Okuma süresi: 13.30 mintues

Kimimiz, zincirin “biricik” halkası olduğumuzu, aslında birbirimize bağlı ve “bir” in parçalarını oluşturduğumuzu öğrenerek özgürleşecek ve mezarından uyanarak kurtulacak, kimimiz ise kendimizi bedenden ibaret olarak görmeye devam edip bu çakılı olduğu mezarında uyuyarak dönüp duracak…

Hegel’e göre “İnsanın saltık tinsel tözü özgürlüktür.”[1]

“Bu her halka birer dünya, yaşam ama aslında birer hayaldir.”

Her hayat bir döngüdür ve döngü sürekliliğin bir dinamiğidir. Çoğumuz sabah uyandığımızda ilk olarak saate bakmaz mıyız? Ne kadar vaktimizin olduğu önemlidir çünkü yapılacak işlerimiz, geleceğe dair planlarımız ve “umudumuz” vardır. Bizler yarını düşünerek hareket eden ama dün uyurken bu gün uyanacağımızı bilmediğimiz halde, gelecekle ilgili sürekli düşünceler kuran canlılarız. Dışarıya dair tüm bu planlamalarımızı bir kenara bırakıp içimize dönersek, Jung’un da dediği gibi “Kendi gönlümüze bakma cesaretini” gösterebilirsek; aslında düşünce varlıkları olduğumuzu ve zaten sürekli var olacakmışız gibi yaşadığımızı göreceğiz.

Aslında sürekli var olan beden değil düşüncedir.

Ve bizler belki bedenimizi kontrol edebiliriz ama düşüncelerimizi değil.

Sonlu olan insan bedeni (madde) sonsuzluğun içindedir dolayısıyla onun bir parçasıdır, bizler bu sonsuzluğun içinde sonlu olduğumuzu sandığımız tinsel varlıklarız ve maddi olarak aslında sadece form değiştiririz. Çünkü Tin’in kendini tanıyabilmesi için forma, yani bir “bedene” ihtiyacı vardır, oysaki tin ölümsüzdür.

Bir örnek olarak Ferîdüddin Attâr (M.S.1119-1193) şöyle söyler; “Ruh, tekâmülü ve Tanrıya ulaşması için ne kadar bedene ihtiyacı varsa, o kadarını eskitecektir.”[2] Çünkü bizim için her an “ölüm” denen kopma ya da yeni bir bağ gibi algıladığımız bir geçiş vardır. Bizler bunu göz ardı ederiz çünkü ölümün ne olduğunu deneyimlemediğimiz için bilmeyiz, bunun için ölümden korkarız ve hep yaşayacakmışız gibi davranırız.

Korkacağımız şey, bu yaşamı bilgelikle değil de cahilce yaşayacak olmamızdır çünkü bilmek ve emin olmak korkuyu ortadan kaldırır.

Bedenimizi kimlik olarak görmek yerine bu maskenin ardındaki özü tanımak için ilk yapmamız gereken onunla barışmak olabilir.

Özümüzle barışmaya başladığımızda bedenimizin bize ait olmadığını ve onun bir elbise olduğunu anlar, onu severiz ve emanetimize iyi bakmaya başlarız. İnsanın özüne, kendisine ve başkalarına olan yabancılaşması bu sayede tersine dönerek, diğer insanlarla da barışma olarak sonuçlanır ve hem bireysel, hem de toplumsal olarak huzurlu bir yaşayış biçimi ortaya çıkabilir.

Bilim, insan düşüncesinin keşiflerinden doğduğu halde yine bu düşünceye yetişmekte zorluk çekiyor. Bundan binlerce yıl evvel söylenmiş bazı sırları, zamanı geldiğinde keşfeden bilim, yine de insanın kendi düşüncesini görebilmesi açısından en büyük ihtiyaçlarından bir tanesi. Çünkü insan kendisini içsel olarak bilmek istemenin yanı sıra bunun farkında olmadan kendisini dışarıda arar, ancak Hegel’e göre; “İnsan tinsel bir varlıktır ve dışarıdan asla doyurulamaz.”

Bu da demek oluyor ki; hiç bir madde yani eşya kendimizi dâhil arıyor olsak bizi tatmin etmeyecektir, çünkü maddi âlemde deneyimler yoluyla sonunda özüne dönüşecek olan ruhun aradığı şey aslında madde değil, kendi özüne ait olan bilgi ve deneyimlerdir.

Maddeye muhtaç olan, yemeden, içmeden yaşayamayan zavallı bedenlerimiz değil midir? Aşırıya düşkün olan egomuzun bitmek bilmeyen açlığını gidermek için bize dünyaları da verseler, ruhumuz beslenmedikçe eşyanın büyüsü altından hiç bir şekilde kurtulamayız.

Aslında maalesef çoğumuz bedensel arzularımızın deryasında sürüklenir, çoğumuz ruhumuzu tatmin edecek işler yapmaya üşenir ve doyuma ulaşmak için doyumsuzca hareket ederiz. Hep bekleriz ki bir ışık yansa ve puff aydınlansak…

Bilincimizin ne olduğunu bilmediğimizde bizler bu bedenlerde uyuyan canlılar değil miyiz? Sevgili dostlar, bir gün ışığın kendisi olduğumuzda işte o an uyanmış olacağız.

Çoğumuz yaptığımız hatalardan maalesef ders almayız ve yaşam olduğunu düşündüğümüz bu boyutta, aslında yaşayan ölüler olduğumuz bize üstü kapalı şekilde defalarca söylenmesine rağmen, biz gözlerimiz açık ama gönlümüz kapalı biçimde uyumaya devam etmişiz. Peki, nasıl uyanacağız?

Delphi’de ki Apollon tapınağının kapısında yazan “Kendini bil” sözcüğü Sokrates’in ruhunu nasıl uyandırdıysa, biz de bizi uyandıracak olanı bulmak için ümidimizi yitirmemeliyiz.

Ümit, yaşam demektir ve biz yaşadığımız sürece felsefe yapabiliriz, çünkü insan ruhunun yeryüzündeki serüvenini ele alan bu bilim, bizim uykudan uyanmamızı sağlayan ve aynı zamanda içsel yolculuğumuzun kapısını açan anahtarımızdır. Bu yüzden anahtarımızı kullanarak sürekli aklımızı zorlayıp, umudumuzu da kaybetmezsek bizler de bir gün o kapıyı açabiliriz.

İki boyutlu bu âlemde arkamızı sadece döndüğümüz zaman görebiliriz, ama arketipal düşünebiliriz. Arkamızda ne olduğunu görmek için arkamızı dönmemiz gereklidir, fakat genelde önümüzü dönük olduğumuz halde, önümüze değil arkamıza bakarız. Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi eşeğe yani bedene binmiş arkamıza gidiyoruz…

Bedenimizi, aklımızı ileriye taşımak için kullanarak, sezgilerimizin bize gösterdiği yolları seçebiliriz.Yoksa geriyi düşünerek kalan vaktimizden kendimiz çalmış olmaz mıyız?

Bilim şu anda bizim iki boyutlu görüntüde yaşayıp, üç boyutlu olarak algıladığımızı kanıtladı, yani holografik bir âlemde var olduğumuzu keşfettik, oysaki bu keşif çok önceden Hegel tarafından şöyle söylenmişti: “İnsan (beden); tinin yeryüzündeki zamana olan iz düşümüdür.” Bu düşünce Orfeus felsefesiyle daha önce bizlere filmlerle de gösterilmeye çalışıldı. Belki bu konularla ilgili yüzlerce sayfa okuduk fakat ne anladık? Mistik bir sezgi olmadan bunları anlamamız oldukça zor, dikkat edersek, “Sırlar bize içeriden fısıldanır”, yeter ki onu canı gönülden dinleyelim.

Yönümüzü ileride olana çevirebilirsek verdiğimiz vaadi vademiz dolmadan yerine getirebiliriz. Hiç bir şey için asla geç sayılmaz.

Bilim, zamanı geldiğinde ve görmeye ihtiyacımız olduğunda var olanın örtüsünü kaldırarak bize gizli sırları göstermeye devam edecek ve insan, düşüncesi sayesinde kendi derinliğindeki sır perdelerini aralayarak, ruhunun kendisini keşfetme yolunda “aklı aşkın” adımlar atmaya devam edecektir.

Bizleri ve tüm canlıları oluşturan DNA zincirinin kodlarının yer değişimiyle, doğada bulunan tüm görünürlerin sadece formları bize farklı görünür, yani bir insan ile bir ağacın DNA kodları arasında sadece rakamların yerleri değişiktir. Bizler tüm maddi evreni duyusal olarak zihnimizde algılar ve bu sayede görürüz. Böylece kendi gerçekliğimizde fakat hakikatleri bilmeden yaşarız.

İnsanın kendi içine yolculuk ederek, öz bilincinin derinliklerine ulaştıkça, dışarıda gördüğünün aslında içeride olduğunu anlaması, aklını zorlamasıyla ve melekelerini kullanmasıyla mümkündür.

Ünlü Fizikçiler bizlere daha önce keşfettikleri “Fiziğin birliğini” açıklamışlardı, şu anda ise evrenin %73’ünü oluşturan ve aslında her şeyin bir sinir ağı gibi birbirine bağlı olduğunu gösteren “karanlık enerji” dediğimiz görünmez kuvvet bilim insanları tarafından araştırılıyor, bu çalışmalar daha da anlaşılır olduğunda; bizim için hakikatleri ve hiç bir şeyden ayrı olmadığımızı gösteren keşifler olacaklar. Görmeye başladıkça çok daha fazla hayrete düşeceğiz.

Aklımızı “Felsefî olarak düşünmeye” eğitebilirsek anlayış ve aklımızı büyütebiliriz ve böylece olgunlaşmanın vermiş olduğu lezzet bize temaşanın zevkini de tattırır, ancak tefekkür etmeden idealler ve inancalar üzerinden düşünürsek, bu bizim derinlere inmekten korktuğumuzu ve yüzeysel olarak yaşadığımızı gösterir. Yüzeysel yaşayan insan etrafımızdaki birçok insan gibi yalnızlaşır ve psişik sorunlar yaşamaya başlar. Bu, kişilik bölünmesinin en belirgin örneğidir, biz kendimizi öze ait hissetmezsek ondan gittikçe uzaklaşır ve böylece kendimizle yapayalnız kalırız. Bu sayede gördüğümüzü ve bildiğimizi sandığımız her şeyi anlamlandırmakta zorlanır, manadan uzaklaşır, her şeyi nesnel zannederiz. Oysaki eğitimli ve duru bir akıl maddenin ardındaki manayı da görebilir.

Bizler içsel arayışlarımızı tatmin edebilmek için çeşitli yöntemler ve ritüeller kullanırız ama bunların ne anlama geldiklerini bile yeterince bilmeden, yöntemlerle aydınlanacağımızı zannederiz. Her hangi bir yöntemle çabalayanlar alınmasınlar çünkü Buddha tüm çabalarına rağmen aydınlanmanın “hiçlik” olduğunu an’lamıştı. Biz de zamanı geldiğinde anlayacağız, önce sabır gerekli.

Biz ne kadar çaba göstersek de günümüzün kuantum fiziği bize, olmasını istediğimiz bir olguya karşı isteğimizle karşıt bir direnç oluşturduğumuzu söylüyor. Yani doğanın kendi edimselliği doğal olarak gerçekleşmedikçe, arzumuz ve emellerimizden doğan eylemlerin bizim için ne kadar hayırlı olup olmadığını bilemeyiz. Biz ne yapsak da olacak olan zamanı gelince olacaktır.

Plotinus’a göre; “Ruh her şeyi deneyimler ama kendine ait olanı tanır.”[3]

Biz de özümüze yani ruhumuza ait olanı görmeyi başardığımızda onu tanıyacağız. Aydınlanma yöntemle değil bilgi, deneyim ve arınmayla gerçekleşir. Bilim, öğrenmek için bir takım yöntemler kullanmak zorundadır, fakat içsel dünyayı keşfetmek felsefi eğitimle gerçekleşir.

Bizim bir yarımız dişil ve bir yarımız erildir, bir yarımız diğer yarımızdan farklıdır ki bunu aynada açık bir biçimde görebiliriz. Bedenimiz gibi kişiliğimiz de bizim aslında ikilikte yaşadığımızın göstergesi ve bu yüzden birliği göremediğimizin ifadesidir, çünkü var olduğunu sandığımız benlik halkasında bütün olan zinciri göremeyişimiz, zihnimizin perdesinden başka bir şey değil. Günümüz insanının ben’lik parçalanması (egosu), bireyi hızla özünden ve bütünlük (tevhid) kavramından uzaklaştırmakta ve bizleri daha nicelikli kılmaktadır. Bu sayede insan ilişkilerinin zarar gördüğünü ve toplumsal boyutta hepimizin parçalandığını ve işlerin iyiye gitmediğini görmek bir yandan üzücü olmakla birlikte diğer yandan bireyin bu diyalektikte karşıtlığı arama, yani iyiye yönelme çabası sevindirici de olabilir. Her ikilikte birlik vardır. Unutmamalıyız ki hiç bir şey nedensiz değildir.

Her insan birbirinden farklıdır ki insanı tanımamız için önce kendimizden başlamamız gerekir değil mi? Kendimizi tanımak oldukça zordur fakat özümüze ait olanı “bilmek” için göstereceğimiz çaba karşılıksız kalmayacak, evren bize sırlarını hiç beklemediğimiz anlarda yüzümüze vuracak ve bizi şaşırtmaya devam edecektir.

Bizler bir zincir gibi bütünü oluşturan halkalarız. Birbirimize dokunuyoruz, birbirimizin içinden geçiyoruz, birbirimizi kırıyoruz, incitiyoruz fakat her birimiz aslında her birimize bağlıyız, her insanın kendine dair yuvarlağı, bir dünyası var, kendi dünyamızla barışık olduğumuzu başardığımızda başkasının dünyasına karışmamak ve kendi dünyamızı tanımaya çalışmak ilk amacımız olabilir. Birbirimizi kırmak yerine bu bağı sağlamlaştırmak zincirin direncini kuvvetlendirdiği gibi insan ilişkilerini de güçlendirir ve şimdi olduğu gibi yalnızlaşmak ve parçalanmak yerini birliğe bırakabilir. Bu birliğe adım atmanın ilk yolu içsel barışma ile hepimiz için mümkündür.

Hepimiz aslında kendi gerçeklikleri olan varlıklarız ve kendimize ait bir dünyamız ve anlayışımız var. Bir başkasının dünyasını değil de kendi dünyamızı değiştirmeyi başarabilirsek, aslında tüm dünyanın değiştiğini görebiliriz. Biz bu gerçekliğin kendi bilincimiz olduğunu görmek için bilincimizi öz bilincimize yöneltirsek onu tanıma fırsatına ulaşabiliriz, gerçekten hepimizde bu potansiyel var.

Çoğumuz bazen bir başkası için söylediğimiz ve düşündüğümüz bir konu ile kendimizi yüzleştirmişizdir. Bunlar bize birliği gösteren küçük farkındalıklardır, bu farkındalıklara karşı daha hassas ve duyarlı olduğumuz takdirde bir gün bizim de uyanacağımızı söylemek yanlış olmaz.

“Bugünün işini yarına bırakma,

Ruhunun işlerini başkasına yaptırma,

Her ne ise aradığın yerli yerinde dışarıda,

Dönüşecek olan sensin, yine senden sana.” – İ.Y.

Bizler ancak iyimser olduğumuz sürece mutlak iyiye varabiliriz ve bu sayede uyuduğumuz bedenlerimizde sonsuz huzura kavuşarak özgürlüğe doğabiliriz.

Doğada hiç bir şey kendisi için yaşamaz,

Nehirler kendi suyundan içemez,

Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez,

Güneş kendisi için ısıtmaz,

Ay kendisi için parlamaz,

Çiçekler kendileri için kokmaz,

Toprak kendisi için doğurmaz,

Rüzgâr kendisi için esmez,

Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz,

Doğanın anayasasında ilk madde şudur;

Her şey birbiri için yaşar,

Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur,

Eski çağlardan süre gelen bir anlayıştı bu,

Bütünlüğü anlatırdı, özü iki cümleydi,

“Ben biz olduğumuz zaman ben olurum,”

“Ben, ben olduğum için sen, sensin.” -Vajrayana Kukai

Bu hatırlatmaları yapıyor olmam bunları gerçekleştirmiş olduğum anlamına gelmiyor ancak bize bu deneyimleri yaşayıp, anlatan bilgelerin söylediklerine göre; “Hepimiz için kurtuluş mümkün”. Umudumuz olduğu sürece biz de o saygıdeğer bilgelerin yaptığı gibi “neden kendimizi gerçekleştirmeyelim?”

Antik Yunan’da Lethe “unutmak” demektir, bu kelimenin olumsuzlaşması için başına “a” harfi eklendiğinde “Aletheia” yani “Hakikat” anlamı ortaya çıkar, bizim de ölümsüzleşmemiz için yapmamız gereken; hakikati “hatırlamak” ve ışığın kendisi olana dek O’na adanmak.

“Böylece biz, üzerine eski anlayışımızın yazıldığı mezar taşımızı felsefe taşına dönüştürebiliriz.”

Yeni doğan sevilir, kendimizden ve yeniden doğmamız dileğiyle…


Dipnotlar:

[1] G.W.F. Hegel, Tarih Felsefesi. s.20

[2] Ferîdüttin Attâr, Mazhar-ül Acaib

[3] Plotinus, Enneadlar

İbrahim Yılmaz
+ Son Yazılar