir etkinliğe dönüşür. Hayal ve kurgu. Gerçekle, gerçekleşmesi arzulanan ve erişilemeyen arasındaki mesafe zengin hayal ve kurgularla aşılmaya çalışılır. Çaresizlik, elden bir şey gelmezlik ve mevcut durumun karşı koyulamazlığı ne kadar derinse, kurulan hayaller de o kadar zenginleşir ve olağanüstü kurgular bizi bir kahramana dönüştürür.
“Sırtını asfalta yaslayan çocuk, sırtını tüylü döşeklere yaslayanlardan daha umutludur”deyişi, içinde bulunulan durumla umut arasındaki bu direk ilişkiyi ortaya koyar.
Zihnin geniş ve engin hayal tarlasında, her türlü çaresizlik ve sıkışmışlığımızın üstesinden gelecek güçlü bir dev, tılsımlı bir büyücü veya bir kahraman yaratmak işten değildir. Aşılamayan engel, gidilemeyen ülke, erişilemeyen kişi, deva bulunamayan dert yoktur kahramana. Mahkûmun hücresinin kapısı açılmış, yemyeşil kırlara çıkmıştır. Onca peşinden koşulup yüz vermeyen güzel birdenbire herşeyi bırakmış kahramana deli gibi aşık, sevgili olmuştur.
Hayalin zengin tarlasında ürün çok, hasat boldur. Evsiz barksız gariban kendini konakta bulur, amansız hastaya bir aşı bulunduğu haberi ulaşır. Çölde suyu tükenmiş yolcunun karşısında yemyeşil bir vaha belirmiş, gürül gürül sular akıyordur.
İmkânsız yoktur zihnin hayal tarlasında.
Aşılmaz uçurumların önünde köprüler belirir, köprü yıkılsa, dev kanatlı kuşlar gelir yardıma. Issız adada mahsur kalmış bir zihnin hayali kıyıya vurmuş bir kütükten koca bir gemi yaratabilir.
Mültecinin zayıf lastik botu karşı kıyıya ulaşır, insanlar kendilerini çiçeklerle karşılar. Artık yepyeni umutlu bir gelecek vardır önlerinde. Savaş bitmiştir.
Varolma ve ayakta kalmanın doğasında vardır hayal.
Böylesine zengin hasatla dolu hayaller ve kurgular bir ressamın elinde bir tabloya, bir heykeltraşın yontusunda bir heykele, bir mimarın tasarımımda çılgın bir binaya dönüşebilir. Bir roman bir yazarın hayallerinin okunabilir, bir film, bir yönetmenin kurgularının görülebilir hale getirilmesi değil midir?
Umut söz konusu olduğunda ise böylesine yaratıcı dünyaları ortaya çıkaran kurguların gerçeğe dönüşmesi zor, nerdeyse imkânsızdır. Umudu, kolayca elde edilebilen ve yerine getirilebilen talep ve isteklerden ayıran da budur.
Hayalden uyanma, Gerçeğe dönüş
Nietzche’nin “Umut çekilen eziyetin süresini uzatır”deyişi çok kestirme de olsa beklentilerin gerçekçiliğine direk bir gönderme yapar. Umutların hayal tarlasınının hasadından gerçek sofraya kolay kolay aş çıkmaz. Zihnin serabı dağıldığında gerçek birdenbire ortaya çıkar ve rüya biter. Müebbet mahkum hücrenin demir kapısının üstüne kapandığı sesle uyanmış, yeşil kırlardan rutubetli hücresine geri dönmüştür. Sonsuz kadar büyük çölde mahsur yolcunun matarasındaki su bitmiş, güneş kavurmaktadır. Amansız hastalık vücudun her yerini kaplamış derman verecek ilaç işe yaramamıştır. Garibanın konaktaki ikametgâhı kısa sürmüş, çatısı akan sobası yanmayan barakasında bulmuştur kendini. Cepte simit alacak para yoktur. Hayal tarlasında koşa koşa gelen sevgili gerçekte başkasının koynundadır. Mülteci felaketin ortasında dalgalarla boğuşmaktadır. Azgın denizdeki botun içi denizi ilk defa gören insancıklarla doludur. Ne karşı kıyı gözükmektedir, ne de çiçeklerle bekleyen insanlar. Saatler sonra zayıf lastik bot dalgalara dayanamamış, patlamıştır, insanlar denizlerde savruk, kumsalda çocuk cesetleri.
Belki bu mutsuz sonlar ve hayal kırıklıkları nedeniyle umut, mevcut çaresizliği unutturan ve direnme gücü veren zengin hayallerin yerine çoğu zaman durumu olduğundan da kötü gösteren yıkıcı kurguların kaynağı da olabilir.
Burada zengin hayallerin yaratıcılığı biter ve yerini korku, panik ve kâbuslu kurgulara bırakır. Umut ve umutlu olma durumu, birşey yapamazlık ve elden birşey gelmezliğin ta kendisi iken, zoraki bir eylem durumuna geçmek ise umutların tükendiğinin göstergesidir.
Umutsuz insanın sınırları
Umutların zorla gerçekleştirilmesi ; Beklentilerin bir türlü gerçekleşmemesi ile birlikte hayallerin zihni dizginleyici etkisi geçip gerçeğin ateşi tekrar yükselir ve “ Ne olursa olsun..”,”Neye mal olursa olsun,,” eylemleri kafaya konmaya başlar.Umut artık bir kötülük kaynağı ve suç makinasıdır.
Mahkûm, yeşil kırlarda masum özgürlük hayallerinden parmaklıkların ardında olduğu gerçeği ile uyandığında düşünceler kararmış, şeytan kaç demeye başlamıştır. Umut firardır artık. Göz koyulan güzelin gelesi yoktur. Umut, yar olmayan sevgiliyi kaçırmaktır.
Onca zenginlik rüyasının sabahında parasızlık, borç, batak içinde kalkılmıştır. Hırsızlık, gasp, cinayet planları yapılmaktadır.
Umut karanlıktadır artık.
Umut ve gerçeklik; Umut, hayal ve beklentilerin genişlettiği zihinsel bir hareket alanı iken, çaresizlik ve elden birşey gelmezliğin gerçeği sınırlarımızı derimize kadar geri çekebilir.
Umut, beklenti ve hayallerle beslenir, sanrı ve inançla kuvvetlenir, seçenek ve yollar, taktik ve kurnazlıklar üreten zihinle işbirliği yapar.
Bir tepeyi ele geçirmek gibi bir hedefle yükümlü, güçsüz ve çaresiz bir komutandır sanki.
Umut ve hayaller bizi gerçekte olmayan yüksek tepelere götürse de karşı karşıya olduğumuz amansız bir gerçek ayağımızı yere bastırır. Bir kaza, bir hastalık teşhisi, bir depremde yıkıntılar arasında sıkışıp kalma, bir ölüm haberi veya derin bir aşk.
Hemen önümüzde karşı karşıya olduğumuz, burun buruna geldiğimiz ve başbaşa kaldığımız durum, ötemizdeki beklenti ve hayallerle örtülemeyecek kadar gerçek ve somut olduğunda, rüya gördüğümüzü sanıp yaşanan durumun gerçekliğine inanamayız. Oysa gerçekte uykudan uyanılmış, hayaller zanlar ve sanrıların işgalindeki örtülü zihin birdenbire çırılçıplak kalmıştır. ‘Ben’ dediğimiz bohça açılmış, kendimiz zannettiğimiz şey yok olmuştur. Gerçek önümüzdedir.
Genelde ani yaşanan şoklarda ve beklenmedik olağanüstü zamanlarda karşı karşıya kaldığımız böyle durumlar, “Maruz”, “maruzat” gibi köklerinde zorunluluk ifade eden kelimelerle ifade edilir. Zihni, sanrıların zanların ve kendini zannettiği şeyin uykusundan zorunluluğun ortaya çıkardığı kaçınılmaz bir gerçek uyandırmaktadır.
Gerçeği görmek ve yüzleşmek sanki olağanüstü bir durumla olanaklıdır.
Kabullenmek, razı olmak ve teslimiyet; Seçenek bırakmayacak kadar zorunlu, hayal ve beklentilerle ötelere kaçılamayacak ve kendimizi aldatamayacak kadar önümüzde olan somut bir gerçek, bize sıradan hayatta pek tanışmak istemediğimiz kabullenmeyi, razı olmayı ve teslimiyeti öğretir.
Ancak aşkın bir kabulleniş ve teslimiyet değildir bu. Zorunluluktur.
Çıplak ve yalın halimiz ve gerçeğimizi hiçbir zorunluluk hali ve olağan üstü bir durum olmaksızın, zan ve sanrılarımızdan sıyrılmış şuurlu bir irade ile kavrayış olanaklımıdır?
Peşin ve kesin bir cevap küstahlıktan başka bir şey değildir. Ben şuyum, buyum veya şu değilim bu değilim demek hiçbir şey ifade etmez. Günü ve zamanı geldiğinde ne kadar şuurlu, ne kadar iradeli olup olmadığımız belli olur. Karınca incitmez denen ve de hep öyle yaşadığı bilinen birinin acımasız bir katil olabildiği çok görülmüştür. Hepimiz için de bu durum geçerlidir. Gün gelir, yapmam etmem dediğimizi yapar eder, bir de böbürleniriz. İçimizdeki katil bir gün ortaya çıktığında belli olur ne kadar masum, ne kadar karınca dostu olduğumuz. Kan beynimize fırladığında kendimiz zannettiğimiz şeyin içinden hiç tanımadığımız bir yabancı çıkıverir ve ne kadar sakin ve iradeli olduğumuz belli olur. Ve belki de bir gün teşekkür borçlu olacağımız lanet olası bir gerçek ayna olur ve tanıştırır bizi içimizdeki yabancıyla.
İnanmakta zorlanacağımız bir gerçeğin uykulu kabullenişi, zoraki iradenin sonu, teslimiyet ve hayal kırıklığıdır. Gönüllü bir rızada, derin bir aşkta, sevda ve coşku ile yapılan bir işte ise ne bir zorunluluk, ne de bir olağanüstülük vardır. Zihnin sahte tikleri ile sürüklenip durulan bozuk ayarlı yaşam akorlanıp doğal ritmlerine kavuşmuş, derin bir teslimiyet, hayranlık ve zevk uyandıran tarafsız bir seyre dönüşmüştür. Çocuk meraklar ve genç heyecanlarla dolu böylesi bir yaşam günümüz hayhuyunda romantik, sanatsal ve ütopik kalabilir. Zira korkulu geçmişler ve suçlu yetişmelerle kirlenmiş zihin, yüzleşmekten utanmakta ve korkmakta, sanrı ve zanlarla zaman geçiştirmektedir. Sanki bir suçlu ve cezalı vardır içimizde. Yüzleşmek istemediğimiz, korktuğumuz bu mahkûmu özgürleştirmek yerine türlü giysiler örtüler ve maskelerle gizlemeye çalışırız. Yaşam olağan ve normal sayılan bir uykuya dönüşmüştür.
Gerçeğimizin, sandığımız şey olmadığını anladığımız seansa kadar da bu uyku devam edecektir.
Kelebeğin öyküsü; Henri Charriére’nin gerçek hayat hikâyesini konu alan 1973 yapımı ve Steve McQueen ve Dustin Hoffman gibi usta isimlerin rol aldığı Kelebek “Papillon” adlı film, amansız bir kaçış ve ve bitmek tükenmek bilmeyen bir umut öyküsüdür.
Daha önce küçük bir suçtan hüküm giyen ‘Kelebek’ lakaplı Henri Charriére ( Steve McQueen) haksız yere cinayet suçuyla suçlanır. Masumiyetini kanıtlayamayan Kelebek Fransız Guyanasında mahkûmlara uygulanan insanlık dışı muamele ve kötü ünüyle tanınmış Şeytan Adası’ndaki kaçılması imkânsız hapishaneye gönderilir. Yolculuk esnasında Kelebek ile Louis Dega ( Dustin Hoffman) isimli bir mahkûmla zamanla içten bir dostluk gelişir. Kelebeğin aklında tek bir şey vardır. Kaçmak. Her türlü kaçma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanır ve dayanılmaz ceza ve işkencelere maruz kalır. Ama onca zorluğa karşın bir gün buradan çıkacağına ilişkin umudunu hiçbir zaman kaybetmez. Umut ile yaşam aynı şey olmuştur. Aksini düşünmek ölümden beter ve ona ait olmayan bir yaşamdır. Durumu daha kabullenmiş gözüken Dega’ya bir gün şöyle der;
-Beni öldürebilirler ama Sana sahipler..
Kaçmayı kafasına koyan ve umudunu hiç kaybetmeyen Kelebek tam 13 yıl mücadele ettikten sonra bir sal ile adadan kaçmayı başarır.
Sabır; Zorunlu olarak içinde bulunulan çaresiz ve umutsuz bir durumu göğüsleme ve başetmenin erdemli bir hali. Böyle durumlarda umut yoktur ve anlamsızdır. Ölen birini hayal kurarak, umut besleyerek geri getiremeyiz. Giden gelmez, ölü dirilmez. Öyle dert vardırki derman, öyle acı vardır ki çare yoktur. Gerçek, üzerimize demir bir kapı gibi kapanmıştır. Ölü de, dert de, acı da ortada ve önümüzdedir.
Sabır, kabullenmek, rıza göstermek veya uzlaşmak değil, içinde bulunulan durum ile irtibatlı bir iştirak ve kavrayış halidir. Sabrın “Sbr” köklerinin irtibatlı olmak, rabıtalı olmakla olan ilgisi de bize bu yönde ipuçları verebilir. Umut, bir beklenti ve hayal ile olanaklı iken, sabır ise bir iştirak ve mevcut durumla irtibatlı ve derin bir katılımdır. Sabır umudun yerine kolaylıkla yerleştirilebilecek bir hal değil, zorunluluk, birşey yapamazlık ve çaresizlik içinde derin ve dirimli bir kavrayış halidir. Acı veren ölümler, ani şoklar, telafisi mümkün olmayan kayıplar gibi çoğumuzun başa çıkmakta zorlanıp hasarlanabileceği durumlarda sabır dilenmesi boşa değildir.
Elden bir şey gelmezliğin çaresizliği ile içinde kalınması zorunlu olan bir durumla başetmek derin kavrayışlar kazandırabilir. Ne yaşanıyorsa onu derin bir şekilde anlamak ve yaşam dediğimiz dirimli ve devinimli bütünlükte devrandan alınan payda bazen çaresizliğin de olduğunu kavramaktır sabır.
Bilinen ifade ile sabrın sonu, umut denen bir beklenti değil, içten içe kavuşulan bir selamettir.
Yaşamın yaşam karşıtı hamlesi, intihar ve ötenazi; Zihnin hayal, kurgu ve beklenti hacmi serbest ve sonsuz olabilir. Bunların gerçekleştirilmesi ise çoğunlukla elimizde değildir. En umutsuz durum ise gerçekleştirilmesi küçük bir hamleye bağlı olan intihar ve ötenazi olmalıdır.
Durum umutsuzlaştıkça, yapılabilir olan ve riske atılan daha kolay hale gelmektedir sanki.
Boynuna ip geçirip altındaki sandalyeye tekme atma, nefes veren soluk makinesinin fişini çekme halinin anlaşılması ve anlatılması zor ve bu durumu yaşamayan yazar için boş bir çabadır. Ne kadar benzetişim yaparsak yapalım, kapalı bir odada içerde olan biteni dışardan anlama çabasıdır bu.
İntihar ve ötenazi gibi yaşamın yaşam karşıtı bir hamle üretmesi canlı doğası ile çelişiyor gibi gözükmekte. Umut, mevcut durumu “daha iyi”ye, “daha güzel”e taşıyan bir dürtü değil sonlandıran bir eylem olabilirmi? Umudun kalmaması ile yaşamın sonlandırılması, umudun yaşamın önemli bir bileşeni olduğu konusunuda bize ders verebilir ve şu soruyu sordurabilirmi; Yaşamın içinde yaşam üretmeyen eylemlerimiz bir tür intihar ve ötenazi olabilirmi?
Vücudumuzda ve beynimizde kimbilir kaç intihar, kaç ötenazi yaşıyoruz ve yaşatıyoruz yaşamımız boyunca.
Umut ve inançlar
Otorite veya siyasal erk ile işbirliği halindeki ruhbanın kurumsallaştırdığı dinlerle, izleme, sorgulama, farketme ve keşif yoluyla zihni derinleştiren, geliştiren ve dönüştüren inanç ve disiplinlerin umut anlayışı kökten farklıdır.
Kurumsallaşmış dinler umudu insanın ötesine ve dışına iter ve ulaşılması gereken bir makam olarak alır. İnsan yokken de orası vardır ve hazır beklemektedir. İnsanın gerçeği ve şimdisinin pek bir anlamı yoktur. Bu Dünya söz dinleme ve imtihan yeridir. Umut öte bir zamanda ve öte bir yerdedir.
İnanç ve dinlerin anlayışları çok farklılık göstersede, çok genel bir söylem olarak, umutlar ötelenmiştir.
Bu Dünya’daki “İyi”nin öte mekân ve zamandaki ödülü sevap, karşılığı Cennet, “Kötü”nün cezası ise günah, karşılığı Cehennem ve azaptır. Dindar için umut, acı veren bir kökten değil kendi dışındaki “öte” bir mekân ve zamandan kaynaklanır. Ondan değil ona doğrudur. Öte mekân ve zamandaki sevap ve günah, ödül ve ceza ve korku temelli bir inancın kuşattığı yaşamda coşku, heyecan ve ilgiler yadsınabilir. İnşasını ve varoluşunu kendisi üzerinden gerçekleştiremeyen birey, selameti kendini güvende hissettiği bir topluluk içinde aidiyetlere, guruplara ve genellikle doğumu ile birlikte girdiği ve hiç sorgulamadığı dine sadakatte bulur. Korkularının kaynağını yüceltir, değerleri totemleştirir, önderler ikonlaşır, itaat ve tebaati olumlar. İbadet ve ritüeller bu değerler üzerinden tekrar, taklit ve tapınmalara dönüşür.
Bu tür bir dindaşlığın varoluşu, kendini kendi gibilerle kapatarak taraftarlaşmak ve ötekilerle hasımlaşmakla mümkündür. Bu ayrışım dinsel kurumsallaşmanın ihtiyaç, temel ve kurulumunu oluşturur. Bu yolla otorite ve ruhbanın devamı sağlanırken bireysel umutlar öteye bağlanır, yaşam ve özgürlükler yadsınır ve yabancılaşır.
Teolojileri çok farklılıklar göstersede, gerek doğu disiplinleri, gerekse semavi dinlerin ezoterik derinliklerinde ise umut anlayışı kökten farklıdır. Burada kurumsal sığlıklardan sıyrılınır ve sorgulamaya kapalı inançların yerini izleme, sorgulama, farketme ve keşif yoluyla zihni derinleştiren, geliştiren ve dönüştüren anlayışlar ortaya çıkar.
Yazının özünden ve konudan kopmamak adına, çok genel ifadelerle, bu anlayışlara göre İnsan, herşeyi içine alan ve için dışla, dışın içle birliğinin bütünlüğünü kavrayan bir makamdır.
Bu makama emek, gözlem, ilişki ve eylem gerektiren ve insana katışmış bir iç iman ve deneyimleme ile ulaşılır.
Zahmet, çile ve sabır isteyen bu yola giren ve bildiklerinin dışına çıkma cesareti gösteren birey, kendi üzerinden arınır ve var oluşunu ve inşasını kendi üzerinden dışarıyla bütünleşerek gerçekleştirir. İbadetler, ritüeller ve yasalar, yabancılaşmış ve kirlenmiş nefsin terbiyesi ve arınmasını sağlayarak insanın uzaklaşmış ve yabancılaşmış olduğu özüne (kendisine) dönüşünü amaçlar.
Bilinen ifade ile İnsan vuslattadır ve kendine hasrettir.
Doğu ezoteriği umut kavramına uzaktır. Yaşanılan durum ne ise odur. Karşıtlık yaratmak yerine yüzleşmek, daha derinlerde ise O’ nu tanımaktır. Bu durum aslında mevcut duruma katışmak ve Onla bir olmak demektir. Budizm kökenli doğu disiplinlerinde acı çekmenin nedeni isteklerdir. İstek ve arzuların kökenine inip köreltilmesi ile beklenti ve umutlu olma hali ortadan kalkacaktır.
Gerek Hinduizm Budizm, Taoizm gibi doğu dinleri ve disiplinleri, gerekse Semavi dinler arınmışlık ve yükselmişliği Nirvana, Satori, Kurtuluş ( Revelation), Vahdeti Vücut gibi aydınlanma halleri ve Peygamberlik, Mesihlik, Buda, İnsanı Kâmil gibi insan zirveleri ile tanımlamıştır.
Bu zirve ve makamlarda Din, esas olarak deneyimlenerek öze katışmış bir imanla izleme sorgulama, farketme, kavrama ve insanlaşma yoludur. Öte ve burası, şimdi ve gelecek, kopuk ve ayrı değil devinimli ve dirimli bir bütünlüktür. Umut ne bir kaynaktır ne de sonuç. Herşeyin devinimli ve dirimli birliği ve bütünlüğünü kavramanın devranında paya bazan zevk ve coşku, bazan acı, dert ve cefa düşer. Umut devrandan alınan payda oluşan bir haldir, karşılığı sabır ve selamettir.
Umutların yabancılaşması
Umut somut ve çıplak bir gerçeklik üzerinden değil, kendine yabancılaşmış bir zihnin kurgu ve beklentilerinden kaynaklandığında sahteleşir. Çoğunlukla, acı verecek gerçekle yüzleşmek yerine üstünü örtmek veya maskelemek yeğlenir. Tarih, en basit gerçekliklerin bile, yaşandığı dönemlerde değil, yüzyıllar sonra anlaşıldığı yanlışlıklar ve yanılgılarla doludur. Sayısız insan gerçeği görüp, gerçeği konuştuğu için bedel ödemiş, katledilmiş ve yakılmıştır. Günümüzde de gerçeğin olduğu şekilde görülmesi istenen bir şey değildir ve hala risklidir. Gerçeğinin ve acısının farkında olan kahramanlar istenmemektedir. Tatmin arayan ve taleplerine karşılık verildiğinde mutlu olan, bu yolla güdüldüğünün ve iradesinin elinden alındığının farkında olmayan köleleşmiş bir zihnin yönetilmesi daha kolaydır.
Çağdaş felsefecilerden Baudrillard, toplum, kitle ve gerçeklik gibi kavramları yeniden ele alarak sorgular. Baudrillard, gerçekliğin Kapitalizm ve kitle iletişim araçları tarafından emilerek, olduğundan farklı ancak “gerçekten daha fazla gerçek” hale gelen hipergerçekliğe dönüştüğünü savunur.
Buna göre, Toplum ve kitle, gerçekliğini yitirmiştir. Ortada ne toplum ne de kitle vardır aslında. Asıl ve orijinal olan hiçbir şey kalmamıştır. Her şey tıpkı ..miş gibi işlenmekte ve görüntülenmektedir. ( Simülasyon) . Zihin kendisine sunulan görünümleri ( Simulakr) gerçeklik olarak algılamakta ve “ gerçekten daha gerçek” hale gelen hipergerçekliği derinleştirmektedir. Bu durumda yabancılaşma, asıl olandan farklı hale gelme durumu değil, farklı hale getirilmişin “Asıl” olarak algılanması durumudur. Yani gerçek değil, üstüne örülen ve örtülmekte olan kılıf veya maskeler gerçek olarak algılanmakta ve bir süre sonra asıl ve gerçekten daha fazla gerçek olarak zihin kayıtlarına yerleşmektedir. Günümüz finans, medya, eğlence, futbol, film, dizi endüstrisi alt yapısını oluşturduğu bu hipnotik zihnin farkındadır.
Devlet kavramı ile ifade edilen toplumsal üst irade de “mutlu “edilmesi, yönlendirilmesi ve yönetilmesi kolaylaşan uyku ve hipnoz altındaki bu zihinden hoşnuttur. Bu yüzden medya hayatidir.Algılar “yararlı” ve serbest yayınlarla biçimlenirken “aşırı, sakıncalı ve tehlikeli bulunanlar..” ortadan kaybolmuştur.. Zihne format atmak ve biçim vermek sanıldığından kolaydır.
İyi, kötü, yanlış, doğru, zararlı, faydalı, tehlikeli gibi kavramlar kişinin kendi sorgulaması ile değil zihnine yerleştirilen algılarla oluştuğunda potansiyel bir umut pazarı da yaratılmış olmaktadır.
Dışardan gelen bilgi ve kaynaklarla beslenen zihnin başvuru ve çözüm ve umutlarının da bu kaynaklara bağlı olacağı açıktır. Umut bir dizinin nasıl sonlanacağıdır, Umut hafta sonu takımın alacağı galibiyettir, bankanın vereceği kredi, bir toplu konut dairesi, bir terfi, bir makamdır veya bir ihaledir. Umut cep telefonuna gelen mesajlar, resimler filimlerdir. Umut başkalarının eğlencesinde, magazinde, yarışma da kimin galip geldiğindedir.
Bu durum masumiyeti bozulmuş bir kenar mahalle kültürünün değil, Küresel düzeyde gelinen ve övgüyle bahsedilen, mevcut sorunların gerçek ve kökten çözümü yerine hastalıklı da olsa sistemi sürdürmenin ve yüceltmenin modeli olan “Sürdürülebilirlik “anlayışı ve dayatmasının sonuçlarından biri.
Umudun acı veren kökeni
Umudun acı veren kökeninin nasıl bir hal üreteceğini peşinen söylemek zor. Derin ve karşılıksız bir aşk, hasret, kavuşma arzusu, savaş, hastalık, açlık, fakirlik, hapishane ve ötede bunların olmadığı bir yer.
Uyuyan zihnin hipnotik umutları, beklentiler ve kurgular üzerinden çalışır ve yüzleşilmek istenmeyen gerçekle araya mesafe koyup açar. Dindirici ve örtücüdür.
Ancak umudu tümüyle bir hayal ve beklentiler yumağı olarak görmek de tutucu bir görüş olabilir.
Umudun beklentilerin ötesinde yaşama içrek bir hal olarak da ortaya çıktığını söylemek olanaklıdır. Bu durumda umut bir hayal ve beklentiden çok yaşamın doğasında mevcut bir etkiye ve dürtüye dönüşür.
Bir Anne ne kadar çaresiz olursa olsun çocuğunun amansız hastalığı karşısında umudunu herzaman koruyacak ve kulağı bir ilaç haberinde olacaktır. Annenin yaşam üreten doğasında yaşatma umudu geleceğe yönelik bir umut veya beklenti değil anneliğin doğasında yerleşik bir haldir. En vahşi, en yırtıcı hayvanlar bile yavrularını doğalarında mevcut olan şevkatle büyütür. Aşkın içinde umut dışarda ötede ve uzakta değil aşka içrektir.
Sevinç ve coşku ile oynayan çocuklar gelecekle ilgilenmezler ve bizim bildiğimiz umut kavramına yabancıdırlar. Umut üretecek bir acı, erişilecek bir hedef, aranan bir çare beklenti ve hayallerle öteye koşulacak bir mesafe yoktur. Halin kendisi ile başbaşalık vardır. Umutlu olmak sevinç coşku ve heyacanlarının içinde ve doğaları gereğidir.
Bu örneklerde somut bir gerçek, sanal bir hedef ve araya doldurulup duran olağanüstü hayaller yoktur. Umut, ne acı veren kaynağın kurutulma çabası, ne de yüzleşilmek istenmeyenden kaçma teşebbüsüdür. Bir Annenin yavrusunda, bir çocuğun oyununda, bir sanatçının tezgâhında umut mevcuttur.
İnsan ustaları, aydınlar ve önderler, ortadaki gerçeği tüm çıplaklığı ile görebildiklerinden acı çekerler ama yaşama olan sevgilerinde içrek bir hal olarak bulunan umudu hiçbir zaman kaybetmezler. Mevcut durumun ne olursa olsun içinde olmak, anlamak ve acı duymak erdemli bir hale bürünmüştür. Coşku ve heyecan çaba ve direnme bu halin bir ürünüdür. Karşıtlık dışarda bir yerden değil halin içinden doğmuştur. Umut dışarda ve ötede bir yerde değil, içte olmanın içindedir.
Nazım “Nefes aldığım müddetçe umut etmeye devam edeceğim “derken dışarda, uzakta ve gelecekte bir yerden ve zamandan değil, içinden bahseder aslında. Umut yaşamın, ilişkinin ve sevginin ta içindedir. İçinde bulunduğu durumu örtmez, dindirmez ve kaçmaz. Kaçmak bir yana, içindeki acıyı ve aşkı, özlem ve hasreti hep canlı tutar, kelimelere döker.
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.”
“Umut edenler haklı, Umut insanın hakkı.”
“Bizim kalbimiz hep kırıktır çocuk. Ama, yinede eksik etmeyiz sol cebimizden umudu..”
Bir tohumun koskoca bir ağacı içinde sakladığı gibi içimizde nice umutları barındırabiliriz. Ancak tohum tek başına sadece tohumdur. Bir dolap içinde bin yıl kalsa yine tohumdur, toprak su hava olmadan ne ağaç olur, ne meyva. Tohumun umudu toprak su ve havadır.
Evrende çevresinden tamamen yalıtılmış, alışverişi ve ilişkisi kalmamış bir yaşam formu yoktur. Çevresinden yalıtılmış olan hiçbirşey yaşayamaz. Canlı demek ilgili, ilintili ve ilişkili olan demek değilmidir? Hayat tümüyle birbiriyle ilintili ilişkilerin olağanüstü uyumu ve birliğidir.
İlgi, çekimle, ilinti dokunmayla, ilişki birleşme ve bütünleşmeyle fiilenir ve yaşam dediğimiz kıpırtılar ve titremeler oluşur. İnsana düşen derin bir seyir ve farkındalıkla bu muazzam titreşim ve kıpırtılara eşlik etmek ve katışmaktır.
Umut bütünlüğü kavranmış bir canlılığın ta kendisidir.
İçimizde potansiyel olarak bulunan ama üstü nice yaşamlarla örtülmüş olan coşku heyecan ve dirimliliğin ortaya çıkarılmasıdır. Bütünlüğe merak ve ilgidir.
Kaynakça:
Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation, 1994 by University of Michigan Press
Alan W. Watts , The Wisdom of Insecurity: A Message for an Age of Anxiety) 2011
Nazım Hikmet, Şiirler, Yapı Kredi Yayınları
Friedrich Nietzsche, Human All Too Human (Menschliches, Allzumenschliches), subtitled A Book for Free Spirits (Ein Buch für freie Geister).1879
Emil Durkheim, Suicide, 2013
Conway Morris, Life’s Solution, Cambridge press, 2013