I. Kaderini Kabullenmek
Anlatmak acı gelmesine acı gelir bana,
Ama susmak da bir başka türlü acı,
Her türlüsü bir başka bela benim için.
Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus
Ütopya ve tragedya kelimelerinin –tutarlı bir bütünün parçaları olarak– birlikte düşünülüp düşünülemeyeceği, şayet düşünülebilirse bunu mümkün kılanın, bu iki tuhaf kelimeyi birbirine bağlayanın ne olduğu –veya olabileceği– ve ikisi arasındaki aslında açıkça ortada olan ilişkinin niteliği hakkındaki bu yazıyı yazmaya ilk niyetlendiğimde alıntılarla ilerleyeceğim, bol bol dipnot kullanacağım ve adım başı kaynak göstereceğim. Yani akademik yazım kurallarına mümkün mertebe uyacağım, enine boyuna düşünmekten, gözleri içeri çevirmekten, dünyaları derinlemesine gözlemden, ruhu dağlayan tecrübelerden, ıstırap ve pişmanlıklardan doğan düşünceleri başkalarının –oturaklı düşünürlerin, otoritelerin, oğullarının kanlarıyla hayatta kalan düşünceli babaların– ağzından anlatmaya uğraşacağım. Onların –kollarından bütün diğer muhteşem şeylerle birlikte binyıllar boyunca yaşanmış ve gelecekte de yaşanacak bütün değişimlerin asıl sebebi gençliğin, aşkın, sarhoşluğun, hayalperestliğin, deliliğin, bunalımın ve çekilmeye değer acının aktığı hayat kaynağından uzak yaşadıkları için– suyu çekilmişçesine kupkuru, hareketsiz ve ufacık kalmış bedenlerinin –kuruntulu iktidarlarının hasta ışıklarının altında heybetliymiş gibi görünen– gölgelerinden konuşacağım, onların danışıklı dövüşlerinde birbirlerine karşı veya birbirlerini desteklerken söyledikleri sözlerin arasında bulacağım –çoğu da zorlama olan– tutarlılık dizgelerinden kendime haklılık devşireceğim bir yazı yazacağımı düşünmüştüm. Doğrusu bunu düşünmekle de kalmadım, uygulamaya geçtim hemen ve bugünden yaklaşık üç ay kadar önce ütopya, tragedya, ütopyacılık ve kahramanlık kelimelerinin anlamlarını kafamda netleştirebilmek için birkaç kitap ve onlarca makale okudum. Yaptığı yanlışı üstat Nietzsche seneler sonra fark edip ancak on beş sene sonra bunu Bir Özeleştiri Denemesi’nde[1] itiraf edebilmişti. Banaysa, yaptığım yanlışı anlamam için, iki sıcak ve sıkıcı yaz ayı yetmişti.
Şimdi böyle söylüyorsam da bir şeyler yazmak isteyen biri için böyle, yukarıda bahsettiğim gibi, bir yazı yazmanın çekiciliği –bunları söyleyen benim için bile– inkâr edilemez boyutlardadır: Kelimenin anlamı araştırılır, ek ve köklerine ayrıştırılır, yeniden anlamlandırılır, kökenine gidilir, literatürdeki kullanımları araştırılır. Velhasıl yazıyı yazan alır tohumu eline ve eker tarlasının ortasına, kuralına uygun yetiştirip hasadını yapar. Sonu başından bellidir bu işin; kurallar ürünü tüketilebilir kılar, optimal oranda okuyucuya ulaşılabilir böyle bir yazıyla, ama en önemlisi yazıyı yazan kendini kolaylıkla savunabilir okuyucusunun saldırılarına karşı –buharlaşarak. Böylece bir buharlaşıp bir katılaşarak gerektiğinde alçak gönüllülükle aradan sıyrılır yazıyı yazan ve okuyucuyu onlarla baş başa bırakır. Yazıyı yazanın yanılmış olma ihtimali böylece bertaraf edilmiştir; gidilebilecek başka bir yol olmadığı gibi varılabilecek başka bir yer de yoktur. Okuyucunun karşısındaki hakikat aktarım açısından başarılı, bilimsel, mantıksal olarak tutarlı ve tarafsızdır, yani güçlü ve kusursuzdur.
Aşikâr. Benim de kendimi bahsettiğim bu çekicilikten, bu ölümsüzlükten –veya hiç yaşamamışlığın huzurundan– kurtarmam çok zor oldu. Belki bütünüyle kurtulamadım bile bu hastalıktan, belki yalnızca bu yazı için toplayabildim cesaretimi. İstediğim gibi, sakınmadan, çekinmeden öznel, taraflı, tutarsız ve iliklerine kadar kendim olarak yazmak için bir şeyler yazıyor olmaktan vaz geçtim ve durup bekledim bulanık suların durulmasını –ruhumdaki huzursuz hayat kurtçuklarının ki hayatta olduğumun kanıtlarıdır onlar, kusursuzluk kayalarını kemirlemelerini. Zor oldu kendimle hesaplaşmam, hata yapıyor olduğumu ve yine yapabileceğimi kabullenmem, yanılabilirliği öğrenmem, bütün bunlar için cesaretimi toplamam, bakışlarımı keskinleştirmem ve gözümü karartmam, gelebilecek bütün eleştirileri göğüsleyip karşılayacak olgunluğa ulaşmam –umursamazlaşmam. Biraz abartıyorum, ama böyle olmadı da diyemem; sürekli aklımı çelmeye çalıştı o bilindik, tehlikesiz tarzda yazı yazma isteği. Ama hayır! Şimdi yazıyorum işte, istediğim gibi, on gün önce mesai sonrası biraz dinlendikten ve müzik dinledikten sonra ilk kez bir taslak olarak yazdığım bu yazıyı, şimdi Adana’dan İstanbul’a giden bir otobüste ona son şeklini vermek için yeniden yazıyorum. Zaten söyleyeceklerim üç aydır, üç yıldır, belki de üç ömürdür aklımda dönüp duran şeyler. Ve şimdi onları dışarı vurmak, haykırmak, kusmak, dünyanın bin bir türlü ışığı altında aydınlatmak ve sınamak istiyorum.
* * *
Bu yazı –yazınsal olarak– bir denemedir, ama bir deneme olduğu kadar bir otobiyografidir de, ve bir o kadar da eksik, yarım yamalak kurgulanmış bir öyküdür, biraz da kendisi hakkında yazılmış bir yazıdır; bir şiirdir anlaşılmak yerine ezberlenmek isteyen! Bu yazı çarpışmak için yazılmıştır –ruhların rüyalarında ve esriklik anlarında, düşünsel dünyaların kaosunda ve kozmosunda göğüs göğüse vuruşup kazanmak ve kaybetmek için yazılmıştır! Mağlubiyetine kahkahalarla gülmek ve kendisiyle birlikte yazarını da aşağılamak için veya galibiyetini olmayan elleriyle sessiz sedasız alkışlarken –ne getireceği muamma– yaşamın yaşam-yaratan yıkımlarını yüreklendirmek için yazılmıştır. Bu yazı, yaşayan ve ölen insanlar için değil, birbirlerini bakışlarından tanıyan trajik kahramanlar için yazılmıştır. Eminim ki –bu hikâyenin görünürdeki protagonisti– her trajik kahraman; acıyı, bile isteye çekerek güç, kan ve gözyaşlarıyla kutsanan her Prometheus-soylu ilk cümlesinden itibaren bu yazıyı bitirmek için dayanılmaz bir istek –hatta ihtiyaç– duyacaktır. Belki de bir bakış bile yeterli olacaktır ona, anlatılanları anlamasına –yazıyı okumasa da olur!
Her halükarda ey trajik kahraman, ey zayıf insanların en yüksek ruhlusu, ey ruhi dengim, yegâne dostum hoş geldin… Hoş geldin evine; bu yazı sana yazıldı!
II. Ruhun Doğuşu
Basit başlayalım, en başından –bize gerektiği kadar. İnsan, hayvanlardan bir hayvandır sadece ve şayet biri gelip de kültürün, dahası, bir şeyler üretebilmenin; alet yapabilmenin, kurumlar ve kuruluşlar kurabilmenin, maddeleri doğada bulduğundan başka hale getirebilmenin insanı hayvandan ayıran şey olduğunu söylüyorsa bilin ki bu bir yalandır. Diğerleriyle birlikte kültür; insanla hayvan, hayvanla bitki, bitkiyle diğerleri arasındaki niteliksel değil niceliksel bir ayrımın konusudur. Burada kullanıldığı haliyle nicelik ise görünüşlerin, dışavurumların ve yansıtmaların miktarına işaret etmektedir. Bugün insanların büyük şehirlerin büyük binalarındaki büyük dairelerinde veya stüdyolarında yaşaması, steak house’larda yemek yemesi, iletişim için kurallı ve karmaşık diller icat etmesi, Twitter, WhatsApp ve Instagram kullanıyor olması; onları karanlık mağaraların kuytularında yaşayan ve ağaçlarda uyuyan atalarından, dahası geçmişteki ve günümüzdeki maymunlardan, kaplanlardan, turna kuşlarından, peygamberdevelerinden ve yılanlardan, zeytin ve incirden, rezeneden, ilk kan pıhtısından, içe çekilen ilk nefesten, tohumdan, başlangıçtan, noktadan, bütün bunlarla ortak olduğu şeyden uzaklaştırmamıştır. Görüntüler çoğalmış ama yaşam, yani hareket yasası aynı kalmıştır. Bunun nedeni ruhtur.
Başlangıçta bir toz bulutu değil, bir bunalım vardı; zaman ve mekân yoktu, düşünceler ve hareket de yoktu, sadece bir sıkıntı ve koyu bir kasvet vardı. Yaşam yoktu, ışıkla karanlık, iyilikle kötülük, doğrular ve yanlışlar da… Sonra aniden, nedensizce, sadece öyle olması gerektiği için isteme doğdu, isteme –harekete geçmek için– iradeye dönüştü ve irade kendini ruh olarak gösterdi. Böylece yaşam, kendini sağaltmak isteyen ilk ruhun kendisiyle savaşından doğdu. Bunalım içindeki ilk ruhun, bu bunalımın üstesinden gelmek için çatacağı ne bir kimse, ne de bir şey vardı karşısında –kendisinden başka! Alev alev yanan gözlerini nereye çevirirse çevirsin yalnızca kendisini görüyordu çünkü her şey ondan ibaretti burada. Ama denge bozulmuştu bir kere ve ilk ruhun bu bunalımın üstesinden gelmesi gerekiyordu, bu onun varoluş nedeniydi. Böylece, istemeden doğan ilk ruh çaresizlik içinde yargılayıcı bakışlarını kuşkuyla kendisine çevirdi. Böyle yapmak gerekir bazen işte çaresizliği aşmak için: Soruna çare olmayacağını bile bile o eylemi gerçekleştirmek. Yapılması gerekeni yaptı o da ve bunalımın, sıkıntının üstesinden ancak böyle gelebileceğini düşündüğü için safi istemeden ibaret olana dek, kendisini kasvetten tamamen sağaltana dek bitmeyecek bir savaşa başladı kendisiyle. Zor bir savaştı bu yaşanan: İlk ruhun isteme ve istence sahip bütün ruhsal parçaları geriye kalan hayaletimsi, saydam kısma karşı savaştılar. Sonsuzluk kadar uzun süren bu savaş, aslında hiç başlamamış gibi aniden son bulmuş, başlangıçtaki bütünlük parçalara ayrılmıştı ve böylece ilk ruhtan ruhlar ve yaşam doğdu.
Bu büyük savaşın ardından ruhlar ilk olarak ikiye ayrılmışlardı, istemeye ve istence sahip olanlar ve olmayanlar olarak. Sonrasında isteme, isteme ve istenç sahibi ruhlar arasında da bir ayrışmayı yarattı ve bunların bir kısmı yükseklerdeki evlerinden ayrılıp iyiyi ve kötüyü, olması gerekenle olmaması gerekeni, yani ahlakı, kuralları ve mantığı yaratmak amacıyla istemeye sahip olmayanların ülkelerine vardılar. Böylece onlar da hareketle tanışmış oldular. Onlar ruhun saydam, hayaletimsi kısmıydılar ve istemeye yabancıydılar –hâlâ öyleler– ama görevliler onları programladı ve onlara determinist bir düzen vererek onları hareketli hale getirdiler.
Kronos’un Sahnesi kurulduğunda ve sahnede oyunlar sergilenmeye başlandığında işte böyle üç tip ruh yaşıyordu içeride: Kahramanlar, görevliler ve seyirciler.
III. Kronos’un Sahnesi: Yaşam, Ruhlar ve Roller
Görevliler yanlarına gittikleri seyircilere şunları söylediler: İnsanlar kültür, üretim ve alet yapabilmekle doğadaki diğer türlerden ayrıldıkları gibi birbirlerinden de ne ürettikleriyle ve ne yaptıklarıyla ayrılırlar. Sonra seyircilerden, yani istemeye sahip olmayan ruhlardan rastgele birini seçip şöyle derler: Ey seyirci söyle mesleğin nedir? Ey bütün günahkârlığına rağmen yüreğinde bağışlanma umudu taşıyan insan ne iş yaparsın sen? Seyirciler cevap verir, kimi yeni kimi eski işler yapmaktadır: Ey üstat! Ey bize doğruyu ve yanlışı öğretip dirlik ve düzen veren görevli ben bir berberim. Öteki bir terzidir, bir başkası ise dijital pazarlamacı veya tesisatçıdır. Gülümser bir görevli ve “Namuslu insanlar, işte böyle böyle yaptığınız işlere ve ürettiğiniz şeylere göre ayrılırsınız birbirinizden ve ancak böyle tamamlayabilirsiniz birbirinizi, bir kısmınızın bahçesinde yetişen ürünlerle doyar evlatlarınızın karnı ve bir kısmınızın tezgâhlarında üretilen alet edevatla hasat edilir ekinler. Şimdi sahneye çıkacakların ise işi oyunculuktur. Siz, günün yorgunluğunu üstünüzden atın diye bıkmadan oynarlar oyunlarını bu sahnede, zamanın sahnesinde. Alkışlayın onları veya yuhalayın beğenmediğinizde, yapın bunları, yapın ki bilsinler yalnızca piyes kişileri, oyuncular olduklarını, kendilerini başka bir şey sanıp kandırmasınlar, değiştirmeye çalışmasınlar dünyayı ve size hoşunuza gidecek hikâyeler seyrettirsinler,” der. Seyirciler başlarını sallayınca geri döner görevliler işlerinin başına: ışığa, dekora, oturma düzenine, perdeye…
* * *
Ruhlar hakkındaki her şeyden bahsetmiş değilsem de burada, buraya kadar anlattıklarımla artık asıl konuya gelebileceğimi, yani kahramanların değerlendirilmesine başlayabileceğimi düşünüyorum. Şimdi yavaş yavaş, görevlilere görünmeden perdenin arkasına gidelim ve sizi yaşamın en şahane görüntüleriyle, yaşamın yüzlerinde tecelli ettiği ve eylemleriyle yaşamı yeniden kendi biçimsiz, karmaşık suretinde zuhur etmeye zorlayan kahramanlarla tanıştırayım. Görevlilerin seyircilere söylediklerinin aksine onlar yalnızca oyuncular ve aktörler değillerdir, doğrusu oyuncu veya aktör bile değillerdir. Oyuncular kurallara göre oynarlar, aktörlerse girdikleri karaktere göre hareket ederler –karakterlerine göre değil. Kahramanlarsa Şestov’un sadece başka türlü yaşayamayan kişi yıkımı göze alır, tespitini doğrularcasına başka türlüsü olanaksız olduğundan dolayı yaparlar yaptıklarını –veya gelecekte yapacaklarını. Kahramanın benliğiyle eylemi ayrıştırılmazdır. O oluştur. Bundan dolayı kahramanın davranışı bilinemezdir; seyircinin, görevlilerin kendisine öğrettikleriyle kahramanın sahnedeki düşüncelerini ve davranışlarını kavrayabilmesi söz konusu değildir. Diğer taraftan seyirciler, aslında istemeye sahip olmamalarına, saydam ruhlar olmalarına rağmen görevlilerin öğrettikleriyle onların iradelerinin boyasıyla boyanmışlardır. Seyirciler –güneş panelleri gibi– görevlilerin irade güneşiyle şarj olurlar, pillerini doldururlar: İzin verilen ve izin verilmeyenlerden ibaret, ikiye ayrılmış, bipolarlaştırılmış, öncelikle yasaklayıcı ama önleyici ve düzeltici olan düşüncelerini ve bunların mantıksal devamı olan davranışlarını böyle hareket ettirirler.
Durum böyle olunca görevlilerin onları kahramanlar ile ilgili kandırmaları, seyircilere onların yalnızca oyuncular olduklarını söylemeleri basit bir yardım, kabul edilebilir bir beyaz yalan gibi bile görülebilir. Ama unutmayın ki görevliler bu kadar iyi niyetli ve yardımsever varlıklar değillerdir.
Görevliler yükseklerdeki evlerinden durup dururken ayrılmadılar ve bu düzenek de keyfe keder kurulmadı; iradelerini saydam ruhlarla boşuna paylaşmadılar ve peşlerinden sürüklemediler yükseklere. Görevliler istemeye sahipti ve iradeleri vardı ama kahramanların ruhuna has tutkudan yoksundular. Tutku, belaların en büyüğüydü görevlilerin gözünde: Kahramanların gözünü karartıyor; kendilerini kısıtlanamaz, düzenlenemez, tanımlanamaz saymalarına sebep oluyordu. Düşüncesizce dengeyi ve düzeni bozuyorlardı. Her kahramanın yüreğinde, yahşi ve yiğit yüreklerinde tutku ateşi yanıyordu. Kahraman aklıyla değil tutkuyla hareket ediyordu, bundan dolayı korkunçtular görevlilerin gözünde, diyorlardı ki ayrılmadan önce yükseklerden birbirlerine: “Her an bu enayilerden biri anlamsız bir şey; aşk gibi, acı çekmek gibi veya sadece can sıkıntısından dolayı bütün dünyayı ateşe verebilir. Bunlar bizim canımıza okumadan onlardan kurtulmalıyız, kurtulamıyorsak bile denetleyebilmeliyiz.”
Kısa süre sonra karar alındı ve görevliler, kahramanlara verebilecekleri en kötü cezayı verebilmek için yükseklerden ayrıldılar. Yapılacak şey, verilecek ceza şuydu: Değil tutkuya, istemeye bile sahip olmayan saydam ruhları iradeyle boyayıp hareketle tanıştırmak ve bu ilkel deterministik varlıkların kalabalığından yararlanarak kahramanları baskılamak ve denetim altına almak. Ruh kahraman bile olsa kaybedebiliyordu, nitekim yaşamı–doğuran–savaşta yüzlercesi ölmüştü. Böylece yükseklerde Kronos’un Sahnesi kuruldu –veya trajik kahramanların deyimiyle Kronos’un Sirki. Oyun türleri ortaya çıktı ve kahraman ruhları arasındaki farklılıklar roller olarak görülmeye başlandı.
IV. Kahramangiller: Kan, Ter ve Gözyaşı
En tepeye çıkmakta, insana vahşi bir duygu veren,
insanı bağırmaya, şarkı söylemeye ya da
kollarını açıp uçmaya zorlayan bir şey vardı
Carson McCullers, Yalnız Bir Avcıdır Yürek
Şimdi kulise giriyoruz, işte karşınızda kahramanlar! Sıralarını bekliyorlar sahneye çıkmak için. Bakın gidiyor biri, peşinden biri daha… Kimi gösterişli kıyafetler giymiş, kiminin lime lime olmuş üstündekiler. Kiminin elinde kalem, kâğıt ve kitaplar, kiminin çekiç, orak ve çeşitli alet edevat var, kimisinin de kılıcı ışık saçmakta çevresine. Ve gözleri…
Bakışlarıyla ayrılır kahramanlar birbirinden. Bakışlar, kahramanın yüreğindeki tutkuyu yansıtır. Ve kahramanların ruhları tutku derecelerine göre üç gruba ayrılır: tutkudan korkanlar, tutkuyla yaşayanlar ve tutkunun yok ettikleri. Yani sırasıyla komik kahramanlar, ütopik kahramanlar ve trajik kahramanlar.
Soru: Peki bakışlarından nasıl anlarız bir kahramanın hangi kahraman grubundan olduğunu?
Cevap: Bu kolay değildir –hem de hiç. Göz gerekir insana –hem de nasıl bir göz! Mücevher ve saat ustalarının gözleri en yakını görebilir, en ince ayrıntılara inip anlamlandırabilir; göğü inceleyenlerin gözleriyse en uzakları, yüzlerce binlerce ışık yılı uzaktaki yıldızları görüp birbirinden ayırabilir. Ruhlara bakmak isteyen insanın gözleriyse, ruh sanatçısının gözleriyse keskin olmalıdır; yalnızca yakını–uzağı görmek yetmez, uzakları yakın etmeden, bakanla bakılanı bir etmeden, aynı anda görebilmek gerekir karmakarışık bir bütündeki detayların tamamını. Basit bir mercek, biyolojik bir göz –hiç ihtiyacıdır yoktur onun buna! Bir bakış, bir ruh gerekir başka bir ruhu tanımak için: Ruhu tanıyan ruh, ruh içre ruh, tutkulu ruhun yaralarından içine doğru dolan başka bir tutkulu ruh. Ruhu tanımak budur, trajik bilinç ve trajik bakış budur. Kahraman ruhlarının türlerinden devam edelim.
a. Komik Kahramanlar
Tutkudan korkanlar, komik kahramanlar aslında gündelik hayatta en sık karşılaştığınız kahramanlardır. Ruhlarında tüten zayıf tutku ateşi Kronos’un Sahnesi kurulduktan sonra iyiden iyiye zayıflamıştır ve korkaklar tutkuyu mantıklarına esir etmişlerdir. Görevlilerin davranışlarından en hoşnut kaldığı kahraman grubu bunlardır çünkü seyirciler için onların yaşamları iyi örneklerdir. Seyirciler onları seyrederken görevlilerin kendilerine öğrettiklerinin dosdoğruluğunu görürler. Komik kahramanlar, her ne kadar tutkudan korksalar ve tutkularını tutsak etseler de, yine de kahramangillerdendir ve bundan dolayı günden güne oluşmaktadırlar. Komik kahramanın da tutkusu günün birinde tetiklenebilir ve yüreğinde tutku ateşi körüklenip harlanabilir. Böylece mantığın katı kuralları çiğnenir, görevlilerin yarattığı gerçekliğinin çitleri tutkunun ateşiyle tutuşur. Sürecin sonunda komedya bir drama, komik kahramansa ütopik kahramana dönüşür. Komedyada –kahraman ruhundaki tutkuyu tanımadığından dolayı– gündelik gerçekçiliği ve deterministik başarıyı (konformizm) gören seyirci şimdi sahnede yalnızca düzenden ve dengeden saptığı için acı çekmekte olan oyuncuyu görür. Gözleri önünde gerçekleşen bu baht dönüşü onları denge ve düzenden kopmamaya ikna eder. Sahnede bütün bunlar olurken onlar birbirlerine şöyle söylerler: “Görüyor musunuz kardeşler? Görüyor musunuz yıkıcı güneşin altında, yalın ayak, yalnız başına yürüyen şu zavallı adamı? Görüyor musunuz çirkin canavarlara karşı yalnız başına savaşan şu asi kadını. Mantıksızlığı görüyor musunuz? Denge ve düzenden sapmanın sonuçlarını? Bozgunculuk yapmanın bedellerini? Bir de bakıyorlar içli içli gözlerimizin içine! Bir de yardım edelim diye ellerini uzatıyorlar ellerimize! Hayır, kardeşler hayır, kanmayın onlara, inanmayın oyunlarına! Denge ve düzenden sapmanın tek sonucu başımı belaya sokmak ve tanrılarımız tarafından lanetlenmektir –görevliler böyle diyorlar.”
Ama, genellikle böyle bir durumla karşılaşmayız çünkü bu baht dönüşü, yani komik kahramandan ütopik kahramana dönüşme, tam tersi bir baht dönüşüyle kıyaslandığında yaşamın pek nadir gerçekleşen mucizelerindendir. Yine genellikle, seyirciler komik kahramanları keyifle seyrederler; sıfırdan zenginleşme, yani güçlenme hikâyeleridir. Peki, kimdir bu korkaklar? Kısaca söylemek gerekirse fedakarlığı; kan, ter, gözyaşı ve çektiği acı elde etmek istediği şeye denk olan; gerçek ve ulaşılabilir hedeflere yönelik kısıtlı tutkuya sahip kahramanlardır. O ünlü veya zengin olmak isteyen (ya da olan) biridir; bir yardımsever olabilir, yaşlı ve emektar yerel bir aktivist olabilir. Mümkün mertebe ayrılmadan denge ve düzenden ya kendini ya da yakınlarını ihya eder kahramanlığıyla.
Fakat seyirciler komik kahramanlara duydukları sevgiden daha fazla nefret ve öfke duyarlar ütopik kahramanlara karşı.
b. Ütopik Kahramanlar
Ütopyacı kahramanlar tutkularıyla hareket ederler ama bütün kahramanlar tutkulu ruhlar olduğuna göre onların tutkularına ütopyacı tutku diyebiliriz. Peki, ütopya nedir, ütopyacılık, yani ütopyacı tutku nedir? Cevaplarım akademik olmayacak –daha yazının başında belirtmiştim bunu. Cevaplar için mitolojimizde geriye dönelim; başlangıçtaki bunalıma, direngen bilince ve yaşamı–doğuran–savaşa.
Başlangıçtaki bunalım bir bilinçsizlik durumuydu. Kahraman ruhlarının hissettikleri ıstırap; bilinçten doğmamıştı, o daima oradaydı, bunalım durumundaki kasvet ve huzursuzluğu yaratan ıstıraptı. Bu ıstırap, yalnızca buna yazgılı olduğundan dolayı doğacak olan direngen bilincin doğum sancısıydı. Bunalım durumunda bütün dumansı yerler ve gökler, dağlar ve denizler acı içinde tir tir titriyor ve bu doğumu bekliyorlardı bilinebilmek için. Ve doğum gerçekleşti: İlk ruh, yani kendi kendine direnen bilinç bir noktadan büyüyerek bunalım durumunun bütününe eksiksiz noksansız yayıldı. Bu bilinçlenme durumu, bu bilinme iyi yer anlamındaki ütopyaydı –yaşamı–doğuran–savaş gerçekleşene kadar. Direngen bilinç bir bütündü ve bir bütün ve bir oluş olarak kendini sürekli bunalımdan sağaltıyordu. O kaosla (çünkü oluşuyor olan bir bütünlüktü) kozmosun (çünkü bir bilinçti) karışımıydı. Bu duruma geri dönmek ütopik kahramanın ütopyasıydı.
Ütopik kahramana göre bu duruma geri dönülmesi demek bugün ruhların arasında duran, bütün ruhların birbirine geçip ilk ruhun içinde erimesini engelleyen bariyerlerin yıkılması ve görünüşteki ayrımların, ayrılıkların yok olması demektedir. Bundan dolayı ütopyanın başlangıcı ruhların bir bütün olarak direngen bilincin neşesine ve enerjisine boyanmasıdır. Bunun için de öncelikle ilk ruh diriltilmelidir. Bir rüya! Ütopyaya ulaşıldığında ıstırap dışsallaştırılacak ama ilk ruh diriltene dek bütün bu ıstırabı, çekilecek bütün bu acıyı ütopik kahramanın göğüslemesi gerekmektedir. Duydunuz seyircilerin dediklerini, normalde olmaz ama zaman zaman insan yanılabilir bir kahraman bile olsa, bir ütopyacı bile olsa ve yırtıcı pençelerini uzatabilir yardım dilemeye. Gelmeyecektir beklediği yardım.
Ey kaderine mahkûm, ey tecrübesiz irade, ey yükseklerden asilerin şarkılarını söyleyen; bilesin ki kaderin, şayet tutkun seni tüketmeden ölüp gidebilirsen, yeryüzünün tertemiz topraklarında yatmaktır, sonsuza dek isimsiz. Belki bir bekleyenin olur boşuna, perişan, çaresiz, kalbi kırık, belki o da olmaz –bir de belki bir avuç kendin gibi kahraman adını hatırlayan. Unutulacaksın sonunda. Senin bir âşık, bir sanatçı ve bir savaşçı olan cesur kalbin çürüyüp toprak olacak bütün tutkunla birlikte.
Sen en güzel gülüşlüsü insanların, savaşırken öleceksin ve gün yüzü göremeyeceksin. Haydi, o halde, şimdi benimle birlikte kaldırın kadehlerinizi ilk kez ve son kez bu gözü pek kadın ve erkeklerin isimsiz hatıralarını –ve hatalarını– kutsamak için!
Durun bir dakika. Ağır adımla biri yaklaşıyor yanımıza. Bir trajik kahraman bakışlarından tanıdım. Kucağında da birini taşıyor.
c. Trajik Kahraman
“Dur bakalım trajik kahraman! Az soluklan, ve sonra anlat bakalım nereden gelir nereye gidersin böyle?”
“Ey yolumun üstünde dikilip duran yabancı, görmez mi gözlerin şu zavallıyı? Kollarımda can çekişen kahramanı? Yoksa dilin gibi gözlerin de yaban mı? Bundan dolayı mı göremiyorsun önünü? Çekil git şimdi yolumdan!”
“Bekle trajik kahraman bekle! Beni de bekle! Peşinden geliyorum, ben de gittiğin yere gidiyorum.”
Trajik kahraman perdenin bir ucundan çıkmıştı sahneden, şimdi başka bir uçtan tekrar giriş yapıyor telaşlı telaşlı, kanlı bir bedenle kucağında. Ölünün parmak uçlarından damlayan ışıltılı kanı izleyerek peşinden gidiyorum ben de. Sahneye çıkıyorum ve çehreme ışıklar vuruyor; gözlerim kamaşıyor, başım dönüyor, adımlarım ağırlaşıyor. Alıştıktan sonra anlıyorum, ışıklar değil seyircilerin bakışları; bana anlamsız anlamsız, bön bön bakışları bu kalbime çöken karabasanın sebebi. Sarhoş gibiyim şimdi ve aşağılara, seyircilerin yüzlerinde gezdiriyorum gözlerimi; nasıl da yuhalıyorlar, nasıl da alaya alıyorlar, nasıl da acımasızca aşağılıyorlar, beni değil, yüksekçe ama çorak bir tepeye tırmanmaya çalışan trajik kahramanı. Yanına yaklaşıyorum. Trajik kahraman kucağında taşıdığı bedeni yavaşça yere bırakıyor ve onun, son saniyelerinde şahit olduğu şeyden dolayı ardına dek açılmış gözlerini kederli elleriyle kapatıyor. Sonra da bana dönüp soruyor.
“Tutkulu birinin, bir ütopyacının gözlerini gördün mü hiç hayatında? Cayır cayır yanmaktadır yüreği onun ve mercektir gözleri, geri kalan her şey ise kuru kâğıtlardır karşısında –onun tutkusuyla tutuşacak. Yalnızca önceden yanmış olanlar yanmaz. Tekrar tutuşmaz küllenen bir kez.”
“Peki, bilmiyor muydun öleceğini onun nedendir bu perişanlığın?”
“Ey yaban diyarlardaki yabancı, bilmesine biliyorum ama mümkün mü yapman gerekeni yapmamak veya kaderinden kaçmak? O kadar tutkuluydum ki tutkum kül etti kalbimi, anladım o anda kaderimi ve başıma geleceği –bütün insanlığın başına gelecekle birlikte. Bile bile yolda öleceğini onun yine de taşıdım buraya, ruhu bedeninden burada, bu güzel ağacın gölgesinde ayrılsın diye.”
Ve yanına yürüdü ağır adımlarla yerde yatan cesedin, yanına çöktü, başını usulca dizlerinin üstüne yerleştirdi, kara saçlarını okşadı. Sonra sitemli sitemli söylendi şöyle: “Söylesene, istediğin bu muydu? Olmayan yere ulaşamaz yaşayanlar, olmayan yerdir ütopya. Bütün ruhların ahenkli bütünlüğü, bir ütopya! Bütün ruhların denkliği, bir ütopya! Şimdi yatıyorsun işte yerde! Kahraman bedenin kıpırtısız, seyircilerse hâlâ seyretmekte. Yeryüzünün ve gökyüzünün şimdi bedenini sindirmeye başlaması gibi ruhunu da renksiz zaman sindirecek.”
Peşinden kafasını kaldırıp karşısına baktı ve devam etti: “Sen değişebileceğini sandın! Kendinin ve kaderin. Ey kahraman yanıldın ve kanınla ödedin hatanı! Bense bakıyorum Kronos’un gizemli gözlerine; zamana, geçmişe ve geleceğe. Zamanda kahraman, hiçbir şey değişmiyor sadece dönüyor birbirine durmadan: Güçlüler güçsüz, güçsüzler güçlü oluyor; zalimler mazlum, mazlumlar zalim oluyor ve âlimler cahil, cahiller âlim oluyor… (Kahramana bakarak) Sense daima savaşıyorsun. Zamansa pençelerini saplıyor ve zavallıların kalplerindeki söküyor! Kaderini kabullenmekten kaçtın kahraman ama ne yaparsan yap unutulacaksın ve ne yaparsan yap nefret edileceksin! Unutmaya başladı bile sevdiklerin seni, hakkında kötü kötü konuşup, küfretmeye başladılar bile arkadan. Keşke hayatta olup da ağlasan hüngür hüngür. Gözyaşları boşaltsan kalbindeki ağırlıkları –davalarını. Kalbin bomboş kalsaydı ve iyice kavrulsaydı tutkunun ateşiyle kendini kül edene dek. Tutku, kendine nefret ve kendine acımayla. Sonrasında ağarsaydı saçların ve açılsaydı kör gözlerin keşke –trajik bilinç ve trajik bakışla. İmkânsızdı bu ama!”
Trajik kahraman yavaşça kafayı yere koyup ayağa kalktı ve tepenin en yüksek yerine gidip gökyüzüne bakarak şarkıya benzer bir şiir okumaya başladı kendi kendine. Şöyle bir şeydi:
Kabul edelim kaderimizi:
Yüksek ve alçak yerleri,
Gerçek kahramanları ve gerçek korkakları,
Bilgeliğe giderken çekilen acıyı
Ve yozlaştıran düşkünlüğü,
Sahneyi ve seyircileri,
Kendini feda edişleri ve boş karşılık bekleyişleri,
Ya yanalım tutkunun ateşiyle
Ya da yakalım dünyayı
Tutkularımızın ateşiyle.
…
Boşu boşuna.
Nihayet trajik kahraman kulise döndü. Sahnedeki son sözleri “Yorgunum yabancı, bilip de anlatamamaktan, anlatıp da etki edememekten. Yorgunum iyi yeri, ütopyayı aramaktan, arayıp da bulamamaktan, o yerin olmadığına kalbimi ikna etmekten. Yorgunum kendimi kaybetmekten ama gönülsüzüm de kazanmaya. Kronos’un gizemli gözlerine korkusuzca bakabilir miydim yoksa?” oldu.
V. Son: Bir Oyun Bitiyor ve Bir Oyun Başlıyor Aynı Sahnede
İnsan ruhunun henüz kimsenin keşfe çıkmaya
gönüllü olmadığı bir alanı vardır:
İnsanlar oraya sadece elde olmadan gider.
Bu da trajedinin alanıdır.
Lev Şestov, Trajedinin Felsefesi
Adamın biri sırası gelince koşarak sahneye girdi. Bir elinde yanan bir meşale vardı. Deli gibi sağa sola koşturup duruyordu. Sahnedeki diğer kahramanlarla kavga ediyor, sonra da dekorları yakıp yıkıyordu. Seyirciler adamı alkışlıyordu sürekli. Adam sahnede debeleniyor, bir şeylerden dolayı sürekli birilerini suçluyor ve daha iyi bir yer, daha iyi bir dünya yaratabileceğini iddia ediyordu. Yarattı da! Ve yarattığı gün yüreğinde huzurla uyudu. Seyircilerin elleri şişmişti alkışlamaktan.
Sonraki gün kalktığında sebepsizce gergindi, huzursuzdu. Oysa her şey yerli yerinde, her şey yolundaydı, öyle de olmalıydı. Sadece bu sabaha çıkmak, güneşin doğuşunu görmek için ütopyanın üstüne nelere göğüs germişti. “Böyle olmamalıydı,” buydu düşündüğü. Yüreği bir yanardağdı; yeniden yıkmak ve yeniden yapmak istiyordu şimdi. Seyirciler şüpheyle seyrediyorlardı. Tedirgindiler. Sahnedeki düşünceli düşünceli sağına soluna bakınıyordu. Adamın gözleri onu arıyor gibiydi: Baş belasını, bozguncuyu, sapkını ve asiyi; ütopyanın, iyinin ve güzelin, kalıcılığın ve kusursuzluğun gayretkeş düşmanını. Gözlerini üstünde gezdirdi sahnedeki her şeyin ve herkesin ve tabi sahne dışındakilerin! Seyirciler tuttu soluklarını, buharlaşabilseler buharlaşırlardı.
Adam elini alnına vurup “Ah, benim hatam, benim hatam… Ah, benim akılsız başım…” diye kendi kendine dövündüğünde rahatlamıştı seyircilerin ruhları ve görevliler… Tekrar ucunu tutuşturdu meşalesinin adam ve ateşe verdi dört yanı. Cayır cayır ciyaklarken sahnenin üstü seyirciler ateşle arınıyor ve kendilerinden geçmişçesine alkışlıyorlardı adamı. Günler yakıp yıkıp yeniden yapmakla geçiyor ama adamın yüreği yatışmıyordu.
Önceleri yorgun gözleri uykuyla kapanırken yüreğinde huzurla yatıyordu kayalıklardaki yatağında ve huzursuzlukla uyandığında karşılaşıyordu. Şimdilerdeyse bir saniyeliğe bile yatışmıyordu yüreği. Uyuyamıyordu, yiyemiyordu, yalnızca ama yalnızca daima daha büyük bir tutkuyla tekrar tekrar yakıp yıkıyor ve yeniden yapıyordu durmaksızın.
Günlerden bir gün, adam meşalesini dehşetli bir tutkuyla tutuşturdu ama dayanamadı buna, alevler ellerini yaktı ve düşürdü yere mahvolmuş meşalesini. Açıldı gözleri acıyla ve hakikaten ilk kez baktı dünyaya. Delindi bir burguyla yüreği ve yaşlar aktı yanaklarından. Olduğu yerde oturup baktı bomboş bakışlarla yayılmış yangına. Anlamsızdı. Sonra dönüp baktı seyircilere. Şöyle diyorlardı: Görmüyor musunuz kardeşler, denge ve düzeni bozanın akıbetini? Adamsa onları dinlemiyor, kitlenmiş oturma düzeninin arkasındaki boşluğa bakıyordu. Anlıyordu. Aynı anda en uzağa ve en yakına bakıyor, gözleri hem sahneyi hem de sahne dışını görüyordu. Satirler korosu sahneye girdi:
Ey tutkusu tarafından tüketilen!
Nihayet görüyorsun değil mi?
Zalimken mazlum, mazlumken zalim
Kronos’un parlak ve karanlık gözlerini.
Nihayet anlıyorsun değil mi?
Kabullenmen gerektiğini kaderini;
En iyi yerin olmayan yer olduğunu,
Kimseyi kurtaramayacağını, kendin de dâhil,
Silenos’un söylediklerinin sahiciliğini.
Nihayet bunları diyorsun değil mi?
Ölü yaşamaktansa ölümü yaşasaydım
Tutkum tarafından tüketileceğime,
Yüreğim tutkumdan yanacağına,
Yüreğim sökülseydi yerinden veya
Kan dolsaydı kalbime,
Beynim dursaydı bilemeseydim,
Ölseydim, savaşırken zamanla!
Ama,
Görmeseydim Kronos’un gözlerini.
Seyircilerin sayıklamaları ve şiddetli aşağılamaları eşliğinde kulise giderken adam şöyle diyordu sonunda: “İstemezdim, istemezdim, istememek isterdim… Ama ne mümkün! Kabullendim kaderimi, hatırlıyorum ve hissediyorum başlangıçtaki bunalımı. Biliyorum onu trajik bilinçle, bakıyorum ona trajik bakışla. Kabullendim satirler korosu! Rahata ersin ruhlarınız! Gördüm Kronos’un gözlerini, anladım ve dedim bunları, kabullendim kaderimi: anlayıp da anlatamamayı, yalnız başına yanmayı.”
Dipnot:
[1] “Anlaşılıyor mu, daha bu kitapla, hangi görevi üstlenmeye cesaret ettiğim? Ne kadar çok üzülüyorum şimdi, bu bakımdan, böyle özgün görüşler ve cesurca girişimler için kendime özgü bir dil bulma yürekliliğini (ya da küstahlığını?) henüz göstermediğim için. Schopenhauerci ve Kantçı formüllerle, Kant’ın ve Schopenhauer’in tinine olduğu kadar beğenilerine de temelden aykırı olan yabancı ve yeni değerlendirmeleri dile getirmeye canla başla çalıştığım için!” -F. Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu