Günümüzden 50,000 yıl önce Pasifik Okyanusu’ndaki Mu kıtasındayız. İki Mu rahibi konuşuyorlar:
– Eskiden ülkemiz bir cennetti, her yandan akan dereler, meyve ve sebze bahçeleri arasında yaşam kolay ve insanlar mutlu idiler.
– Haklısın, eskiden sadece iki büyük aktif volkan varken, günümüzde onlarca volkan aktif hale geçti. Onların saldığı kül ve dumandan dolayı gökyüzü karardı; güneşi bile göremez olduk.
– Evet, Güneş Tanrı bize küstü. Yeryüzündeki volkanların sürekli lav püskürmesi bunu gösteriyor. Volkanların artmış olması tanrıların bize kızmış olduklarını ve halkımızı cezalandırmak istediklerini gösteriyor.
– Tanrıları sakinleştirmek için volkanlara benzeyen tapınaklar inşa ettik. Bu tapınaklarda ayinler düzenledik ve tanrılara kurbanlar sunduk. Fakat tanrıların hırsını bir türlü dindirmek mümkün olmadı. Galiba suçumuz çok büyük.
– Her geçen gün depremler ülkemizi baştanbaşa sallıyor ve pek çok bina yıkıldı. Üstelik yüksek dalgalar ülkenin içlerine kadar yayılıp, sel felaketlerine neden oluyor.
– İnsanlar yıkılan evlerin altında kalıp ölüyorlar, sel baskınları ise ne tarla bıraktı ne de meyve bahçesi. Ülkemiz yaşanmaz bir cehenneme döndü.
– Her çareyi denedik. Çeşitli ayinlerle ve kurbanlar sunarak tanrıların gazabını dindirmeye çalıştık, ama nafile. Ne yapmamız lâzım?
– Dünkü büyük ayinde başrahip, yıldızlara baktığını ve ülkemizin sonunun geldiğini, yakında sulara gömülüp yok olacağını söyledi.
– Bu gidiş devam ederse Başrahibin dediği gibi, ülkemiz yaşanmaz bir hal alacak. Belki de batacak. Acaba yelkenli gemilere binip yeni ülkeler aramaya çıkmalı mıyız?
– Ben de öyle düşünüyorum. Yarından tezi yok birkaç dost rahiple birlikte göç konusunu görüşeceğiz. Belki de yakında ülkemizi terk edip yeni ülkeler arayacağız.
– Haklısın, ya burada kalıp tüm halkımızla birlikte yok olmayı kabul edeceğiz veya denize açılıp yaşayabileceğimiz yeni ülkeler arayacağız. Bunca yıldan beri geliştirdiğimiz medeniyetimizin göz göre göre yok olmasına izin veremeyiz.”
Bu sohbet her ne kadar ütopik olsa da o dönemde gerçekleşmiş olabilir. Mu rahipleri küçük gruplar halinde göç etmek arzularını halka duyurup isteyenlere yelkenli gemilerinde yer verdiler. Yeterli sayıya ulaşınca da rahiplerle bir grup Mu halkı birlikte denize açıldılar. Doğuya göç edenler orta ve güney Amerika kıtasına, Batıya göç edenler ise Asya kıtasına ulaştılar. Gittikleri bölgelerde tapınaklarını inşa ettiler ve inanç sistemlerini yaydılar. Tapınakları geniş tabanlı inşa edip, göğe doğru yükseldikçe daralan yedi sekiz katlı yapılardı. En tepede de rahiplerin ayin yapıp tanrılara kurban sundukları bir bölüm bulunuyordu. Tapınaklarını piramit şeklinde inşa etmelerinin nedeni, terk ettikleri Mu ülkesindeki volkanlara benzetmek istemelerinden dolayıdır. Mu kültürünün merkezinde “Güneş Tanrı” yer alıyordu. Onlara göre ateş saçan volkanlar Güneş Tanrının veya tanrıların insanlara olan kızgınlıklarının görüntüsü idiler. Üstte, dünyanın çeşitli bölgelerinden piramit şeklindeki tapınakları görüyoruz.
Üstte görülen Beyaz Piramit Asya kıtasının düz ovasında inşa edilmiştir. Keza Orta Amerika’nın Yukatan bölgesi ve Mısır Çölü’nün Giza alanı da oldukça düz ve dağların bulunmadığı bölgelerdir. O bölgelerde yaşamış olan insanlar hiç görmedikleri dağlara benzer piramit şeklindeki yapıları neden inşa etmiş olsunlar? Maya kültürü neden insan kurban etmek gereğini duymuş olsun? Günümüzün arkeoloji ve antropoloji bilimleri bu sorulara mantıklı birer yanıt veremiyorlar ve sadece o kültürlerin birer özelliği olarak kabul edip, daha derine inmiyorlar.
Pasifik Okyanusu’ndaki Mu kıtasının batışı bir ütopya’nın (cennetin) distopya’ya (cehenneme) dönüşüm hikâyesidir. Yabani ve yırtıcı hayvanların bulunmadığı Mu kıtasındaki insanlar, mutlu ve huzurlu bir yaşam sürerlerken, volkanların püskürmesiyle ve depremlerin artmasıyla ülkelerinin yaşanmaz hale dönüştüğünü korkuyla ve şaşkınlıkla izlediler. Mu kıtasının varlığı henüz kanıtlanmamış dahi olsa, dünyanın çeşitli yerlerinde görülen piramitlerin varlığı, bilinen ve öğretilen tarihten farklı bir geçmişin var olabileceğini düşündürüyor. Mu kıtasından ilk söz etmiş olan kişi bir İngiliz subayı olan ve 1851 ile 1936 yılları arasında yaşamış olan James Churchward’dır. Churchward, Mu Kıtası ile ilgili “The Children of Mu” (1931), “The Lost Continent Mu” (1933) ve “The Sacred Symbols of Mu” (1935) adlı üç kitap yayınladı (Bu kitapları amazon.com sitesinden ısmarlamak mümkündür. Türkçe çevirisi için kaynak [1]’e bakınız). Bu kitaplarda günümüzden yaklaşık 50.000 yıl önce ‘Mu’ kıtasının doğal afetler sonucu battığını iddia etti. Ona göre, kıtanın batacağını anlayan rahipler, Asya kıtasında “Uygur” İmparatorluğu’nu ve Orta Amerika bölgesindeki “Maya” İmparatorluğu’nu oluşturdular. Altta görülen haritayı J. Churchward 1925 yılında çizmiştir. Haritada Mu kıtasının bir bölümü ve Asya kıtasında kurdukları “Büyük Uygur İmparatorluğu” görülüyor.
Uygur halkının Türk kökenli olduklarını ve Türkçe konuştuklarını bilen Atatürk, Churchward’ın kitaplarını getirtip incelemiştir. Asya Türklerinin kökeni ‘Mu’ kıtasından göç etmiş olan insanlar olabilir miydi? Öncelikle ‘Mu’ adının anlamı ne olabilirdi? Türkçe ‘ama’ ve ‘ana’ sözleri ile Mu adı arasında ne gibi bir bağ vardı? Orta Asya’dan göç edip dünyaya yayılan halkların dillerinde ‘anne’ kavramının benzer sözlerle ifade edilmesi tesadüf eseri olamaz. Türkçedeki ‘ana’ Sümercede ‘ama’, Eskimo dilinde ‘aema’, İsveççede ‘mur’, Latincede ‘mama’, Fransızcada ‘maman’, Farsçada “mader” ve İngilizcede ‘mother’ olmasını başka nasıl izah edebiliriz? Arapçada ‘amme’ sözünün ‘hala’ demek oluşu ‘ana’ kavramının evrenselliğine işaret ediyor. Bu ortak sözcükten hareketle, hem Ural-Altay dillerinin, hem Hint-Avrupa dillerinin, hem de Sami dillerinin ortak bir kök dilden türemiş oldukları anlaşılıyor. ‘Mu’ adı da batık kıtadan göç etmiş insanların anavatanını tanımlıyor olabilir mi? Zira Türkçede halen ‘anavatan’ ve İngilizcede ‘motherland’ sözleri kullanılıyor.
Dillerin kökenini araştıran dilbilimciler tüm kuzey yarımküre dillerine kaynaklık etmiş tek bir kök-dilin var olduğunu kabul ediyorlar. Fakat bu kök-dile ne isim verecekleri konusunda anlaşamıyorlar. Avrupalı dilbilimciler ‘Eurasiatic’ (Avrasya dil grubu), Amerikalılar ‘Borean’ (Kuzey Dilleri) adını tercih ederken, Rus dilbilimciler ‘bizim katmanımız’ anlamına gelen ‘Nostratic’ ve Macar dilbilimciler ‘Turanian’ (Turan dilleri) adını tercih ediyorlar. Bu kök dile verilen isim ne olursa olsun, Asya kökenli bir kök dilin dünya dillerine kaynaklık etmiş olabileceği görüşü her geçen gün kuvvet kazanıyor ve akademik ortamlarda destek görüyor. Bu kök dilin ilk dönemlerinde tek heceli kök sözcükler bulunuyordu. Kök sözcükleri korumayı başarmış olan tek dil grubu Ural-Altay dilleridir. Zira Ural-Altay dilleri bitişken, Hint-Avrupa ve Sami dilleri ise bükümlü dillerdir. Bükümlü dillerdeki sözcükler asıl şekillerini koruyamayıp değişmişlerdir. Dolayısıyla bükümlü dillerdeki kök sözcükler oluşturulup bir bakıma yeniden icat edilirken, Ural-Altay dillerinde kök sözcükler kadim anlamlarını ve şekillerini korumayı başarmışlardır. Eklemeli Asya dillerinden birçok dil ortaya çıkmış, zamanla farklı toplumlarda farklı isimlerle tanımlanmışlardır.
Tüm bu ilişkiler birer tesadüf eseri olabilirler mi? Dünyanın değişik yerlerinde aynı simgelere ve aynı mimari eserlere rastlıyorsak, hepsinin ortak bir inanç sisteminden ve ortak bir kültürden kaynaklandıklarını kabullenmek zorundayız. Altta sağda J. Churchward’ın kitap kapağındaki simgeleri ve solunda dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmuş olan benzer simgeleri görüyoruz.
Dünyanın değişik ve birbirlerinden çok uzakta olan bölgelerinde aynı simgeye rastlıyorsak, bunun mantıklı bir nedeni olması gerekir [2]. Kanımca hepsi de “Gök Tengri” (Gök Tanrı) simgesi oluyorlar. Zira bu simgeler, yukarıda sözünü ettiğim gibi, gökteki “Güneş Tanrı”yı temsil ediyorlar. Daire güneşi ve ortadaki artı işaret de, dört yöne hâkim olan Tanrı’nın gücünü simgeliyor. Tüm bu simgelerin Asya kökenli ortak bir kök kültürden ve inanç sisteminden kaynaklandıklarını iddia etmek, pek de fazla uçuk kaçık bir varsayım olmasa gerek.
Kaynakça:
[1] James Churchward , Batık Kıta Mu’nun Çocukları, Çeviren: Ercan Arısoy, Ege Meta Yayınları, 2008, İzmir.
[2] Servet Somuncuoğlu, Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler, At-Ok yayınları, 2008, İstanbul.