Okuma süresi: 22.12 mintues

“Cellatlar kurbanlarından yeni cellatlar yaratır”
A. Camus

Yaşadığımız günler beni yeniden Kafka’ya sürüklüyor. Çevremizde saçmanın iklimi var diyordu Camus. Bir yanda asla hangi gerekçelerle olursa olsun hoş görülemez bir vahşi terör diğer yanda aynı derecede vahşi ve anlamsız bir savaş. İki taraftan birini seçmek zorunda değiliz kuşkusuz ama bu uzak duruş sorunu çözüyor mu? “Kahrolsun Ladin”, “Kahrolsun Bush”, demek bir tutum almaktır ama artık bu tür sloganlar hiçbir çözümü çağırmıyor? Ne oluyor, geri planda ne var, dipten gelen dalga nasıl bir şey? Bizi ne bekliyor?

Farklı bir bakış açısı ile ben insanlık tarihi içinde akıl planında iki büyük devrim ya da köklü geçiş ayırt ediyorum. Mitostan logosa yani felsefî akla geçiş ve felsefeler çağı… Logostan rasyonel (ya da iktisadî) akla geçiş ve onu izleyen bilimsel teknolojik devrim yani modern çağ… Uçuk bir düşünce ile üçüncü bir devrimin bizi zorladığını söyleyeceğim. Akıldan akılötesine geçiş ya da dünyalılaşmış akla (logosa dönüş) ve kozmolojik çağ (Eros çağı)… Neden olmasın? Kimin söylediğini anımsamıyorum, ama hoşuma giden sözlerden biri şöyledir: “Akılcı olan şeye inanmak kolaydır, bunu herkes yapabilir, ama önemli olan akıldışı olana inanmaktır”.

İçine girilen savaşın geri plânını düşünerek ben bu savaşa “bilinçdışının savaşı” diyorum. Ekonomik fayda ve siyasî nüfuz etmeleri bu savaşta da rol oynuyor olsa bile savaşın yansımalarına baktığımızda daha farklı bir şeylerin kıpırdamakta olduğunu görebiliriz.

Oğul Bush “Yeni Haçlı Seferi” dedi. Sonradan geri aldıysa da tıpkı namludan fırlayan mermi gibi söz de ağızdan çıkınca bir kez hedefine yönelir. Bu söz bir işaretti ve bu işaret alındı. Sonuçlarını giderek daha açık seçik göreceğiz. Ladin de Allah adına savaşıyor ve uygarlıklar, dinlerfelsefeler arası savaş bu.

Soğuk Savaşın bitiminde batı ve özellikle ABD belirli bir stratejiden yoksun kaldı. Tüm stratejileri ve hattâ ekonomilerinin temeli komünizmi yani Sovyetler Birliği’ni çökertmekti. Yani kültürü, ekonomisi ve siyaseti “bir düşman varlığı” üzerine kurulu olan ABD, Sosyalist Sistemin çözülmesi ile şaşkınlığa düştü, motivasyondan yoksun kaldı. Ekonomisi hâlâ savaş ekonomisine dayanıyordu. Yâni ekonomilerinde silah ve silah teknolojisi üretimi ağırlıklı yer tutuyordu. Ürettiğinizi satmak zorundasınız. Bunun için piyasa gerekir. Silahın piyasası savaş alanlarıdır. Yoksa da yaratacaksınız.

Demek istemiyorum ki her şey ABD’nin temelsiz bir senaryosudur. Evet orta yerde ABD’nin bir senaryosu var, ama bu senaryo tümüyle gerçek dışı, temelsiz değildir. ABD tüm dünya ile ilgili sayısız enformasyon kaynaklarına sahip ve bu verileri işleyen sayısız araştırma kurumları var. Tarihin dibinden gelen değişmekte olan şey konusunda hiçbir seziye sahip olmadıkları düşünülemez. Bush’un yukarıdaki sözü ABD’nin kendine artık askerî ve siyasî yeni bir strateji çizdiğinin işareti. Bu strateji kanımca oldukça tehlikeli, insanlığın geleceği için.

Her gün Doğunun ve Güneyin yoksulları Batının sınırlarını zorluyor. Bu durum Batılı insanın rüyalarına karabasan gibi giriyor. Bu göç dalgasının nasıl önlenebileceği öteden beri tartışılıyordu, ama bir çözüm bulunabilmiş değildi. Sınırlarda alınan polisiye önlemler ve iltica koşullarının zorlaştırılması dışında. Ama bunlar yetersiz kalıyordu. Bu yoksulların karınca sürüleri gibi Batıyı istilâ etmeleri kurgu romanların bile konusu oldu. Batılı insan ciddî olarak korkuyor ve tepkisini yabancı düşmanlığı olarak ortaya koyuyordu. ABD’nin Haçlı Seferi savaş ilânı ile buna kendilerince bir çözüm bulunmuş gibi görünüyor. Dün Sosyalist Sistemin kendini Berlin Duvarı ile korumasını eleştiren ABD şimdi kendi de tüm batı için bir duvar örüyor. Ama bu duvar Berlin Duvarı gibi elle tutulur, bildik bir duvar değil. Füzelere karşı düşünülen kalkan şimdi yoksullara karşı kuruluyor. Bu “anti-yoksullar kalkanı” dinler, kültürler ve uygarlıklar arası “düşmanlık psikolojisi yaratma” girişimidir. Böyle bir şey gerçekleştiğinde korku ve güvensizlik atmosferi ile çevrilecek olan yabancı, göçmen batıda yaşayamaz hale gelecek ve gördüğü baskı ve aşağılanmanın yarattığı öfke ile buralarda yaşamak da istemeyecektir, bunu görenler ise batıya göçmeyi düşünmeyecek, aklına bile getirmeyecektir… Zengin dünya, yoksulları kendi kaderine terk etmek istemektedir. En azından alarm zilleri çalan ekonomik krizden çıkana dek. Uğursuz bir senaryo, ne kadar işlerlik kazanabilir günümüzün güçlü bir nesnel süreci olan globalleşme eğilimi altında, bilemem, bekleyip göreceğiz.

Ve nihayet doğu ve güneyin yoksul ülkeleri ve halkları açısından da durum farklılaşmıştı. Bilimsel teknolojik devrimin nimetlerine karşın Batı ile olan uçurum, eşitsizlik, adaletsizlik azalmamış tersine artmıştır. Enformasyon çağının getirdiği olanaklarla her gün TV’de zengin ülkelerin yaşam tarzlarını izliyorlar. Komünizm gibi bir umacı ile aldatılmalarının koşulu da yok artık. Bu insanların zenginlere karşı içten içe ya da açık öfke duygularının etkili bir güç olabileceğini düşünmemek safdillik olurdu Batı için. Yoksulların öfkesini haksız bulmak da tarihin mantığına ters düşer. Sömürge dönemini unutarak onlar da çalışıp zengin olsalardı demek tarihin kritik evrelerde fırsatların nasıl yer değiştirdiğini unutmak olur.

Şimdi şu ilginç yoruma göz atalım. Şok ve Üçüncü Dalganın yazarları olan Alvin ve Heidi Tofler ilginç bir tez ortaya atıyorlar:

“Yüzyıllardır seçkinler hep yoksulların ayaklanmasından korkmuş kendilerini buna karşı korumaya çalışmışlardır. «Birinci Dalga» olan tarımın ve «İkinci Dalga» olan sanayinin tarihi boyunca bu toplumlar hep kölenin, serfin, işçinin ayaklanmasından sıçrayan kan lekeleriyle doludur. Ama adem-i merkeziyetçi nitelikli, bilgiye dayalı «Üçüncü Dalga» toplumları, şaşırtıcı bir yeni gelişmeyle birlikte ortaya çıkmıştır. O da zenginlerin isyanı riskinin artmasıdır.” Tofler’ler özetle bilimsel teknolojik devrim çağında zenginlerin “fabrikalar ve bürolar daha az sayıda ve daha yüksek beceriye sahip insanlarla çalıştırılabilirken neden ordu dolusu aç cahilin yükünü taşıyalım” diye düşündüklerini söylüyor(1).

Hiç tercih etmem, ama Usame bin Ladin beklenen Mesih (!) olmasın sakın?

Özgürlükler Ülkesi Böbürlenmesinden Özgürlük Korkusuna

Zamanın ruhunu anlayabilmek için kimlerin ne dediği ilgimi çekiyor bugünlerde, farklı düşünürleri izlemeye çalışıyorum elden geldiğince. Burada değişik düşünürlerin bakışlarından bir tutam vermeye çalışacağım.

Daha 1995’lerde ABD politik strateji uzmanlarının önde gelenlerinin ikisi bugün izlenen yolu neredeyse tıpa tıp çizmişlerdi. Brzezinski ve Huntigton. Her ikisi de günümüzün yeni savaşlarının uygarlıklar, kültürler ve hattâ felsefeler arası bir savaş olacağını ve gerilimin fay hattının doğunun Konfüçyüs’cü ve İslâm uygarlıkları ile Batı arasında olduğunu, sınırın ise eski Doğu Roma sınırı (yani Anadolu) olduğunu söylemişlerdi. Huntington bu gerilime bir faktör ekliyor ve şöyle diyor: “O da batı liberalizminin kendine rakip olabilecek Marksizm-Leninizm gibi bir ideoloji olmaması nedeniyle çürümesidir”. Her ikisi de ABD toplumunun bir manevî boşluk içine düştüğünü vurguluyorlar ve dahası Brzezinski çok önemli bir şey söylüyor, diyor ki “Uygarlık tarihi boyunca tüm toplumlarca ve tüm dinlerce yıkıcı ve bozucu olarak görülmüş olan değerler, yâni açgözlülük, sefahat, şiddet, sınırsız bencillik, ahlâkî sınırlamaların yokluğu çocuklarımıza her gün sunulan şey olmaktadır. Eğer bu gerçek bizi telâşlandırmıyorsa dünya düzeninin lider ulusu artık onarılamayacak kadar bozulmuş demektir… Bu kendini kayıran, hedonistik, tüketim endeksli toplum dünyaya bir ahlâkî çağrı sunamaz”.

Evet, ABD yöneticileri solun ve demokratların on yıllar boyu kendilerine yönelttiği eleştiriyi şimdi kendi kendilerine yapıyorlar. Yukarıdaki özeleştirisel saptamalar çok yerinde, bu iyi, ama ürkütücü olan bu durumdan çıkardıkları ve/veya çıkaracakları sonuç ya da yeni stratejiler. Görelim:

Aynı stratejistler “bolluk toplumunun ve çok kültürlülüğün” ABD toplumu için artık tehlike olduğunu, liberalizmin değerlerinin de evrensel olmadığını ve yeniden gözden geçirilebileceğini ifade ediyorlar. Yıllardır bolluk toplumu olmakla ve çok kültürlülüğü ile ve de özgürlük rüyalarının ülkesi olmakla övünen ABD şimdi bunları bir tehlike olarak mı görüyor? Daha 1995’lerde söylenen bu sözlerle son terör eyleminden sonra ABD’deki farklı kültürlere yönelik saldırgan tutumların ve yeni haçlı seferi sözünün arasındaki paralellik yeni stratejinin ürkütücü ipuçlarını da veriyor(2).

Bir başka düşünüre kulak verelim, Japon Takeşi Umehara:

“Avrupa’da doğmuş olan modernizm şimdiden kendini tüketmiştir. Böyle olunca modernizme dayalı olarak oluşmuş toplumlar da çökmeye mahkûmdur… Batı Avrupa ülkeleri kendi uygarlıklarının ilkelerini diğer ülkelere zorla kabul ettirmekte güçlük çekmektedirler. Dünya insanlarının bu koşullarda yapması gereken şey, Avrupa uygarlığının ilkelerinin aslında ne olduğu konusunda net fikirler edinmek, o ilkelerin bugün etkili olmamasının nedenlerini saptamak ve eğer Avrupa dışı uygarlıkların gerçekten bir önemi varsa, bunların hangi ilkelerinin Avrupa uygarlığındaki kusurlara çare olacağını soğukkanlılıkla değerlendirmektir… Bu gün ihtiyaç duyduğumuz etik, en büyük değeri bireyin mutlak haklarına değil, hayatın devamına, uygarlığın devamına, türün devamına ve gezegenin ekolojik sistemine vermek zorundadır… Kuzeyde ve güneyde tüm ırkların bir arada olabilmesi için yeni ilkelere ihtiyacımız vardır. İnsanlar arasındaki tahakküm ve itaate alternatif getiren bu ilkelerden biri de «biraradalık»tır. Şu anda hangi ilke bundan daha gerekli olabilir ki? …hayat-ölüm ebedî döngüsü… Evet bu belki ilkel bir felsefe olabilir, ama bunun iyi yönlerini gözden geçirmenin zamanı gelmiştir. Modern bilim, tüm hayatın temelde tek olduğunu artık ortaya koymuş, yaşayan varlıklarla onların fiziksel çevrelerinin bir tek eko sistemin parçaları olduğunu göstermiştir. Ayrıca birey ölse bile genlerinin gelecek kuşaklara geçtiğini, bunun kalıcı bir yeniden doğuş döngüsü yarattığını biliyoruz. Daha da önemlisi, insan nesli sonunda ancak diğer canlılar, hayvanlar ve bitkiler dünyası ile «barış içinde bir arada var olarak» sağ kalabileceğini anlamış bulunmaktadır”.

Bir de Fransız sosyal eleştirmeni ve iyi bir Amerikan gözlemcisi olan Jean Baudrillard’ı dinleyelim:

“Tıpkı geçmişin ilkel toplumları gibi, Amerika’nın da bir geçmişi yok. Yüzyılların anlamını biriktirmiş, gerçeklik ilkelerini geliştirmiş bir«atalar diyârı» yok. Kısacası Amerika’nın kökleri ancak gelecekte…  Kendisini yansıtan aynalayan bir düzeye sahip değildir, mutsuzluk bilincinin uygarlaştırıcı düzeyine sahip değildir, mutsuzluk bilincinin uygarlaştırıcı düzeyine sahip değildir, çünkü bunlar tarihle gelir, sembolik olanla gerçek olan arasına bir mesafe koyar. Amerika’nın naif ve ilkel niteliklerinin nedeni, işte bu mesafesizlikten, bu ironik düşünememe olgusundan kaynaklanır. İroni bilinmediği zaman hayalle gerçek birleşiverir, birbirinden ayrılamaz olur. Amerika ideal bir dünyayı sıfır malzeme ile yaratmış, sinemada sunmuştur… Kıyılarından çok uzaklarda olan tarihten korunan Amerika tüm dünyaya karşı kayıtsızdı. Kendi sınırları içinde o radikal kayıtsızlığı, her türlü farklılığa hoşgörü şekline dönüştü… Tarihin gidişi ileriye doğru olan rotasını saptırdı. Bu noktadan sonra iyi ya da kötü her şey olabilir gibi gözüküyor. Geçmişte yaşayamayız, ama bir projemiz de yok. Her geçen gün beklenmedik olaylarla dolu: terörizm, AIDS, elektronik virüsler… Rota haritalanmamış. En azından Avrupa, taklit Araf’ta hâlâ sağ. Hâlâ köklerin kaybedilmesinin hüznünü duyabiliyoruz. Amerikalılar taklit cennetteler, hafiflemiş durumlarına alışmış, onu bir hayat biçimi olarak kabullenmiş rahatlamışlar… (Bu rahatlık artık bozuldu. N.Y.)(3)”.

Şimdi de Octavio Paz konuşuyor:

“Ben batı uygarlığının çocuğuyum… Ama  bence biz Batı’da Doğu’nun binlerce yıl önce keşfettiği şeyi daha yeni keşfediyoruz… Şu an için bizim gelecek vizyonumuz farklıdır. Geçmişi sindirme, ama ondan kopmama yolumuz vardır… Modern toplumun önemli bir düzenleniş ilkesi de «gelecek» fikri olmuştur. Her uygarlığın zaman konusunda farklı bir fikri vardır. Ortaçağ toplumları için önemli olan şey ebediyetti, zamanın dışındaki zamandı, bir de geçmişti. Onlar geleceğe inanmazlardı. Dünyanın çok geçmeden yok olmaya mahkûm olduğunu çok iyi bilirlerdi. Amaç insanın kendi ruhunu kurtarmasıydı, dünyayı kurtarmak değildi. Ama modernlikte farklı kavram oluştu. Kurtarılması gereken bireyin ruhu değil, insanın nesliydi ve o da «ilerleme» ile kurtarılacaktı… Şimdi artık «ilerlemeye» olan inancımızı da kaybettik, şimdiki zamanı keşfettik. Geleceğe ulaşmak için girişilen totaliter hamle çöküverdi. Açık bir geleceğin büyük diyarı Amerika Birleşik Devletleri bile bugünün diyarı haline geldi… Bu ölçüsüz zaman iyimser bir şey değildir. «Cennet bugün»ü öneren bir şey değildir. Gelecek kültürünü sahiplenen modernliğin inkâr ettiği ölümü, bu kabul etmektedir ama aynı zamanda hayatın yoğunluğunu da kucaklamaktadır. Bir tek anın içinde insan yapısının hem karanlık hem de ışıklı yanı bir araya gelmektedir. «An»ın paradoksu, bunun aynı zamanda hem zamanın tümü olması hem de hiç zaman sayılmamasıdır. Var olmakla olmamak arasındaki denge noktasıdır… An dediğimiz şey, zamanın öteki yanına (ebediyete) açılan penceredir… Şimdi kurmamız gereken, o birleşme anın estetiği ve şiir değil, zaman ve gerçekliğe bu tür bakıştan doğan etik ve siyasettir… Yeni uygarlığın etik temelleri bu özgürlüğü hayalsiz yaratıcılığı yüceltecek, şimdiki zamanın çoğulculuğunu korumaya çalışacak… Olağanüstü çeşitliliğimiz içinde birleştirici iplikleri aramamız bulmamız gerekir. «An» bence bu yeni birliğe doğru bir çıkış noktası olabilir. Uygarlığımızın büyük anlatılarının (Hristiyanlık, Marksizm, Liberalizm) enkazı arasında bir yerde, bu yeni maneviyat doğacaktır”(4).

Doğu, Batı, İslâm ve Hristiyan meselesiyle bizzat yaşanmışlıktan çıkarak gözlemlere varmış olan, deneyi olan ve bu konuda düşünmüş olan yazarlar bu gün dünden daha çok ilgimi çekiyor. Bunlardan biri olan Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabındaki düşünceler hemen hemen benim düşüncelerimi de yansıtıyor. Bu günlerde okunması yerinde olacak bir kitap bu. Bir kaç alıntı yapmak istiyorum bu kitaptan. Hatırlatmak isterim ki Amin Maalouf Lübnan’lı bir Hristiyan aileden ve Müslümanların içinde yetişmiş, sonra Fransa’ya yerleşmiş ve uzun süredir orada yaşayan, kitaplarını Fransızca yazan bir yazardır. Kendisine sıklıkla “daha çok Lübnan’lı mı, yoksa Fransız mı hissediyorsun” sorusuna “her ikisi de” yanıtını verdiğini, içtenlikli olarak gerçek duygusunun bu olduğunu söylüyor. Şimdi ondan kısa alıntılar yapalım:

“Çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla yer veriliyor, halkların ve tarihin dinler üzerindeki etkisine ise yeterince yer verilmiyor… İslâm söz konusu olduğunda, kimileri Müslüman toplumların yaşadığı ve hâlâ yaşamakta olduğu bütün dramlardan onu sorumlu tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu görüşü sadece haksız olmakla suçlamıyorum, dünyadaki olayları tamamen anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum… Sonunda modernleşebileceği keşfedilmeden önce, Hristiyan’lık hakkında da yüzyıllarca benzer şeyler söylendi. Ben İslâmiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum. Engizisyoncuların odun ateşinin ya da ilâhi hakka sahip monarşilerin Hristiyan’lığın ayrılmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çıktıysa, Cezayir’de Afganistan’da, az çok her yerde karşımıza çıkan şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu manzaranın da İslâm’ın özüne has olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman, çok zaman, belki de birkaç kuşak geçmesi gerekeceğine inanıyorum”.

“Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir, ama bu iki rakip dinin bir blançosu yapılacak olsa İslâm hiç de fena görülmez. Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hristiyan olmak yerine, Hristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hristiyan edildiler”.

İşin karikatürü bir yana, sorun en ciddî biçimde sorulmayı hak ediyor. Gerçekten de dünyalılaşmanın hemcinslerimizin büyük çoğunluğunun gözünde herkes için zenginleştirici müthiş bir karışım olarak değil yoksullaştırıcı bir tektiplilik ve kendi öz kültürünü, kimliğini, değerlerini korumak için mücadele edilmesi gereken bir tehdit gibi göründüğü son derece şaşırtıcı bir çağdan geçiyoruz… Dünyalılaşma bizi tek bir hareketle, biri gözüme hoş, diğeri kötü gelen birbirine zıt iki gerçekliğe doğru sürüklüyor, yani evrenselliğe ve tek tipliliğe… Ben kendi payıma bir birinden farklı iki yol olduğuna inanıyorum. Çileyi hemen çözmek istemek hayalcilik olurdu, ama çileden ilk ipliği çekmeye çalışılabilinir”(5).
“İslam ile demokrasi yan yana olabilir mi?” Bir süredir ülkemizde de bu konu sıklıkla ele alındı, ama derine inen çözümlemeler pek az oldu. Karanlık Aczimendi ya da bilmem ne görüntüleri sağlıklı tartışmaları gölgeledi. Konu bugün çok daha güncelleşmiş bulunuyor. Konuyu tartışanların ilkin sorması gereken soru kendi kafamda bunları yan yana düşünebilecek çoğulcu bir konsept var mı sorusu olmalıdır. Zira nesnel tarih yoktur, ama tarihe nesnel yaklaşmak günümüzün kanımca en yakıcı sorunudur.

Tarihin Dayanılmaz Ağırlığı

İnsanlık tarihi ne yazık ki hâlâ kin ve öfke birikimlerinin tarihi olma niteliğini sürdürüyor. Bu durum dayanılmaz bir ağırlık yüklüyor insana. Antropoloji ile tarih arasındaki sınır aşılmadıkça da öyle olmaya devam edecek görünüyor. Bunun anlamı tarihe nesnel yaklaşamamaktır. İnsanlık kişilikleri gözardı edip tarihte kendine bir kimlik (yani kendini var edeceğini düşündüğü değerler bütünü) aradığı sürece, tarihî araçsallaştırdığı sürece tarihe nesnel yaklaşmak olanaksız. Hiçbir insan geri, ezilmiş, değersiz bir kimliğe sahip olmak istemez. Her ulusun resmî tarihine baktığımızda en büyük onlardır, hiç hata yapmayan onlardır. Her ulus iyi, doğru ve yüce ise nasıl oldu da toplam olarak insanlık barbarlık noktasında hâlâ?

Tarihten öğrenmek aynı zamanda tarihten etkilenmek, o ağır yükü istemeden de olsa sırtlanmak oluyor. Gerekli olan şey tarihin dayanılmaz ağırlığını hafifletecek nesnel eleştirici düşünceye varabilmektir. Bu açıdan insanlık kültürü hayli zengin bir entelektüel birikime sahiptir.

Şu üç temel kavramla hesaplaşmak gerektiğini düşünüyorum: Uygarlık, ilerleme ve temporal zaman anlayışı.

Uygarlık konusunda şu tanımı benimsiyorum; Uygarlık rasyonelleştirilmiş bir akıldışıdır. Aşırı gelişmiş bir egodur. Biliriz ki ego içimizdeki doğayı bastırır, egemen olmak ister ona. Duygularımızın yargılarımızı etkilemesini engellemek ister. Ahlâkî, siyasî, hukukî değerler de süperego olarak bastırma rolü oynar.

Afrika cangılında çıplak dolaşan zenciyi uygarlaştırmak demek ilkin giydirmek demekti. Bu zenci ceket ve pantolon giymekle kalmaz, onlarla birlikte ceketin ve pantolonun tarihini yani batının tarihini de giyinmek zorunda kalır. Hristiyan misyonerler ceket ve pantolonun yanısıra bir de İncil verdiler. Yabancı dille birlikte batı tarihini öğrettiler. Afrikalı için giyinmek aynı zamanda kendi kendi olduğu değerleri (diyelim ki çıplaklığı) bastırmak demekti. Zira buraya kendi doğal evrimi içinde varmamıştı. Bu nedenle ABD’nin gökdelenlerinin koyu gölgesinde yapılan modern bir cazzda çıplaklığın – ki bunu bir simge olarak kullandığımı söylemem gereksiz – özgürlük tınısı yansıması olamazdı. Egonun bastırmalarının müzik yoluyla aşılmasıdır bu.

Freud aynı temelde yaklaşarak uygarlık konusunda neredeyse iç karartıcı, ama geçerli olduğunu sandığım bir saptama yapar. İnsanlık iç dürtülerini ne kadar bastırırsa o kadar uygar olur der.

“Uygarlığa yönelik en büyük tehditlerden biri ve en büyük şiddet kullanımı olan savaşın uygarlık tarafından bastırılmış saldırganlık dürtüsünden enerjisini aldığını söyler”(6).

İşte örneğin çıplaklık dürtülerini bastırmak uygar olmak demek olur. Zenciyi giydirmeye çalışan uygar batılı öte yandan çıplaklar kampı ile, gece klüplerinde striptiz gösterileri ile kendi bilinçaltı çıplaklık dürtülerine yol vermeye çalışıyor. Ne oluyor? Batının kendi değer ölçüleri içinde çıplak olmak uygarlıktır, ama onlara göre bir alt kültürün ölçüleri içinde olursa uygarlık dışı. Öyle midir gerçekten? Çıplak dolaşan Afrikalı zenci için çıplaklığın bastırılmış erotik bir çağrısı yokken çıplaklar kampının ya da striptiz gösterilerinin çok açık ki belirgin bir erotik çağrısı vardır. Bu da belki önemli değildir, ama bu erotizm, erosun metalaştırılması olmuştur aynı zamanda. Uygarlığı bir yana koyalım, ama gerçekte zavallı olan kimdir? Şöyle desek yanlış olur mu? Uygarlık cennetten kovulan ademin yapay cennetler yaratma çabasıdır, ama aradığı şey yine o ilk cennet ve bilinçaltı dürtüsü oraya geri dönmektir.

Karnını doyurmak için her canlı gibi insan da bir başka canlıyı öldürür. Bunu şiddet dürtüsü ile yapmaz. Ne var ki doğal gereksinimlerini karşılamanın ötesine geçen bir öldürme eylemi açıkça şiddettir. İnsanlık tarihi aynı zamanda şiddetin bir kültür haline gelmesi tarihidir. Bugün genetik biliminin yardımı ile öğreniyoruz ki sürekli tekrarlanan eylemler genetik kodlarla insanın doğasını oluşturuyor. Bugün doğamızda şiddet var. Şiddeti yalnızca öldürme, terör olarak anlamazsak, çocuk üzerinde ana-baba, kadın üzerinde erkek, doğa üzerinde insan hegemonyası tam olarak şiddet kültürünün yansımalarıdır. Hattâ klasik demokrasinin çoğunluk ve temsil ilkeleri de şiddettir ya da gizlenmiş, örtülü şiddet. Her birimiz kendi iç derinliklerimizde şiddet dürtülerini her gün yakalayabiliriz.

Öyleyse tarihin dayanılmaz ağırlığını hafifletmek demek ahlâkî, hukukî, dinsel değer yargılarının (ki bunların hepsi tarihdir) dışına çıkarak tarih yükü taşımayan bir alanda yeni değer yargılarını oluşturmaya çabalamaktır. Bu alan ahlâkın değil, etiğin alanıdır.

Bu alana girebilmek ve yeni etik değerleri yoklayabilmek için ilerleme ve zaman kavramları ile de hesaplaşmak gerekiyor. Bu konuyu zamansızlıktan dolayı zaten uzamış olan yazımı daha çok uzatmamak amacı ile gelecek yazıma bırakıyorum.

Spinoza’ya göre gerçeklik hakkındaki bilgimiz yeterince derinleştikten sonra logostan başka bir şey olmayan bu evrene duyduğumuz aşkın dışındaki bütün korkular ve küçük tutkular silinip gidecektir.

Ne güzel ki umutsuzluk sisleri içindeyken her zaman umuda sis çanı çalanları varolmuş insanlığın. Bizler de umuda bir sis çanı olabilir miyiz, ne dersiniz?
Kaynaklar:
(1-5) Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.
(6) Haluk Sunat, Birey Sorunsalı, Papirus Yayınları, 1999


 (1) Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.

 (2) Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.

 (3). Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.

 (4) Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.

 (5) Yüzyılın Sonu, Koçunisys Yayınları 4, 1996.

 (6) Haluk Sunat, Birey Sorunsalı, Papirus Yayınları, 1999..

Nabi Yağcı
+ Son Yazılar