Yazılı belgelere dayanarak toplumların geçmişteki olaylarını yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalına tarih deniyor. Yazının icadından önceki devirleri inceleyip yorumlayan bilim dalına da Prehistorya denir. Prehistorya “tarih-öncesi” demek olduğundan, Prehistorya yerine “Unutulmuş Tarih” demeyi daha uygun buluyorum. Zira Unutulmuş Tarih, yazılı kaynakların bulunmadığı simgelerin ve mitlerin geliştiği, günümüzün dünya bakışına ters düşen yorumlar içeren bir dönemdir. Unutulmuş tarihi yeniden canlandırmak için kadim dilleri, örfleri, âdetleri, yazı öncesi simgeleri incelemek, o dönemin duygusal yaklaşımını anlamak gerekir. Dolayısıyla Unutulmuş Tarih araştırmaları, kadim dönemin inanç sistemini ve dünya yorumunu kavrayıp anlamayı gerektirir. Kadim dönemdeki inanç sistemlerine “Kült” adı verilmiştir. Kült sözü Pagan bir tapınma şeklini çağrıştırdığından, günlük kullanışta olumsuz bir vurguya sahiptir. Ancak kadim kültürleri anlayabilmek için, toplumların kültlerine eğilmekte fayda vardır.
Günümüzden binlerce yıl önce, doğal çevresini yeni yeni tanımaya başlayan insanlar, güneşe ve göğe büyük önem veriyorlardı. Güneş çıkınca hava ısınıyor, çevre aydınlanıyor ve yırtıcı hayvanlar inlerine çekiliyorlardı. Güneş onlar için en önemli bir yaşam kaynağı idi. Gece olunca başlarını göğe çevirdiklerinde ise, binlerce parlayan noktaları görüyorlar ve parıldayan o uzak noktaların da güneş kadar kutsal olduklarına inanıyorlardı. Onlar için yaşam gizem doluydu ve en büyük gizem de kadınların doğurganlığı idi. Nasıl oluyor da bir insandan yeni bir insan üreyebiliyordu? Doğum olayını gözleyen erkekler kadınların doğurganlığı ile güneş arasında bir ilişki kurdular. Hem güneşi hem de kadınları yeryüzündeki yaşamın devamını sağlayan birer kaynak olarak görmeye başladılar. Böylece, kadınların kutsal varlıklar oldukları kabul edildi ve “Ana Tanrıça” figürleri yontulmaya başlandı. Altta görülen kadın heykelcikleri insanların ilk sanat eserleri arasında yer alırlar.
1’den 5’e kadar numaralanmış heykelcikleri tanıyalım: 1. Gagarino Venüsü denen bu küçük heykelin boyu 5.8 cm’dir. Ukrayna’nın doğu yakasındaki Gagarino kasabasında bulunmuştur. 2. Fransa’nın Lespuqes kasabasında bulunmuştur. 3 ve 5 numaralı mermer heykeller ise Rusya’nın Köstenki kasabasında bulunmuşlardır. Boyları yaklaşık 10-11 cm’dir. En az 20,000 yıl eski oldukları tahmin edilmektedir. 4. Avusturya’nın Willendorf kasabasında bulunmuştur.
Hepsinde görülen ortak özellikler, kadınların gayet iri göğüslü ve kilolu oluşlarından başka yüz hatlarının bulunmayışıdır. Heykeli yontan kişiler neden acaba yüz hatlarını (ağız, göz ve burunlarını) belirtmekten kaçındılar? Nedeni, bu kadınların güneş kültü ile ilişkili kutsal birer tanrıça olmalarından dolayıdır. Başları güneş gibi küre şeklindedir ve yüz hatlarının olmayışı, onların insanüstü tanrıça özelliğini taşımalarından dolayıdır. Başlarındaki küçük noktalar güneşten çıkan ışınlarının yayıldığı delikler olarak düşünülmüştü. Kilolu oluşları ise, doğanın yaratıcı ve doğurgan özelliklerini yansıtıyordu. Dolayısıyla bu küçük heykelcikler hem güneş kültü ile hem de doğa ile ilgili simgeler oluşturuyorlardı. Heykelciklerin bulunduklar bölgelere bakarak güneş kültünün Asya kökenli olduğunu söyleyebiliriz. Güneş kültüne inanan insanların, günümüzden en az 20,000 yıl önce hem batıya hem de doğuya doğru yayıldıklarını kayalara kazıdıkları simgelerinden ve yonttukları heykellerden anlıyoruz.
Kadim dönemin tanrıçalarından Tur-Ana, Asya Türklerinin önemli bir tanrıçasıydı. Bu tanrıçanın Etrüsk kültüründe “Turan” adını aldığını biliyoruz. Etrüskler Asya’dan göç etmiş Ural-Altay dilini konuşan, İtalya’ya kadim dönemde göç etmiş bir toplumdu. Asya’daki Turfan şehri ve Turan bölgesi adlarını Tanrıça Tur-Ana’dan almış olabilirler. Keza, Anadolu’da Kubaba (Kibele), Sümer’de İnnana (İştar), Mısır’da İsis, Hathor ve Maat adlı tanrıçalar da güneş kültü ile ilgili olabilirler. Hathor en eski tanrıçalardan olup, aşk tanrıçasıydı ve kutsal inek ile olarak tanımlanmıştı. Kutsal inek inancının yukarıda sözünü ettiğim doğurganlıkla ve bollukla ilgisi olduğu görüşündeyim. Üstteki resimde görülen Efes tanrıçası Artemis heykelinin birçok göğüslü oluşu, doğanın üretken ve besleyici oluşunu simgeliyor. Kadınların tanrıça olarak görülme nedenleri arasında sezgi güçlerinin erkeklerden fazla oluşuyla ilgisi olabilir. Zira kadınların bedensel güçleri erkeklerden az olduğundan, kendilerini tehlikelerden korumaları için keskin sezgilere sahip olmaları gerekiyordu. Sezgi güçleri sayesinde kadınlar toplumu yöneten ve yönlendiren birer şamana dönüştüler. Şamanlık kadınlarla başlamış, fakat diğer tüm güçler gibi, zamanla erkeklerin eline geçmiştir. Asya şamanlarını yakından incelemiş olan Wilhelm Radloff (1837 – 1918) “Türklük ve Şamanlık” adlı kitabında şunları söylüyor [1]:
“Şamanlara göre bütün dünya ruhlarla doludur. Dağlar, göller, ırmaklar (yer-su) hep canlı nesnelerdir. Bunlar yalnız coğrafi yapılar değil, fakat konuşan, duyan varlıklardır. Şamanların kutsal saydıkları dağlardan ve ırmaklardan bahsettiklerini dinlerken, gözle görülen dağlardan ve sulardan mı yoksa o isimleri taşıyan insanlardan mı söz ettiklerini fark etmek güçtür; ruh bizzat dağdır ve dağ bizzat ruhtur”.
Görülüyor ki, kadim toplumlarda ve özellikle Asya şamanları için, ruh-beden birlikteliği vardır ve tüm var olanlar, insanlar gibi ruh sahibidirler. Şamanlar için ateş de ruh sahibidir ve insanlara birtakım bilgiler aktarır. Radloff, kitabının 273’cü sayfasında diyor ki:
“Ateşe bakıp kehanet etmek Türklerde çok eski bir görenektir. Ateş ıslık çalarsa uzaktan bir kişinin geleceğine işarettir. Yakutlar ocaktaki külün kıpırdadığını görürlerse “Oğ kutu oynuyo” (çocuk ruhu oynuyor) derler ve ateşin ailede bir çocuk doğacağını haber verdiğine inanırlar. Umumiyetle ateşe bakıp fal bakmak Orta Asya Türklerinde yaygındır. Kırgızların Manas Destanında Manas’ın babası Çakıp Han ateşe bakıp gelinlerinin geleceği hakkında yorumlar yapar. Şamanlara göre ateş her şeyi temizler, kötü ruhları kovar”.
Ateş aynı zamanda hem güneşle hem de ışıkla ve aydınlıkla ilişkilidir. Şaman inancında insan soyu ışıktan ve karanlıktan türeyen iki zıt kuvvetin etkisi altındadır. Bunlardan birincisi, yani ışık üreten kuvvet, semada oturur, güneşle özdeş olan bu varlık, ısıtan ve aydınlatan ışınlarını yeryüzüne gönderir. Diğer güç karanlıkla ilişkili olup yeraltında bulunur. Şamanlar hem yeraltına hem de göğe doğru manevi seyahatler yapıp, oradaki ruhsal varlıklarla konuşabiliyorlardı. Onlardan getirdikleri bilgilerle insanlara şifa verebiliyorlardı. Zamanla kadınlardan erkeklere geçen şamanlık inancında tanrıçaların yerine tanrılar önem kazanmaya başladı. Böylece Asya kültünde Gök-Khan veya Gök-Tengri en önemli baş tanrı durumuna yükseldi. ‘Gök’ sözcüğü ile ‘Kök’ sözcüğünün benzerliği, yukarısı ile aşağısı arasında fark olmadığını ve aşağıda ne varsa aynısının yukarıda da olduğunu belirtir. Tanrıların da insanlar gibi eş ve çocuk sahibi olmaları bu yakın ilişkiden kaynaklanır. Gök-Tengri’nin birçok oğlundan biri olan Kayra Khan, babasının göksel bölgesini terk edip yeraltında yaşamayı seçmişti. ‘Kayra’ sözü ‘kara’ sözünün kadim şekli olup hem siyah rengi hem de yeryüzünü belirtir. Kayra Khan’ın karanlık yeraltı tanrısı oluşu bu ikili anlamı içerir. Gök Tengri’nin ayrıca Su Khan ve Temir Khan adlı iki oğlu daha vardı. Bunlar yerüstü tanrıları olarak kabul edilirler ve insanların kendilerine sundukları adakları sevgiyle kabul ederek onların isteklerini karşılarlardı. Tanrılar her ne kadar güçlü olsalar da onlara yol gösteren ve bilge öneriler sunan tanrıçalar da vardı. Bu tanrıçalardan biri Ak-Ana adıyla bilinen su tanrıçasıydı. Gene Radloff tarafından derlenmiş olan Altay destanında dünyanın yaratılışı şu şekilde anlatılıyor:
“Yer gök hiçbir şey yokken sadece sonsuza yayılan su vardı. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız suların üzerinde durmadan uçuyordu. Su içinde yaşayan Ak-Ana su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen’e şöyle dedi: “Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren ve de ki ‘bolsun kıl’ (yaptım oldu). Sadece bunu söyle. Hele yaratır iken, yaptım olmadı deme”. Ak-Ana bunları söyledi ve suya dalıp kayboldu. Ülgen bu sözler üzerine suya dalıp suyun dibinden toprak çıkardı ve kara parçalarını oluşturdu. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü. “İnsanoğlu bolsun kıl” dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Bu ilk insan da Oğuz adında insanların ilk atasıdır.”
Kur’an-ı Kerim’de ilk insana “Âdem” denir. Bu ismin İncil’de geçen ilk insanın adı olan “adam” sözünden türediği söylense de kadim Türkçe kökenli olması ve bir özel isim olmayıp, insan türünü tanımlamış olması mümkündür. Oğuz ile başlamış olan “adam” türü “Er” veya “Erlik” adıyla bilinir [2]. Günümüzde O sesiyle belirttiğimiz üçüncü tekil şahıs zamirinin eski kadim dildeki telaffuz şekli “Oğ” idi. Oğ veya Okh kök sözcüğü hem yüksekte duran yöneticiyi hem de tüm grubun adı olmaktadır. Oğ sözcüğünden, Oğlan (yüksel, büyü), Oğlak (keçi yavrusu), Oğuz (gelişmiş insan) ve Öğlen (güneşin en yüksekte olduğu zaman aralığı) sözcükleri türemiştir. Nitekim Radloff tarafından aktarılan “Oğ kutu oynuyor” sözündeki ‘oğ’ sözcüğü büyüyüp yükselmesi istenen erkek çocuğu, oğlanı belirtiyor.
Kadim Türklerin inanç sisteminde ateşe ‘Ot’ veya ‘Od’, evrene veya çevreye de ‘On’ denirdi. Türklerin “On Oğuz” federasyonunu oluşturdukları söylenir. Kanımca bu yanlış bir yorumdur. On Oğuz sözü “On-Oğ-uz” şeklinde kök sözcüklerine ayrılırsa, “Çevrenin yönetici insanlarıyız” anlamı ortaya çıkar. Zamanla ‘on’ kök sözcüğü düşmüş, bu yönetici grup “Oğuz Türkleri” olarak tanımlanmıştır. Keza “Dokuz Oğuz” adı 9 tane boydan oluşmuş bir federasyon olmayıp, ‘dokuz’ sözünün kökeni “Ot-Oğ-uz” (ateşli yöneticiyiz) anlamını içerebilir. Burada yine zaman içinde, “Otokhuz” önce “Tokuz” ve ardından “Dokuz” değişimine uğramıştır. Keza “Üç Oğuz” 3 tane boyu ifade etmiyor, “yönetici olan uçtaki insanları” belirtiyor. “Uç” kök sözcüğü ile hem “Uçmak” eylemi hem de “uc” şeklinde “Tepe” anlamını içerdiğinden, şamanların toplumu hem yönettikleri ve ruhlar âlemine manevi uçuşlar yaptıkları anlaşılıyor.
Yönetici olan kişi aynı zamanda toplumun ucu oluşunu, Orhun abidelerindeki “Tengri gibi Tengride bolmuş (olmuş) yüce Bilge Kagan” sözü belirtiyor. Yönetici ilk insan kabul edilen Oğuz adını Oğuz Kağan Destanı adlı kitabında Fuzuli Bayat, kitabının 120’ci sayfasında şöyle açıklıyor:
“Oğuz adı, Türk dünya modelinin antropogonik kavranma şekli olup makro kozmosun ve mikro kozmosun hemen hemen bütün katmanlarını modelleştirir. Bu bağlamda dilcilerin teklif ettikleri etimolojilerin her biri bu kozmik modelin bir katmanını oluşturur. Bütün söylenenleri bir çizelgeye dönüştürecek olursak şöyle bir şema ortaya çıkar: İnanç (Öküz), Bilgelik (Oge), İnsan (Oğuz), Kavim (Ok), Zaman (Og), Mekân (Oğuz eli).”
Bu şemada gelişmiş insan olarak tanımlanan Oğuz, Okh boylarının yöneticisidir. Asya toplumlarının atılımcı ve yayılımcı dönemine “og” ve boylarının yayıldığı geniş bölgeye de “Oğuzeli” denmiştir. Okh boylarının inanç sisteminde eril enerjiyi hem öküz hem de boğa simgelemiş, üretken dişil enerjiyi de inek simgelemiştir. Halen Hindistan’da ineğin kutsal sayılışı bu kadim kültten kaynaklanmış olabilir. Kadim dönemin insanları Tengri kavramını bir daire içine çizilmiş bir artı işareti olarak belitmişler ve gittikleri bölgelerdeki kayalara çizmişlerdir. Hindistan ve Tibet’te rahiplerin çizdiği Mandala simgesi Asya kökenli Tengri simgesinden kaynaklıdır. Altta birçok bölgeden Tengri simgeleri görülüyor. Asya kaynaklı olanları Servet Somuncuoğlu (1964 – 2014) fotoğraflayıp, “Taştaki Türkler” adlı kitabında yayınlamıştır [3].
Kadim dönemde konuşulan diller konusuna gelince, günümüzden 20.000 yıl önce tüm Avrasya bölgesinde tek bir kök dilin konuşulduğunu dilbilimciler de kabul ediyorlar. Amerikalı dilbilimci Merritt Ruhlen (d. 1944) dillerin kökenini araştıran “A Guide to the World’s Languages” adlı kitabında [4], Orta Asya’dan kaynaklanan bir dilin, tüm Avrasya bölgesinde, kuzey Afrika’da ve hatta Amerika kıtasında dahi konuşulduğunu yazmıştır. Bu kök-dili bir ağacın gövdesine benzetirsek, ağacının gövdesini Ural-Altay dilleri ve dallarını Hint-Avrupa ile Sami dil grupları oluşturmaktadır. Bu kök-dile Avrupalı dilbilimciler ‘Eurasiatic’ (Avrasya dil grubu), Amerikalılar ‘Borean’ (Kuzey kaynaklı dil grubu), Ruslar ‘Nostratic’ (Bizim katmanımız) ve Macar dilbilimciler ‘Turanian’ (Turan dil grubu) adını veriyorlar. Hepsi de kök dilin çıkış bölgesinin Asya olduğunu kabul etmekle birlikte, bu dile verilecek ad üzerinde anlaşamıyorlar. Rus dilbilimci Sergei Starostin (1953 – 2005) Nostratic dil ağacının ana gövdesini Altay dillerinin oluşturduğunu ve diğer dillerin bu ağacın dalları olduklarını savunmuştur. Doğru olan bu görüşü batılı dilbilimciler tam olarak kabul etmeyip, tartışmaya devam ediyorlar. Nostratik dil ağacının dünyadaki yaygınlığı üstteki haritada siyah renkte gösterilmiştir.
Kaynakça:
Türklük ve Şamanlık, Wilhelm Radloff, Örgün Yayınevi, 2008, İstanbul.
Oğuz Destan Dünyası, Fuzuli Bayat, sayfa 57, Ötüken Yayınları, 2006, İstanbul.
Sibirya’dan Taştaki Türkler, Servet Somuncuoğlu, Ege Basım Ltd Şirketi, 2008, İstanbul.
A Guide to the World’s Languages, Merritt Ruhlen, Stanford University pres, 1987, ABD.