Okuma süresi: 20.36 mintues

Yeni Platonculuk nedir?

Bunu anlayabilmek için öncelikle Platon’u biraz tanıyalım.

Platon M.Ö. 427-347 yıllarında yaşamış olan Antik Yunan filozofudur. Gençlik yıllarında Sokrates ile tanışıp öğrencisi olur ve ondan felsefi eğitim alır, daha sonra Doğu felsefesini de araştırmak için Mısır’a gider ve 12 yıl boyunca orada kalır. Atina’ya döndüğünde ise, Atina’da savaş kahramanı olarak anılan Akademos’un isminden esinlenerek Akademia adı altında bir felsefe okulu açmıştır. Günümüzde kullandığımız Akademi kelimesinin de kökleri buraya dayanmaktadır. Platon, matematik ve felsefenin temelleriyle eğitim verdiği Akademia’da tanıştığı Aristoteles’in de öğretmeni olmuştur.

Platon, günümüze kadar ulaşan birçok önemli eserler yazmış, Batı ve din felsefelerine ışık tutmuşve kendisinden sonra gelen birçok filozofu da etkilemiştir. Çünkü Platon’un felsefesinde mistik bir gizem vardı. Yüzyıllar sonra bu gizemin derinliklerine inebilen filozoflar, Platon’u yeniden ruhlandıracak ve onlara da “Yeni Platoncu” ismi verilecekti.

Yeni Platonculuk nasıl başladı?

Biraz tarihinden bahsedecek olursak; Platon’un ölümünden yaklaşık olarak 15-20 yıl sonra, Büyük İskender M.Ö. 330’lu yıllarda Doğu’ya doğru seferler başlatır. İskender gittiği her yerde Grektekine benzer şehirler inşa ettirir ve böylece Yunan kültürünü yayar, Doğu, Batı kültürüyle tanışır. İnsanların inanış, kültür ve felsefi düşünceleri birbirleriyle karışarak bir sentez oluşur ve bu döneme de Helenistik dönem adı verilir. Bu dönem M.Ö. 4. yüzyılda başlayıp 7. yüzyıla kadar yaklaşık 1000 yıl sürdü. Helenistik dönemin ilerlemesiyle ve bu kaynaşmanın da artmasıyla birlikte ise insanlarda kuşkuculuk ve şüphecilik ortaya çıkmaya başladı. Çünkü insanların kafaları karışmıştı, Batı’dan gelen bu yabancı kültür sayesinde insanlar inançlarını sorgulamaya başladılar; acaba kiminki doğru derken hangi dine inanacaklarını şaşırmışlardı.

Bir yandan Pythagoras, Platon, Aristoteles gibi düşünürlerin felsefeleri tartışılıyordu. O döneme kadar Epikürcü ve Stoacı felsefeler de ciddi anlamda benimsenmeye başlanır. Ancak o dönem savaşlar devam ediyor, insanlar kıtlıktan kırılmış, salgın hastalıklardan bunalmış durumdalar ve ruhsal çöküntü yaşıyorlar. Dışsal olan inanışlardan tatmin olamıyorlar çünkü duygusal ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak istiyorlar. Stoacılık ve Epikürcülük, manevi yaşamdan ziyade daha çok dünya işleriyle ilgili birtakım tavsiyeler verdiği ve ahlaki kurallarla ilgilendiği için bu akımlar da yerlerini kaybediyorlar, böylece aradan yaklaşık 500 yıl geçmiş oluyor. İnsanlar İsa’nın kurtuluş müjdesine kulak vermeye başladıkları için Hristiyanlık iyice yayılıyor ve toplum içsel dinlere ilgi duymaya başlıyorlar. İşte o zaman onların imdadına “Yeni Stoacılık” yetişiyor ve yıkıma uğrayan Doğu dinleri ve Batı’nın aklı arasındaki köprüleri tamir ediyor.

Amonius Sakkas M.S. 175-242 (Çuval Hammalı)

Bu akımın kurucusu olarak görülse de kendisi hiçbir yazılı eser bırakmadığı için onun öğrencisi ve aslında canlı eseri olan Plotinus’un Yeni Platonculuğun kurucusu olduğunu söyleyebiliriz.

Hristiyanlığın yayıldığı o dönemlerde, Ammonius Sakkas, ailesi Hristiyan olmasına karşın, kendisi aradığı cevapları Hristiyanlıkta bulamamış ve bu soruların cevaplarını ararken ezoterik felsefeye merak salmıştır. 30 yıl boyunca ezoterik felsefeyle ilgilenmiş, başta önemli Antik Yunan filozofları olmak üzere felsefi düşünce sistemlerini araştırmıştır.

Ammonius, çok etkili bir filozoftur. Muhtemelen 3. yüzyılın başlarında, İskenderiye’de bir okul kurar. Bu okulda tam da insanların ihtiyacı olan manevi hayat ve ruhun arınması, entelektüel gelişimden daha önemli görülüyordu. Zaten bu okula gelenler de felsefe alanında kendilerini yetiştirmiş̧ olan insanlardı. Onların bu okula gelme amacı yetkinleşmek idi. İşte bu dönemde yine Ammonius gibi dönemin varolan inançlarıyla tatmin olamayan ve İskenderiye şehrine gelen Plotinus ile Ammonius’ın yolları böylece kesişir (Yine Plotinus’un öğrencisi olan Porfirios ve onun da öğrencisi olan İamblikhos bu akımın en önde gelen filozoflarıdır).

Plotinus Hayatı ve Kişiliği  (204-270)

Plotinus 204-205 yılında Mısır’da, büyük bir ihtimalle Lycopolis’de doğar. Ancak onun Mısır kökenli olup olmadığı çok net değildir. Onun doğum tarihini bilmememizin sebebi kendisinin bundan hiç bahsetmiyor olmasıydı. Sebebi ise kendisine karşı doğum günü kutlamaları ve sunaklar sunulması gibi etkinliklerin yapılmasını istemezmiş, ancak geleneksel hale gelmiş olan Sokrates ve Platon’un doğum günlerini herkesle birlikte kutlar ve ziyafetler verirmiş. Hali vakti iyi bir ailede dünyaya gelen Plotinus, sekiz yaşından itibaren gramer eğitimine başlar. Okuma, yazma, matematik öğrenir. Şiire karşı ilgisi bulunmakta ve ezberlemektedir. Plotinus, gençliğinde hareketli, hoşgörülü ve yaratıcı bir kişiliğe sahiptir.

Yirmi yedi yaşına geldiğinde felsefeye yoğun bir ilgi duydu: O dönemde parlayışta olduğu için nam salmış üstatların bulunduğu İskenderiye’ye yönlendirildi. Fakat o, [nam salmış] bu üstatların derslerinden hoşlanmadı, hevesi kırıldı. Arzu ve öfkeyle karışık duygularını bir arkadaşına açtı ve arkadaşı ona daha öncesinden tanımadığı biri olan Ammonius’u önerdi. Plotinus gitti; bir ders dinledi ve arkadaşına “İşte aradığım adam bu,” diye haykırdı.

11 yıl boyunca Ammonius Saccas’ın yanında bulunur ve onun en yakın dostu olur. Kendisinden birçok ders alır. Antik Mısır ve Yunan filozofları, Pythagoras, Platon, Aristoteles gibi filozofları ve bunların yanı sıra Stoacı ve Epikürcü felsefeleri araştıran Plotinus, Platon’un felsefesinden derinden etkilenmiştir.Saccas’ın yanında ezoterik felsefi eğimini aldıktan sonra o da Platon gibi Doğu felsefelerini öğrenmek ister. Nitekim Plotinus, İmparator III. Gordion’un Perslere karşı hazırlamış olduğu orduya katılır. Canı pahasına öğrenmek istemektedir. Bu savaşta imparator III. Gordion ölür, Plotinus ise güçlükle kurtulur ve Doğu seyahatlerine yönelik planından vazgeçip Roma’ya yerleşerek burada “Yeni Platonculuk” adında bir okul kurar. Kendi felsefesi üzerine dersler verir fakat o da hiçbir şey yazmaz. Burada aslında öğretmeni olan Ammonius’a da ne kadar benzemiş olduğunu görebiliriz ancak, kendi düşüncelerini daha sonra yazmaya başlayacaktır.

Hümanist bir kişiydi. Önce kendisi için sonra da başkaları için yaşamıştır. O, evini arkadaşlarına, çocuklara, diğer insanlara açıyor ve onlara elinden geldiğince faydalı olmaya çalışıyordu. İnsanlar Plotinus’a sık sık bir yardım ve tavsiye isteme amacı ile başvururmuş, bir çeşit manevi rehber gibi görüldüğü söylenebilir. Böyle iyimser davrandığı için de Plotinus’un pek çok dost edindiği söylenmektedir. Hatta Kendisi Roma’da “Tinsel Direktör” olarak anılıyordu.

“Yeni Platonculuk” okulundaki dinleyicileri arasında çok önemli ve etkin kişiler bulunmaktaymış. İmparator Gallienus ve İmparatoriçe Salonina’dan yakın ilgi ve değer görüyormuş. Gallienus bir ara Campania’da Platon’ un idealindeki Devlet’i kurması için Plotinus’a toprak vermeyi düşünmüş, fakat imparatorun yakınları, danışmanları onu bu isteğinden vazgeçirmişler.

Plotinus, 59 yaşına geldiğinde Porfirios ile tanışıyor. Ondaki bu entelektüel birikimi gören Porfirios, bakıyor ki Plotinus sadee 21 tane eser yazmış, onu daha fazla yazması için teşvik eder. Yunanca bilen Plotinus, nihayet Yunanca yazılar yazmaya başlar ve beş yıl içerisinde en önemli ve yaratıcı eserleri ortaya çıkar. Bu eserler, onun kurmuş olduğu okulda yürütülen tartışmalardan doğuyordu.

Plotinus, yaşamının daha geç dönemlerinde özgün, eleştirel ve felsefî bir zihne sahip olmakla beraber, görme duyusu zayıflamış̧ bir mistiktir. Sürekli ve spontane bir tarzda aklına gelenleri yazarak kendi düşünce zincirine dalıp gitmekten çok hoşlanırdı. Fakat ne yazık ki onun görme gücündeki zayıflık neticesinde okuma ve yazmakta güçlük çektiği için bu durum onun yazdığı metinlerin anlaşılmasını zorlaştırıyordu.

Plotinus felsefî tartışmaları yazmaktan daha çok severdi. Öyle ki ruh-beden ilişkisi konusunda Porfirios ile üç gün boyunca tartıştığı bile olmuştur. Son 25 yılını Roma’da geçirir. Plotinus 66 yaşındayken ölüm döşeğinde bir arkadaşına; İçimdeki tanrısal tözü azad etmek için uğraşıyorum,” der ve utandığı bedenine veda eder.

O, çocukluğundan ve kendinden bahsetmekten hoşlanmazmış. Bu sebeple, Plotinus’un hayatına, kişiliğine ve felsefesine dair bilgileri, öğrencisi ve filozof olan Porfirios tarafından öğreniyoruz.

Porfirios, hocası Plotinus’un hayatını ölümünden 28 yıl sonra 298 yılında “Plotinus’un Hayatı” (Life of Plotinus) adlı bir eser çıkartır. Bunun yanı sıra Plotinus’un büyük çaplı eserlerinden bazılarını toplamda 54 olmak üzere, dokuzluklar şeklinde 6 gruba bölerek bir araya getirir. Porfirios, Enneads başlığını taşıyan dokuzlu gruplar halindeki bu seriyi kronolojik bir sıralamadan ziyade tematik bir düzenlemeye tabi tutmuş̧ görünmektedir. Bu sistematiğe göre dokuzluklar, maddi olandan tanrısal olana, somuttan soyuta doğru hareket eder. Yani insani meselelerle başlar, fiziksel dünya ile ilgili çeşitli konulardaki tartışmalarla devam eder, sonra da ruh, bilgi ve anlaşılabilir gerçeklik ve son olarak her şeyin ilk prensibi “Bir” hakkındaki düşüncelerle sona erer.

Plotinus’un düşüncesi, yaklaşık 800 yıllık felsefî ve entelektüel birikimi içerisinde barındırır. Çünkü o, Pythagoras’ın, Heraklitos’un Empedokles’in Anaxagoras’ın, Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in, Stoacılar ve Epikürcülerin adlarını anmaktan geri durmaz. Fakat o, hepsinden önce kendisini Platon’un takipçisi olarak görür. Zira Platon gibi Plotinus da insanın manevi yaşamının maddi yaşamından daha önemli olduğunu düşünürdü. Bu görüş̧ onları Aristotelesçilerden, Stoacılardan, Epikürcülerden ve Hristiyanlardan ayırıyordu.

Plotinus’un felsefesinin en belirgin özelliği mistisizmdir. Çünkü Plotinus’ta amaç, düşüncenin de ötesine geçmek ve içkinlikten çok aşkınsal olana ulaşmaktı. Plotinus’un felsefesinde Tanrı, varlığın ve düşüncenim ötesinde olduğundan Tanrı’ya ulaşmanın yolu mistik deneyimlerden geçer. Plotinus Bir’den Tanrı’yı kastettiğine göre Tanrı, evrenin kaynağı olmuş̧ olur. İşte bu bakımdan Plotinus’ta hem dinî ve hem de felsefî bir esin söz konusudur. Ayrıca o, felsefesini kurtuluş̧ öğretisine dayandırmakla da dinî ve felsefî bir yol izler. Felsefesindeki temel gaye ruhun kurtuluşu olmakla birlikte evren hakkında felsefî akılsal bir açıklama getirir. Bu yüzden Plotinus’ta Doğudaki dinsel evren tasavvuru ile Batıdaki felsefî evren tasavvuru bir araya gelir. Dönemin tüm dinlerinin bütün ritüel ve ibadetlerini şekilsellik olarak görüyor. Plotinus’a göre ama amaç, ruhun kurtuluşu, yani ruhun özüne kavuşması olduğu için felsefeyi bu esas gayeye ulaşmak adına bir araç olarak görülür. Aslında bir anlamda felsefe ruhun kurtuluşuna hizmet etmiş olur.

“Bir bedenim olduğu için utanıyorum”

Plotinus’a göre ruh, tanrısal dünyadan maddesel dünyaya düştüğü için mutsuzdur. Bu dünyada bir beden içerisinde bulunmaktan utanan ruh tanrısal dünyaya geri dönmek ve Bir’le birleşmek istemektedir. Nitekim ruh ölümle birlikte tanrısal dünyaya geri dönecektir. Fakat eğer ruh, kendisine sonradan bulaşan kötülükleri temizleyebilirse ölmeden önce bile Bir’e ulaşabilir ve onunla birleşebilir. Ve ruh, bu manevi yolculuğunun sonunda kurtuluşa ve mutluluğa kavuşur. O halde Plotinus’ta ruhun geldiği yere yani Tanrı’ya ulaşmasının yolu arınmadır. Peki, ruh Tanrı’dan nasıl ayrılmış̧, ondan nasıl ayrı düşmüştür? Bunu anlamanın yolu, Plotinus’un varlık anlayışını, metafiziğini anlamaktan geçer. Zira ruh da diğer varlıklar gibi Bir’in taşmasıyla meydana gelir ve bu taşma hiyerarşik bir yapı arz ettiğinden ruh Tanrı’dan uzak düşmüş̧ olur.

İnsan ve Ahlak:

Plotinus, yetenekleri bakımından üç tip insandan söz eder. Plotinus’a göre her insan zekâdan önce duyu deneyimini kullanır. Fakat bazı insanlar duyu izleniminde kalırlar ve duyu nesnelerinin hayatlarındaki ilk ve en son şeyler olduklarına inanırlar. 2. grup bayağı nesnelerin biraz üstüne yükselebilen insanlardan oluşur. Fakat en üst noktayı görmeye onların da gücü yetmez. 3. grup insan tipi vardır ki onlar, “güçlerinin üstünlüğü ve görüşlerinin keskinliğiyle tanrısallığa erişmiş” insanlardır. Onlar bulutların ve dünya karanlığının üstüne yükselirler; bütün dünya nesnelerine yukarıdan bakarak orada ikamet ederler.

Plotinus’ta varlığın her bir aşamasına karşılık gelen insan tiplerinin olması, makro kozmostaki hiyerarşik yapının aynısının insani düzlemde de var olduğunu gösterir. Fakat burada bir zorunluluk değil, tamamen iradi bir durum söz konusudur. Yani insan ruhlarının, yukarıda izah edildiği üzere üç mertebeden birine ait olması insanların kendi eserleridir. Aslında insan ruhları, başlangıçta “Tanrı’nın bilincine sahip göksel ruhlar” iken, daha sonra bencil bireyler olmaya karar verenler tanrısal hayattan koparlar ve böylelikle tanrısal mertebeden dünyevi mertebeye düşerler.

Erdemlerin insan hayatı açısından anlamı ve önemi olduğuna dikkat Plotinus, dünyadan uzaklaşıp, gittikçe tanrısallığa yaklaşma idealini filozofun görevi olarak görür. Buna göre bir filozofun ahlaki ve zihnî bakımdan öz disiplinini sağlaması, maddi dünyadan ve beşerî eğilimlerden uzak durması ve “derece derece Mutlak’a doğru içsel, derin bir yolculuk” yapması gerekir. Filozofun geçirdiği bu manevi yolculuk sayesinde yaşadığı aydınlanma anı dünyevi bilgiyi aştığından tarif edilemez bir andır. Bu esnada özne-nesne şeklindeki bir ayrım ortadan kalkmıştır. İşte bu, filozofun Bir olan’la bütünleştiği tefekkür ve kesif arzusunun nihai kemal noktasıdır.

Peki, arınma, insanda ne gibi değişikliklere yol açar?

Plotinus’a göre, ruh, bedensel olan şeylerden arındığı zaman artık tasalarından tamamıyla kurtulmuştur; sadece düşünülür zevkleri hisseder. Kaygılarını, sadece onlar tarafından rahatsız edilmemek için giderir, onlardan bu amaçla kaçar. Bir dereceden sonra artık ıstıraplarını hissetmez veya bu, onun için mümkün olmazsa, canının yandığını hissettirmeden onlara katlanır ve başkalarıyla paylaşmaksızın onları azaltır. Gücü yettiği ölçüde şiddetli duygular taşımaz; yapabilirse, öfkenin kendisine hâkim olmasına izin vermez; fakat arada sırada olan ve zayıflayan irade dışı kargaşayı bedene bırakır; onda hiçbir korku yoktur. Plotinus’un bu düşüncelerinden anlaşıldığı gibi ruhun kurtuluşu ve böylelikle tanrısal olana kavuşması her türlü bedensel bağlardan kurtulmasına bağlıdır.

Evrensel Nefs ve Bireysel Nefs:

Evrensel nefs, tüm nefsleri ihtiva eder, çünkü o Bir ve sonsuzdur. Tüm nefsler hep birlikte ondadırlar. Fakat her biri dışta kalmadan farklılaşmışlardır. Onun birliği tüm nefslerin bir arada toplanmalarından değil, aynı kaynağa sahip olduklarından ve kaynaklarında durmalarındandır. Daha doğrusu her zaman var olduklarından orijinleri yoktur. Gerçekten de bu düzeyde oluş ve bölünme yoktur. Bölünme, nefsin ulaştığı bedenlerin bakışında sadece bir görünüştür.

Nefslerin Kozmik İşlevi:

Bir bedende yaşayan ve onu düzenleyen nefs, ne kaynağından ne de doğasından kopar. Plotinus’a göre kendine has olan görevi yerine getirir. Nefsin bir bedene bağlı olması bir ceza veya bir hatanın sonucudur. Bu durum, her ne kadar nefsin ilk doğasına aykırı olsa da, bir bedende rehin olma, doğal bir gerçekliğe cevap verir. Evrenin düzeni bunu gerektirir. Canlı bedenleri aydınlatan ve yönlendiren nefslerin tekâmülü için bu gereklidir. Demek ki bedenin nefse karşı ve nefsin de bedene karşı bir eğilimi bulunur. İstenilen zamanda ve evrensel nefsin yönlendirmesiyle her bireysel nefs, kendi özel eğilimine benzeyen bedeni canlandırır.

Manevi Arınma:

Dünyasal arzulardan kaçmalı ve mümkün olduğu kadar Tanrı’ya benzemeye çalışmalıyız. Saf düşünce sayesinde doğru ve aziz olmaya çalışarak buna ulaşabiliriz.

İlk çağın tüm ahlâkî görüşü şudur: Tüm gayretlerimizin amacı mutluluktan başka bir şey değildir. Mutluluk, tüm eylemlerimizin en yüce sonucudur. Bu mutluluk arayışı, kaçınılmaz bir soruyu gündeme getirir: “Hayat nedir?”

Gerçekten o sadece nefs-beden karışımına değil, ayrıca tek nefse de aittir. İlk olarak nefs aracılığıyla canlı organizmalara yansıyan akledilir düzenin içinde bulunur. Her insan kendi içinde potansiyel olarak bulunan mutluluğa varma kapasitesine sahiptir. Ona arınmayla ulaşılabilir. Kendine tekrar hâkim olduğunda insan bu hale ulaşır. O zaman sahip olduğu iyilik kendine yabancı olmaktan çıkar.

Akledilirin temaşası içinde varlığının mükemmelliğine ve mutluluğun tasvir ettiği tam huzura varır. Bu hale gelmiş kişide artık arzu kalmamış ve dış nesnelere karşı ilgisiz hale gelmiştir. Bunlara sadece bedenine gerekli olduğu zaman dikkat eder. Kendi içinde yalnız olan zahiri insan sadece dertlenir ve sızlanır. Kendine hâkim olan için, bu olaylar sadece bir gösteridir. Nefsi tüm algılanır bağımlılıklarından kurtarmak gerekir. Entelektin (zekâ) bütün nesnelere yüz çevirmesi gerekir.

Bilinç:

Bilinç iki güce sahiptir. Birincisi; kendi imkânlarını bilmek, ikincisi; kendini aşan şeyi bilmektir. Birinci bakış açısı mantıklı olduğundan bilince aittir. Ama ikincisi, manevi içkiyle kendinden geçmiş aşk içindeki bilinçtir. Bu bilinç mutluluk içinde erir. “Böyle hazlar içinde sarhoş olmak, ağırbaşlı olmaktan iyidir,”[1] der Plotinus.

Südur Kavramı:

“1”

“Akıl” (Nous)

“Ruh” (Pshuke)

“Madde” (Fizik)

Tanrı Anlayışı:

Babadır. Yalnız doğurtucu doğası itibariyle babadır. Aile babası değildir. Düzenleyici kayra, Demiurgos’tur. Tanrı, saf düşüncedir. Yaşayandır, etkindir. Tanrı, eşyanın ilkesidir. Tanrı, tüm tanrısal sıfatları kendisinde toplamış olan saf bir tözdür. Hayr (kayra), yalnız Tanrı için mümkün olan bir yaratmadır. Yaratmanın nedeni de tanımlanamaz ve tasarlanamaz bir aşktır. Güzellik, aşksız var olamaz. Âlemin yaratılmasına neden olan güzellik ve aşk demek, Tanrı’nın kendi güzelliğine âşık olması demektir. Tanrı kendi kendisinin hem âşığı, hem sevgilisidir. Âşıklık bir gösteriyi, zuhuru, açılımı ve bir “türüm”ü (ışıma) gerektirir. Evren, Tanrı’da içkindir. Ebedi kanun, Tanrı’dan çıkıp tekrar Tanrı’ya dönmektir. Tanrı’nın dışında ne uzay ne de madde vardır. Tanrı’nın dışında herhangi bir şey var olamaz. Olsa idi, Tanrı’nın sınırlı olması gerekirdi ki bu olamaz.

O, yalnız zihinlerin güneşi değil, içinde tüm aşkların nefes aldığı bir merkezdir. Tanrı hiçbir şey olmadığı halde, her şeyin ölçüsüdür. İyilikçi değildir, çünkü salt iyiliktir. Güzelliği yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düşünceleri bulunmaz, çünkü salt düşüncedir (Aristoteles: Kendini düşünen düşünce). Madde önce Tanrı’ya karşı gibi görünür. İlk bakışta iki ayrı uçta durur gibidirler. Biri etkileyen, diğeri etkilenendir. Tanrı maddeyi sürekli etkilemektedir.

Tanrı bizim düşündüğümüz hiçbir şey değildir, çünkü her şeydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz. Her varlık, er geç erdemli olmak zorundadır. Çünkü Tanrı’ya gidiş vazgeçilmez bir gidiştir.

Tanrı’dan çıkan ilk şey, zekâdır. Zekâ da kendisinden çıktığı Tanrı gibi yaratıcıdır. Tini (ruhu) yaratmıştır. Nasıl ki zekâ Tanrı’dan çıktığı halde Tanrı’ya doğru gitmekteyse, tinler de zekâdan çıktıları gibi zekâya dönmek isterler.

İnsanı Tanrı’ya götürecek yolun 3 geçidi vardır:

1. Sanat

2. Sevgi

3. Felsefe

İnsan ancak bu geçitlerden geçerek ya da bu basamaklardan çıkarak Tanrı’ya benzeyebilir, O’na ulaşabilir. Plotinus’a göre sanatçı ideayı, duyulur görünüşlerde, seven insan ruhunda; filozof ise ideayı Tanrı’da aramaktadır.[2]

Aşk Üzerine:

Ruhun tutkusu (pathos) olarak kabul edilen aşk, güzel bir nesne ile birleşme arzudur. Çoğu zaman insan güzelliğe yalnızca kendisi için sahip olmak ister. O, akılla kavranabilir olanın arzusudur. Birleşmiş olduğu ruhları kendisiyle birlikte yükseltir. Gerçekten de tıpkı evrensel ruh gibi her bireysel ruh kendisinde, özüne bağlı bir aşkı taşımaktadır. Bu aşk, eğer ait olduğu ruh maddeye karışmış durumdaysa, bir Daimon’dur. Eğer ait olduğu ruh saf ise, o bir Tanrı’dır. Aşkın, âlem olduğu da kabul edilemez (Plotinus, Platon’un Şölen diyaloğunda, Platon’un aşka atfettiği nitelikleri anlatır). Aşkın ve Daimon’un ortak bir kaynağı vardır. Daimon’lar, tanrılar ile insanlar arasında aracı varlıklardır. İnsan ruhu iyiye ulaşabilmesi için aşka (Daimon) muhtaçtır. Diğer Daimon’lar, evrensel ruhun çeşitli güçleri tarafından meydana getirilmişlerdir. Bunların bedenleri, havadan ya da ateştendir.

Güzellik Üzerine:

Bu bölümde anlatılmak istenen, güzeli görmek vasıtasıyla ruhu arındırıp bedenden ayırarak, algılanabilir âlemden, akılla kavranabilir âleme nasıl yükselinebileceğini ve güzelin ülkesi olan İyi’nin nasıl seyrine dalınacağını ve temaşa edilebileceğini göstermektir. Güzellik, ne orantıda ne de simetride bulunur. Ancak ideada, biçimde veya sebepte bulunur. Bir beden bir ideaya katıldığında, akılla kavranabilir âlemden, bir biçim ve bir sebep aldığında, kendisini oluşturan bölümlerin birliği kurulduğunda güzeldir. Ruh, sevgi ve hayranlık duyguları ilham eden erdem ve ilimden, kin ve cehalet yüzünden uzaklaşır ve maddenin bataklığı içine düşer. Oysa erdem ve ilim aracılığıyla, bedenle birleşmesinden dolayı üzerine bulaşan kirlerden kendini arındırabilir. Böylece tüm güzelliğini kendisinden aldığı ilahi zekâya yükselebilir.

Her varlığın kendi güzelliğini oluşturan biçimi hangi ilkeye borçlu olduğunu araştırırken, bedenden ruha, ruhtan ilahi zekâya, ilahi zekâdan iyiye yükselmesi gerekir. Gerçekten her şey iyiye ulaşmaya can atar. Her şey iyiye bağımlıdır. Hayatı ve düşünceyi iyiden alır. Tanrı’nın ikamet ettiği yüce bölgeye geri dönmemiz gerekmektedir. Bu amacı gerçekleştirebilmek için kendi içimize yeniden girmek, ruhumuzu erdem ile arındırmak ve onu ilim ile süslemek gerekir. Ardından ruhumuzu, o seyrine dalmaya, temaşa etmeye can attığı şeye benzer hale getirdikten sonra, kendinde ideaların, yani akılla kavranabilir biçimlerin bulunduğu ilahi zekâya yükseltmek zorundayız. O zaman, ilahi zekânın da üzerinde bulunan, kendi çevresine en yüce güzelliği yayan İyi ile karşılaşacağız.

İbrahim Yılmaz
+ Son Yazılar