Okuma süresi: 17.55 mintues

Bir vesileyle düşündüm: Allah’ın kudret eli bende olsa, onunla dokunduğumu iyi etsem; kalkamayan kalksa, görmeyen görse. Ve Kelimetullah’ın kudreti ile söylesem, açlar doysa, yüzler gülse… Kalbim beni uyardı; Allah Kadirdir, her şeye kudreti yeter… Veliyullah’ın[1] kulağımıza çaldığı bir kelâm-ı kibarı hatırladım; “İcraatımı beğenmiyorsan, çık mülkümden dışarı!”.[2] Öyle ya icraatı beğenmemek takdiri karartmaktır.[3] Öyleyse dedim: Allah’ın sâlih ve kâmil kulları ellerini çekip, acıları ve gözyaşlarını görmezden mi gelirler? Anladım ki bana Asr Sûresi’nin bir mânâsı lütfedildi. “Hayır, onlar ellerini çekmezler ve yüzlerini çevirmezler, ancak sabrı ve Hakk’ı tavsiye ederler.” Onlar sabır ile doğacak umut, adalet ile gelecek huzur için hizmet ederler…

Umut kavramı, ister felsefenin, ister psikolojinin konusu olarak irdelensin, en hakiki ve somut biçimiyle teolojinin konusudur. Çünkü umut her şeyden önce bir bilinmeyene yönelmektir. Gerçek bir teolojik irdeleme felsefeyi ve ruhbilimini dışarıda bırakmasa da, bu bilinmeyenin içeriği ne yalnız felsefe, ne de psikoloji ile tam anlamıyla doldurulabilir. Denilecektir ki felsefe bilinmeyeni aydınlatır ve psikoloji kabullenilemeyenle yüzleştirir. Öyle dahi olsa umut etmek, gücün tümden yittiği bir noktada yeniden ayağa kalkmak için insanın taşıdığı güç anlamına gelir. Bu gücün aldatıcı bir temele dayanması veya belirsizliği, gücün kudretini azaltmaz. Aksine belirsizlik, bulutsu haldeki beklentiyi körükler. Yine de umudun, bir kavram ve bir olgu olarak incelenmesi adına felsefenin masasına yatırılması ve psikolojinin acımasız neşterine sunulması kaçınılmazdır. Aksi halde umudu, mahiyeti henüz belirsiz, ıssız duvarlar ardında bir akıl hastasının sayıklamalarından ayıran ne olurdu?

Umut, olumlu anlamıyla insanı bilinmeyen, ama umulan bir geleceğe bağlayan güçlü bir bağdır. Dilektir, hedeftir, tutkudur, bekleyiştir, hayata bağlanmaktır. Olumsuz anlamıyla ise şuursuzca beklemek, eylemsiz istenç, coşkulu bir ahmaklık da olabilir. Kant’ın önemsediği ve felsefî anlayışının önemli bir sorusu haline getirdiği neyi umut edebileceğimiz sorunsalı, umudun tanımsız kaldığında bir sarhoşun kendini kahkahalarında yitirdiği ama neden neşeli olduğunu kendi de tanımlayamadığı ahmakça bir tebessümün kaynağı durumuna da gelebilir. Tanımsız arayışlarda kaybolmuş ideolojik coşkular gibi bilgi içermeyen (hatta bilgiden nefret eden) tüm dinsel beklentiler bu tebessümle süslüdür.

Şüphesiz ufak nüansları dışında Yahudîler gibi Hıristiyanlar da kurtarıcı bir mesih beklentisi içindedir. İslâm’da ahiretin müjdecisi olan Mesih ve onun yolunu hazırlayan mehdinin de konumu çok farklı değildir. Bunlar bilinmeyen geleceğin düzenleyicileridirler. Çünkü gelecek belirsizdir. Gelecek çok uzun bir geleceği imlemez. Gelecek yarındır, gelecek biraz sonradadır. Gelecek tahayyül edemediğimiz, bilinmeyen tüm sonralardır. Geçmişin benliğimizde yarattığı pekinlikle tek bilmediğimiz şeyin gelecek olduğunu sanırız. Oysa geçmiş de en az gelecek kadar belirsizdir. Öyle bir belirsizlik içindeyiz ki, geçmişin belirsizliği, geleceğinkinden çok daha ürkütücüdür. Varoluşçuların, belki de Kabalistlerden ödünç aldığı; bir nedenle var olduğumuz ve varlığın bu belirsiz başlangıcını varsayımsal olarak başlatarak kendimize bir gelecek tasarlamamız gerektiği avuntusu, ne korkuları, ne de tedirginliklerimizi dindirebilmiştir.

Geçmişi, yani içinde olmadığımız bir zamanı var kabul ederek nasıl bir gelecek umabiliriz? İçinde olmadığım bir geçmiş, ben olmaksızın var olabildiyse, içinde olmayacağım bir gelecek neden mümkün olamasın? “Bir nedenle var olduk, öyleyse artık daima var olacağız” gibi bir çıkarsama kimi tatmin edebilir? Hangi çıkarsama, hangi kurgu beni avutabilir? Öyleyse umut, dünyada delirmeden yaşayabilmenin bir yolu olarak iyimserlik midir? Tanrının eğer beni yarattıysa koruyacağını da düşünmek, oruç tuttuğum için bana sağlık vereceğini ummak, tamahtan kaçındığım için beni servete boğacağını hayal etmek mâkul müdür? Değil ise vaadi neydi? Oruç tutmanın gereğini kullar uydurmadı! Ve ibadetleri emreden, peygamberleri vasıtasıyla yine Tanrı’dan başkası değildi. Öyleyse ahiret, bir mümin için muhal olmamalı; Tanrı, hak ise vaadinde durmalı! Vaadini yerine getireceğinden şüphesi olmamalı hiçbir müminin. Ama mümin de olsa ölüm herkesi ürkütür.

Ölümü beklerken Îsâ’nın heyecanını duymadığım için yargılanamam. Îsâ için, Mevlana veya Hallaç için kurtuluş olan ölümün, benim için benzer bir duyguyu uyandırmaması ile sorgulanmamalıyım. Ben bana emanet edileni korumakla mükellefim. Ölümü istemek iman edenlere men edilmiştir ve yine iman ile sabittir ki irade Hay olan Allah’ın ihsan ettiği hayatı istemeye yazgılıdır. Öyleyse umut etmek sünnettir. Umutsuz insanın yaşayamayacağı katidir. Umut yaşatır, umut var eder, umut sevinç verir. Peki, umut nedir?

Veya umut ne değildir? Umut, en belirgin tanımıyla iyimserlik değildir. Umutta bir beklenti vardır ve beklenmekte olana yönelim söz konusudur. Bu anlamıyla umut, iyimserlikle karıştırılmamalıdır. İyimserlik tavrı asla umutlu bir bekleyişi ima etmez. Terry Eagleton’un Walter Benjamin’in düşüncelerini özetlediği bir cümleyle; değişimin olmazsa olmaz koşulu iyimserliğin reddidir.[4] Gerçekte iyimserlik (optimizm) bir nev’i Nihilizmdir ve bu nedenle de iyimserler muhafazakardır; iyi bir geleceğe duydukları inanç, şimdinin özünde iyi olduğuna duydukları güvenden kaynağını alır.[5]

Umut; olmakta olanı kabullenmeyerek, olması dilenen şey için çaba göstermekle doğar. Ve ancak dönüştürücü bir eylemle birleştiğinde hakiki; dönüştürücü bir eylemle birleşmediğinde ise iyimser bir kabulleniştir.[6] Zira kabullenmek eylemsizliğe kaçıştır. İyimserlik korkak bir çaresizliğin, boş vermişliğin erdemli maskelere bürünmüş yalancı ve sahtekârca, sorumluluktan kaçma çabasıdır çoğu zaman. Umut ise kendini gelecek ile besler. Umut erekseldir. Umut yoktan olagelmez. Umut etmek kişinin nereden geldiğini bilmesinden ve nereye ulaşmak istediğini öngörmesinden doğar. Yine de umudun tek başına eylemle ilgili olduğu söylenemez. Öyle ki sadece eylemle bağı olsa ve eylemlerle sınırlı kalsa, umut edilenin amaçlanandan bir farkı kalmazdı. Eylemin yetersiz kaldığı noktada umut, görünmez bir güç ve inanca dayalı bir kudret yaratır. Böyle alındığında umut; güç yetirilebilen, amaçlanan ile umulanın arasındaki belirsiz ama gerçek bir etkinin mekânıdır.

Tasavvuf, umudu besler ve sanıldığının aksine ne İslâm, ne de İslâm’ın tasavvufu iyimserdir. Dünyayı kavranılamaz, belirsiz olarak görmeyi ve onu olduğu gibi kabullenmeyi istemez. Sûfiler de, arifler gibi hikmeti ararlar. Hikmet, nedenselliğin bilgisidir. Gerçek bir sûfî, talibe, kendisini dünyanın akışına öylece bırakması gerektiğini, bunun teslimiyet olduğunu asla söylemez. Tersine dünyaya teslim olmak deliliktir.[7] Sûfi, Hakk’a teslim olmayı öğütler, hak ise her olay ve olguyu yerli yerince görmektir. Bu minval üzere İslâm’ın teslimiyeti kemaledir. Kemal ise kâmil insanda, kâmil şuurda, kâmil bir nefiste tecelli edebilir. Buradaki teslimiyet Hızır ile Musa’nın öyküsünde olduğu gibi, kâmil insanın bilgisine ve öngörüsüne teslimiyettir. Bu teslimiyet başıboş ve keyfî bir teslimiyet olmayıp, bilmek adına, sanıları bir kenara bırakmayı ifade eder. Umudun temelinde bu nev’i bir bilgi yatar.

Bütünün bilgisine sahip olmayan bir zihnin umudu olamaz. Beklentileri, tahminleri, arzuları, talepleri olabilir. Bunları ilâhî kabul ettiği şiirsel boyalarla boyayabilir, ama boyanın altında şüphe ve tedirginlik vardır. Şüphe ve tedirginlik ile terledikçe boyalar akar, umut yerini hayal kırıklığına bırakır. Teleoloji (erek bilim) şüphesiz teoloji ile doğrudan bağıntılıdır. Teolojik okumalarda umut kavramı farklı bir zeminde konumlandırılabilir, anlam ve içeriği bambaşka bir bakışla incelenebilir. Bu yazıda amaçlanan umudun neden ereksel bir akla, iyimserliğin ise doğal bilince ait beklentilere denk geldiğini göstermektir.

Kutsal kitapları, kutlu birer metin yapan en öncelikli özellik, farklı kavram durumlarına göre incelenebilir, yorumlanabilir ve yeniden inşa edilebilir olmasıdır. Bu gibi metinler hangi kavram üzerinden okunursa, okuyucusuna o denli farklı anlayışlar sunar. Örneğin Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme girişimi iman olgusu üzerinden okunduğunda, okuyucuya vereceği yanıtla, bunu hayal kavramı üzerinden okunduğunda vereceği yanıt çok farklıdır. İbn-i Arabî, Hz. İbrahim’in gördüğü rüyayı yorumlamadığını, gördüğünü tasdik ettiğini ve neredeyse bir hiç uğruna oğlunu kurban edeceğini söyler.[8] Diğer yandan bu simgesel hadise iman kavramı üzerinden okunduğunda İbrahim’in eşsiz bir kul olduğu sonucuna varılabilir.

İbrahim ile oğlu arasında vaki olan bu hadiseyi umut kavramı ile değerlendirmek neden mümkün olmasın? Umut kavramından bakarak İbrahim’in Tanrısal vaadin yerine gelmesi için oğlunu kurban edişini bir iman meselesi olarak göremeyebiliriz. Zira iman ile davranan için gökten inen koç, başlamış olan bir eylemi durdurmak için bir neden olmayabilir. Eğer bıçak iman ile kalkmış olsa, inişi ancak başlamış olanı bitirmek için olurdu. Halbuki İbrahim koçu görünce durur ve onun Allah’tan bir işaret olduğuna hükmeder. Bu vakada İbrahim’in Allah’ın takdirine değil, merhametine sığındığı söylenebilir. Eğer takdimini Kadir’in takdirine göre eyleseydi oğlunu kurban etmeyişi imansızlık olurdu. O ise Allah’ın rahmetine sığındığından, takdiri kaldıracak bir işaret bekledi. Bu bekleyiş umuttur, zira imanından daha büyük olan Allah’a bağladığı umudu olmuştur. Bu hadisede iman kurban edilen oğuldadır. Takdiri kendisinde olmadığından, iman ile boyun uzatan oğuldur çünkü. Oğlanın umut etmesi bu olayın yönünü değiştirmeyecekti. Eğer koç, oğlanın umudu neticesinde indirilmiş olsaydı, bu tenezzül İbrahim açısından bir işaret olarak algılanmayacaktı. Koçun bir işaret olması, onun işaret olmasını isteyen ve onu bir işaret olarak yorumlayan İbrahim içindir. Öyleyse denilebilir ki; İbrahim’in Allah’tan beklediği rahmet kendi sadrına rücu etmiş ve gördüğünü Allah’tan bir işaret olarak kabul etmesi ise kendi merhametinden olmuştur. Ancak bu da Allah’tandır, çünkü sadrı genişleten ve insana anlayış nasip eden ancak Allah’tır.[9]

İman ile umudun ayrımı Hz. Nuh’ta da görmek mümkün. Rabbi, Nuh’a bir tufanın haberini bildirir. Bu tufan ile yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı kalmayacağı, ancak kendisine yapması emredilen gemiye binenlerin kurtulacağı söylenir. Böylesine dehşet verici bir haber karşısında Nuh’un Allah’tan rahmet talebi bulunmaz. Ne halkı hataya düştükleri yoldan dönmeleri için uyarır, ne de Tanrıdan kullarını affetmesini, onların sadırlarını genişletmesini ister. Kitap tüm bunlar olurken Nuh’un sarf ettiği tek bir cümleye dahi yer vermez. Nuh, ne halkın günahlarından, ne de Tanrının verdiği hükümden geri döneceğine dair bir umut besler. Allah Gaffar ve Rahimdir, ancak Nuh O’nun Müntakim (intikam alan) ismine müracaat eder. Bu müracaatı kendi mizaç ve karakterinden dolayıdır.

Nuh kendisine emrolunanı, tam bir iman ile sorgulamaksızın yerine getirdi ki, bunu yapmakla bir hata etmiş olmadı. Zira kendisine emredileni yapmak nebinin nübüvvetindendir.[10] Ancak o, Allah’ın rahmetine başvurmayarak takdirin değişmesini talep etmedi. Etseydi kavmi adına kurtuluşu umut etmiş olurdu. Ama o Allah’a umut ve bağışlanma için yönelmedi. Ve tufanın gelişiyle peygamberliği de tamamlanmış oldu.

Tufandan önce iman ve tasdik ile peygamberlik etti, ama tufandan sonra peygamberliği bitti.[11] Çünkü Allah’ın takdiri ikmal oldu. Ancak Nuh baştaki imanına sadık kaldı ve imanını ikmal etmedi. Nuh bir umuda sahip olmayarak imanda durdu ve imanın ikmalini; Allah’a vuslat ve O’nun kalbi istilasını istemedi. Bu nedenle Allah’ın kâmili değil, kendi döneminin, kendi anlayışının kâmili çağırıldı.[12]

Diğer bir örnek Hz. Musa bahsindeki kurtuluş umududur. İbranilerin Mısır’da yaşadıkları mahkûmiyetin giderek kurtuluş umudunu yeşerttiğini ve Musa’nın bu kavme Tanrı’nın bir lütfu olarak gönderildiği düşünülür. İmânî (Rabinik) Tora okumaları genel olarak bu yöndedir. Öyküye yakından bakıldığında İbraniler hayatlarını köle işçiler olarak geçirseler de, kurtuluş açısından tam bir eylemsizlik içindedirler. Köle olarak çalıştırılmaktadırlar ancak ne isyan etmekte, ne de onları bu durumdan kurtaracak bir oluşuma girmektedirler. Hatta Musa’nın gelişi büyük bir takdirle karşılanmaz.[13] Adaletsizliğe karşı başkaldıran kavim değil, Musa’dır. Musa, kavminin kurtuluş umudunu teşkil eder ama kavim bundan habersizdir. Doğrusu İbraniler yalnızca Musa’nın esaretini, Firavununkine tercih etmişlerdir. Kaldı ki çöldeki uzun yolculuklarında bunu defalarca dile getirmişler, Musa’yı (ve tabii ki Tanrı’yı) kendilerini öldürmek için Mısır’dan çıkartmakla suçlamışlardır.[14]

Gerçekte ise kurtuluş umudunu taşıyan yalnızca Musa’dır. O bu umudu taşıdığından Rab ancak onunla konuşmuş ve kurtuluşu ona müjdelemiştir. Bu Rab, ister Musa’nın aşkın Tanrısı olsun, ister Musa’nın kalbinde bulduğu kendi içkin Tanrısallığı olsun veya Freud’un öne sürdüğü gibi volkanik bir dağın homurdanması olsun[15], umut yalnız Musa’da yeşermiş ve kavme kurtuluşu kati olarak bildirmiştir. Şüphesiz bu vaadin ardından giderek geride İbranilerin bıraktığından çok daha fazla sahipliği bırakarak çıkmıştır. Zira vaade göre yaşayan ve bir bilgi olarak kalbine ilkah edilenin ardından umut ile yola çıkan ancak odur. Terk edişi ve yola çıkışı umut ile eylemin buluşmasıdır. Bu yolculuk iyi niyetli olanlar için ancak iyimser bir bekleyişti. İyimserlikleri Musa ile bildirilene değil, Musa’nın imanı ile sabit buldukları umudunaydı. Kaldı ki, yola çıkmanın amacı olan yere gelip, orada kendilerinden daha güçlü bir milletin yaşadığını gördüklerinde iyimserlikleri son bulur.[16]

Moltman, “Hıristiyanlık baştan sona eskatolojiktir, umuttur; bakışı ve hareketi ile geleceğe yöneliktir, dolayısıyla devrimcidir ve şimdiyi dönüştürmeye odaklıdır[17] der. Bu yargısının Hıristiyan dini ilkeleri ve vizyonu açısından doğruluğu tartışılmaz. Hz. Îsâ’nın hayatına ve havarileri ile olan ilişkisinde bakıldığında ise Îsâ’nın umutlu bir genç olduğu söylenemez. İncil’in Îsâ’sı umut etmeyen, şüphesiz bir tavır içindedir. O, ne çocukluğunda, ne Yahya tarafından vaftiz edilmek için Erden’e geldiğinde, ne Kudüs’e girerken askerler tarafından yakalanacağı ve öldürüleceği konusunda uyarıldığında, ne Pilatus’un öne çıkarıldığında, ne de çarmıha gerildiğinde bir kurtuluş umudu taşır. Îsâ umutsuz biridir. Onun umutsuzluğu geleceğe dair tam bir beklentisizlik içinde olmasından kaynaklanır. Zira Îsâ, beşerî bir kimlik olmayıp, kendi beyanı esasınca (ve Kur’an’ın da ifadesiyle) Allah’ın Ruhudur.[18] [19]

Ruhun umudu olmaz, çünkü umut da kaygı gibi gelecekle ilgilidir ve ruh için gelecek yoktur. Kaygı canın kendini sakınma ihtiyacından kaynaklanır ve umut ölümden kurtuluş umududur. Ruh şimdide vardır. Geçmiş ve geleceğin şimdideliğindedir ruh. Onun için içinde olmayacağı bir gelecek kaygısı ve ebediyen var olma umudu yoktur. Çünkü ruh şüphesizce zaten öyledir. Ancak bu havariler için geçerli değildir. Îsâ’da ruh bir makam olarak daimi olsa da, havariler için üzerlerine geldiğinde etkin olan bir haldir. O halde iken yani İncil’in ifadesi ile ruhta olunduğunda[20], insan ruhun hikmet, kudret ve sevincine mazhar olur. Yine de bu hal ruhun umutsuzluğuna, beklentisizliğine sahip değildir.

Îsâ, vaazında “Baba” ile bir olduğunu söyler.[21] Bulunduğu makam itibariyle Îsâ’nın Baba’ya karşı bir imanı olamaz, ondan talebi ve beklentisi bulunamaz. Zira ölümün olmadığını bilen, bunu deneyimlemiş birisi için ölümün bir anlamı kalmaz. Ölümün olmadığına inanan benim gibi biri için ise hayattan sonrası muhaldir. Belirsizlik kendini iman ve umutla tamamlar. Bu ise sevgi ile itmam olur. Hıristiyan teolojisine göre sevgi; iman ve umuttan âlidir. Zira iman gayba imandır ve umut, iman ile bağlanılana vuslatın umududur. Allah’a vasi olanın imanı ve umudu kalmaz. Bunlar sevgide itmam olur. Bilindiği gibi bilenin bilgeliği,[22] Allah’ın insanı bilmesi gibidir.[23] Onlar için korku ve hüzün bulunamaz… [24]

Velhasıl İbrahim, Allah’ın takdirini rahmetle değiştirmesini umut etti. Nuh ise bir umut taşımadı ve takdiri iman ile tasdik etti. Musa taşıdığı umut ile kavminin umutsuzluğunu yendi. Onun galibiyeti iyimser kabullenişe karşı eyleme geçmiş umutla oldu. Ruh olan Îsâ’da ise bir umut olmadığından, onun umutsuzluğu, iman edenler için umut vesilesi oldu. Daha nicesi söylenebilir, zira Allah kitabının hikmetine hudut yoktur.


Dipnotlar:

[1] Marangoz Osman Altav (Allah’ın Rahmeti daim üzerinde olsun)

[2] Bu hadise Ahmet Süreyya Emin Hazretlerinin Divan-ı Şerif’inde şöyle anılır: “Bir kere de Hz. Süreyya mürşitleri için şu bilgiyi vermisti: “Bekrül Cezbi’ye intisabımın ilk senesi idi, kendisine dedim, Şeyhim, Allah’ın tuhaf işlerine hayret ederim, mesela hasta bir adamı senelerce yatakta biçare bırakır; kendisi ve bakanları nice elem ve zahmet çekerler ve sonra o hastayı öldürür; hemen öldürse de bu eziyetler olmasa ne olurdu?” Hz. Mürşidi, “Neden böyle yapıyorsun? Allah’a sor. Bakalım ne cevap verecek” der. Hz. Süreyya mürşidine, “nasıl sorayım?” diye sual edince, Hz. Bekr, “Gözünü yum, dediğini Allah’a içinden sor” der. Hz. Süreyya gözünü yumup sorunca sadrında şu beyanı duyar, “İcraatımı beğenmiyorsan mülkümden dışarı çık.” Gülerek gözünü açar ve duyduğunu şeyhine söyler. Şeyhi de, “Elbette Allah’ın mülkünden dışarı çıkamayız, O bizi sarmıştır” der.”

[3] Tanah, Eyüp 38:2 “Bilgisizce sözlerle Takdiri karartan bu adam kim?”

[4] Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut.

[5] Henry James, Literary Criticisim. 2. Cilt, s.931

[6] Sigmund Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzluk adlı eserinde bu durumu “fantezi” kavramıyla karşılar.

[7] Sufiler Arapça dünyaya ait anlamına gelen “denî” kelimesini iki anlamda yorumlarlar. Bir anlamıyla o dünyaya ait demektir, diğer anlamı ile alçak, basit, zelil demektir. () Yine sûfilerin tümü dünyayı denî olarak bilmezler. Denî olanın bakışa nispetle alçak göründüğünü söyleyen de vardır: “Ve dâhi âlemde alçak ve denî ve kötü ve fena hiç yoktur. Denî dediğimiz bize nisbetle i’tibaridir ve merâtibledir. Zira deni dediğin mahlûkta ise ki suver-i taayyündür.” (Köstendilli Süleyman Şeyhî)

[8] Muhittin İbnü’l Arabî, Füsusü’l Hikem. İshak Bahsi: “İbrahim oğluna ‘Rüyâda seni boğazladığımı görüyorum’ dedi, hâlbuki rüyâ hayâl mertebesidir. İbrahim bu rüyâyı tâbir etmedi ve rüyâyı tasdik etti. Doğru olan bunu misal âlemine uygun olarak yorumlamaktı. Çünkü Peygamber Efendimiz rüyâda gördüğü sütü din ve ilm-i yakîn diye, Yusuf ise yedi ineği yedi sene şeklinde yorumlamıştır. Koç uykuda İbrahim’in oğlu sûretinde göründü. Kendisi bunu bir koçu boğazlamakla tâbir etmeliydi.” (İbn Arabî, Fusûsu’l Hikem, çev. Nuri Gençosman, İstanbul, 1956, s:64)

[9] Kur’an-ı Kerim, İnşirah Sûresi 94/1

[10] Kur’an-ı Kerîm, Hicr Sûresi 15/94

[11] Torah, Tekvin 9:11 “… artık tufan olmayacaktır.”

[12] Torah, Tekvin 6:9 “Nuh sadık adamdı ve kendi devirlerinde kâmildi.

[13] Torah, Çıkış 2:14

[14] Torah, Çıkış 17:3

[15] Sigmund Freud, Musa ve Tek Tanrıcılık. Bölüm II, madde 4

[16] Torah, Sayılar 32

[17] Jürgen Moltmann, Umudun Teolojisi. s.16

[18] İncil, Yuhanna 4:24

[19] Kur’an-ı Kerim, Maide Sûresi 5/110

[20] İncil, Resullerin İşleri 2:4, 4:31

[21] İncil, Yuhanna 10:30

[22] İncil, I. Korintoslular 13:12

[23] Torah, Tekvin 3:22

[24] Kur’an-ı Kerim, Yunus Sûresi 10/62

İzzet Erş
+ Son Yazılar