Okuma süresi: 8.39 mintues

öyle zannediyorum ki, bu seferki temaya, yapılabilecek olan her türlü girizgahta dostlarımın bir çoğu konuya girmeden ya da girerken önce kelimenin ehemmiyetine binaen etimolojik değerini (!) yazacaklardır.

yani grekçe οὐ à yok τόπος àyer olduğunun mutlaka altını çizeceklerdir.

(ben niye yazdım o halde!?)

daha sonra herhalde mutlaka politeia yazarı ve ütopya’nın babası sayılan muhterem eflatun’u anmadan geçmeyeceklerdir. ama tabii baş köşeye kelimenin mucidi ve kitabın müellifi thomas more’u koyacaklarından, hem kendisinden hem de kitabından birkaç nebze bahsedeceklerinden eminim. belki de kimileri tommaso campanella’yı[1] hatırlayacaklardır. yirmi yedi sene hapiste yatan bir adamın, güneşin ülkesini o dört duvar arasında bile yazabilmiş olması.. ve böylece ütopya hakkında söylenmesi gerekenlerin büyük bir kısmı da zaten söylenmiş olacaktır.

bir de bu arada söylenmesi gerekenlerin parantezini kapatmadan, o dünya güzeli insanın mustafa kemal atatürk’ün cumhuriyet köyü projesi’ni de bir kenara koymak ve hatırlamak lazım.. bir ü-topya..

bir zamanlar; 1950’lerin ortalarına doğru, üç arkadaş ege’de dolanırken, köyceğiz’de birkaç gece konakladığımız bir köy kahvesinden fethiye’ye doğru yola çıktık.. o aralar oralarda bu menzilde hiçbir vasıta bulmanın imkânı yoktu. ne otobüs, ne kamyon. hatta yaylı araba bile yoktu.. bir tek eşyalarımızı yüklediğimiz bir sevimli merkep… dolayısıyla piyadece yürüyüşümüz esnasında bir türlü bitmek bilmeyen tozlu yolda, yolun kenarında, tarlada, rastladığımız her vatandaşa; meraktan çok yorgunluk saikası ile fethiye’ye daha ne kadar olduğunu sorup durduk. aldığımız cevaplar hep aynıydı:

bi cuvara içimlik yol, aha şu dağın ardında…

inanın, yorgunluktan, ve çaresizlikten artık bir taşın üstüne çöküp te bu işten vazgeçmemize işte bu cevaplar engel oldular.. ve yürüdük…

ve nihayet şu dağın ardındaki fethiye’ye vardık..

belki de on iki saatten fazla aklımızda olan tek şey fethiye’ydi.. fethiye’ye varmaktı…

fethiye o zamanlar, o bitmek bilmez tozlu yolların nihayetinde bir ütopya mıydı bizim için.. ve varıldıktan sonra ütopya olmaktan çıkıp alelade, varılması gereken bir yer mi oldu.. kim bilir…

düşünüyorum da, acaba bizim toprakların şu dağın ardında deyimi 1516’dan önce de var mıydı? eminim vardı.. çünkü anadolu insanının umudu hep o dağın ardında olmuştur. hanesinden tarlasından yerinden yurdundan geçen onca gaddar müstevliye onca rezil mültezime onca doymak bilmez ağa sultasına onca fukaralığa, onca…

hiçbir zaman o dağın ardına varamamıştır.. gidememiştir.. varamamıştır ama, hele du bakalım diyerekten yürümüştür.. yaşamıştır… ve tek ümidi o dağın ardı olmuştur.. bence içinde her şey, ama her şey olan şu üç kelime, her şeye karşın direnme, bu topraklarda ezelden beri var olan… yani olan… ve bir türlü ulaşılamayan…

o ulaşılamayan bolluktu… ulaşılamayan rahat ve huzurdu.. ulaşılamayan bir arada hırsız gürsüz yaşamaktı… buğdaydı, arpaydı, ekmekti, balıktı, özgürlüktü, esenlikti…

canım gülüm bedreddin…

belki de bıraksalardı müşterek bir mülkiyetle yok bir yerlere varılırdı…

ama astılar…

varamadık…

ulaşılamayan, ulaşamadığımız hep yüreklerde kaldı.. hep başka bir bahara…

bu bir yerlere varabilmenin umudunun o kadar çok çeşidi var ki…

mesela diğer taraftan dünyada anadolu halkından daha varlıklı, belki de onların dertlerinin bir tekini bile dert edinmeyen ama ütopyanın bir başka çeşidini de asırlardan beri kendilerine şiar edinmiş milyonlarca üyesi bulunan çok saygın bir kuruluş vardır… üzerlerinde bir tek pürüz kalmayıncaya kadar; hatta cilalıdan da öte yonttukları ham-taşlarını, üst üste koyarak bir ülkü mabedi yapmanın gayreti içerisindedirler… üst üste konduğunda birbirlerini tutsun için bir yapıştırıcı bir harç dahi istemeyen bu taşlar fiziğin kohezyon kanunuyla birbirlerine kenetlenirler ve mabet adeta sağlam ebedi ve her daim durmadan yükselir… ancak yine de ufkun ötesinde bir yerlerdedir… uzaktır… varılması ancak düşlerdedir… belki de bütün hayallerin ötesindedir… ama cemiyetin mensupları yonttukları ve yeniden üst üste koydukları o taşlarla oraya varabilmek için asla vazgeçmezler…

öyle derler…

orası mıdır ütopya…

bir de tabii en eski türklerin bayrak ve tuğlarının tepesinde ve başbuğunun otağının üstündeki muncuk denilen kırmızı bir top vardır... bu top bazen bir zaferin işareti, bazen bir hakimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yeri ifade etmiştir…

çok daha sonraları, ziya gökalp bu imgeyi yani kızıl elma’yı turan ülküsü ile birleştirmeden önce de türk milliyetçiliğinin önemli sembollerinden birisi idi…

kızıl elma imgesi… türk devletleri için bir hedefi ve amacı simgeleyen… ulaşılması gereken bir yeri.. fethedilmesi gereken bir beldeyi… kimi zaman bir devlet kurma idealini.. kimi zaman cihan hakimiyeti idealini… kimi zaman da türk birliği idealini…

fakat on kûsur devlet kurulup ta on kûsur devlet yıkıldığına göre ve cihana da hâkim olmamız pek mümkün görünmediğine göre ve son olarak ta bir birliğe varılamayacak kadar uzak durduğumuza göre… kızıl elma yok-yer…

bu herhalde ütopya’dır…

susuzluktan çatlayan dudaklarınla, çöllerin kumlarında sürünen bir zavallının en sonunda kurtuluş olarak ufukta gördüğü iki palmiye ağacı ve şırıl şırıl akan bir su.. bir serap..

yoksa bu mu bir ütopya…

yoksa bin sene sonra gezginlerin kumlar üzerinde tesadüfen buldukları bir insan iskeletinin, bir ütopya tarafından aldatılması mı...

bir nevi…

ya da insanların çoğu kez messina boğazında denizin ve ufkun birleştikleri yerde gördükleri hayaller.. kuleler.. şatolar mı…

fata morganalar…

sen ona doğru gittikçe, o senden uzaklaşan mı..

nafile…

ne, ölüme en yakın oluğunda ufukta gördüğünü vehmettiği su, ne ufukta görüldüğü zannedilen sırça köşkler.. ne zulüm ve baskıdan kurtulabilmek için rüyalarının camdan kentleri ve ne de bir bataklık içerisinde taş taş üstüne koyarak kâmil insan olmak hevesiyle olmayan bir yere varabilme çabası.. asla var değillerdir.. ama biz onlara yok ta diyemiyoruz.. var olmaları herhalde, bir umudun, bir kaçış yolunun hayalhanemizde bize oynadıkları bir oyun; onlarsız olmuyor zahir.. ve gözlerin sabahın güneşine açıldığında düşlerle beraber yok olmaları ise hayalden başka hiçbir yok-yer değil hiçbir-yer olmamaların azabı…

diğer taraftan…

tekerlekli bir arabaya koşulu olan, arabayı çeken merkebin hevesle ileri atılmasına neden olan, herhalde gözlerinin önünde sallanıp duran bir kocaman havuç parçasıdır.. merkep havucun bir ipe bağlı olduğunu bilmez..

merkep o ipin bir sopanın ucuna bağlı olduğunu bilmez..

merkep o sopanın arabada oturan iri cüsseli gaddar bir yaratığın elinde tuttuğunu da bilmez..

ve o havucu o adamın o merkebe hiçbir zaman vermeyeceğini de bilmez…

özgürlüğün, eşitliğin, insanca beraber yaşamanın ve paylaşmanın, huzurun ve mutluluğun ve sevginin bir dolu olduğu ve fakat ne devletin ve ne de tanrının olmadığı hırssız, telaşsız, egosuz yaşanabilecek bir ülke aranırken.. giderek şairin dediği gibi; ezelden beri diş problemleri olan bir medeniyetin ve o medeniyetin arkasındaki tiranların bin türlü fırıldakla bizi itelediği bugünkü kaotik yaşam biçimine ulaştık…

yani gaddar adam’ın havucu…

her ne kadar sokrates karşı çıkmış olsa bile, belki de politeia’nın ilk kitabında thrasymachus’un söyledikleri doğrudur.. ve halen geçerlidir.. “adalet yalnızca kuvvetlilerin çıkarları için geçerlidir.”

ve bizleri kızıl-elma ya da ü-topya peşinde sefilce, mutlu, naçar, ümit dolu, perişan, gülerek, tükenmeyen heyecanlarla koşturan bu kuvvetlilerin bu tiranların buralara kadar nasıl geldiklerini yine eflatun politeia’nın VIII kitabının başında sokrates gayet açık bir şekilde anlatılıyor; tekrarlamaya gerek yok…

işte bu devletler, bu inançlar ve bu bir takım perde arkası kuvvetler, arkalarına aldıkları medya denen canavarın ağızından her saat ürettikleri dezenformasyon dalgalarıyla, depolitize ettikleri ve farkına varmadan çarptırıp, deforme ettikleri büyük ekseriyeti bir hayat boyu sahte mutlulukların peşinde koştururlar… havuç… ü-topya..

bir de bu büyük ekseriyetin dışında kalan mutlu ve belki de ayrıcalıklı bir azınlık vardır.. onlar ise dışarda kopan fırtınanın şiddetinden korundukları şemsiyeyi ya da minnetle barındıkları sıcak, adeta huzurlu meskenlerinde, yalnız kendilerine kurdukları bir dünyada kendilerini güvende hissetmeleri ve oraları bir ü-topya olarak farz etmeleri de gayet mümkündür…

aslında böyle güzel bir ortamda, bu kadar güzel yazı ve tasvirlerin içerisinde zift karası bir halet-i ruhiyeyle şeytanı duvara resmetmek çok yakışıksız.. bunu biliyorum ancak sonuç olarak, belki bilerek ve isteyerek belki de bilinçsizce peşinde koşturulan havuç yarışımızda… sanırım bu havuç’un bizleri ü-topyadan daha çok bir dystopia’ya götüreceği endişesi ağır basıyor…


dipnot:

[1] campanella’nın yazdığı atheismus triumphatus, methaphysica, güneş ülkesi ve diğer eserleri; gioacchino da fiore’nin eskatolojisinden esinlenerek kurmak istediği müşterek mülkiyet fikrine bağlı; erken bir marksizm.. bütün yazdıklarına bir de galileo’ya gönderdiği mektubu da katarsak, tarih içinde bence erken bir marksisten çok erken bir anarşisti resmediyor…

Aykut Yazgan
+ Son Yazılar